ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİ

Niyet Hayır Akıbet Hayır

Bu sayfada üyelere özel yazılar bulunuyor. üye girişi yaparak bu yazıları görüntüleyebilirsiniz.

Burayı tıklayarak üye girişi yapabilirsiniz.
Burayı tıklayarak üye olabilirsiniz.

 

HAFIZ AHMET ÇİÇEK

   

 

Kendi anlatımıyla Hafız Ahmet ÇİÇEK

1959 yılında Çamlıdere’ de doğdum.

1965 tarihinde Çamlıdere merkez İlkokulunda öğretime başladım. Ancak 1966 yılının Ağustos ayında babamın bir trafik kazası neticesinde Ankaraya taşındık.

Babamın kazada çok ağır ve ciddi bir yaralanma sebebiyle hastane işlemleri, tedavi işlemleri yapılması için Ankara da bir sene kalmak zorunda kaldık. T

abii ben ilkokul 2. sınıfı Ankara’da tamamladım. Bilahereki seneden sonra Çamlıdere de ilk ve ortaokul tahsilini yaptım.

Benim iştiyakım İmam -Hatip olmaktı. Ancak İmam hatip lisesi mezunu olmam gerekiyordu.

Bir sene Çamlıderemizin Medarı iftiharlarımızdan olan Hafız Osman TAŞKAN Hocaefendide Kuranı Kerim okumayı bir güzel öğrendim.

Sene 1974.  Ankara Merkez İmam Hatip Lisesine başladım ve 1977–1978 öğretim yılı neticesinde mezun oldum.

O zaman İslam Enstitüsünü ön kayıtla kazanmama rağmen terör olaylarının zirvede olması hasebiyle tahsile gidemedim.

Hemen Çamlıdere Meşeler Köyü İmam hatipliğine kasım ayında resmen başladım.

Ama her halükarda ben hafızlığı yapmalıydım. Onun için Osman TAŞKAN Hoca efendide o sene hafızlığa başladım.

Hem görev ve hem de büyük bir gayretle 10 ay gibi bir zamanda ezberimi ikmal ettim.

Ve böylelikle Çamlıdere de 25 sene gibi bir zaman arasında sonra hafız yetişmiş oldu. Zira Çamlıdere öncede hafız hususunda çok nasipli bir belde idi. Neyse inşallah bundan sonraki senelerinde aynı zirveyi elde eder.

1980 yılında askere gittim. Dönüşte Çamlıdere Avdan köyü imam hatipliğine başladım.

Çamlıdere merkezdeki camilerde görevimi devam ettirdim. 2004 Temmuz ayında emekli oldum. Şu an iki oğlum var. Birisi güvenlik görevlisi diğeri ise Saraybosna Üniversitesinde öğrenim görmektedir.

Şu bir gerçekki, hafız olmaktan önemlisi hafızane ölmek çok çok önemlidir. Onun için günde en azından bir cüz ezbere okunmalıdır. Cenab-ı Hak rızasına muaffık kullarından eylesin.

Ahmet ÇİÇEK

.

 


 Kazım Atalık -Haziran 2011

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

 

Rıza ÇÖLLÜOĞLU

İsra Suresi 1 İla 14. Ayetler

 

MEALİ;

Rahman ve Rahim Olan ALLAH’ ın  (c.c) Adıyla

 1.Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed'i) bir gece Mescid-i Haram'dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren Allah'ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir

2.Mûsâ'ya Kitab'ı (Tevrat'ı) verdik ve onu, "Benden başkasını vekil edinmeyin" diyerek, İsrailoğullarına bir rehber yaptık.

3.Ey kendilerini Nûh ile birlikte (gemide) taşıdığımız kimselerin çocukları! Gerçek şu ki, o çok şükreden bir kuldu.

4.Biz, Kitap'ta (Tevrat'ta) İsrailoğullarına, "Yeryüzünde muhakkak iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyük bir kibre kapılarak böbürleneceksiniz" diye hükmettik.

5.Nihayet bu iki bozgunculuktan ilkinin zamanı gelince (sizi cezalandırmak için) üzerinize, pek güçlü olan birtakım kullarımızı gönderdik. Onlar evlerinizin arasına kadar sokuldular. Bu, herhâlde yerine gelmesi gereken bir va'd idi.

6.Sonra onlara karşı size tekrar egemenlik verdik. Mallar ve çocuklarla sizi güçlendirdik; sayınızı daha da çoğalttık.

 7.İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük yaparsanız yine kendinize yapmış olursunuz. İkinci bozgunculuğun zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine mescide (Beyt-i Makdis'e) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi yerle bir etsinler diye (üzerinize yine düşmanlarınızı gönderdik.)

8.Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer yine eski duruma dönerseniz, biz de (cezaya) döneriz. Biz cehennemi kafirlere bir zindan yapmışızdır.

9, 10.Gerçekten bu Kur'an en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü'minler için büyük bir mükafat olduğunu ve ahirete inanmayanlar için elem dolu bir azap hazırladığımızı müjdeler.

11.İnsan hayra dua eder gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir.

12.Biz geceyi ve gündüzü (kudretimizi gösteren) iki alâmet yaptık. Rabbinizden lütuf isteyesiniz, yılların sayısını ve hesabını bilesiniz diye gece alametini giderip gündüz alametini aydınlatıcı kıldık. İşte biz her şeyi açıkça anlattık.

13.Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız.

14."Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter" denilecektir.




0 Yorum - Yorum Yaz

Hafız Rıza ÇÖLLÜOĞLU

Ahzap Suresi 63 İla 73 Ayetler

MEALİ;

Rahman ve Rahim Olan ALLAH’ ın  (c.c) Adıyla

63.İnsanlar sana kıyametin vaktini soruyorlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah katındadır." Ne bilirsin, belki de kıyamet yakında gerçekleşir. 

64.Şüphesiz Allah kâfirlere lanet etmiş ve onlara alevli bir ateş hazırlamıştır.

65.Onlar, orada ebedi olarak kalacaklardır. Hiçbir dost, hiçbir yardımcı bulamayacaklardır.

 66.Yüzlerinin ateşte bir yandan bir yana döndürüleceği gün, "Keşke Allah'a ve Resül'e itaat edeydik" diyecekler.

 67.Yine şöyle diyecekler: "Ey Rabbimiz! Biz önderlerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yoldan saptırdılar."

 68."Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanete uğrat."

 69.Ey iman edenler! Siz Mûsâ'ya eziyet eden kimseler gibi olmayın. Nihayet Allah onu onların dediklerinden temize çıkarmıştı. Mûsâ Allah katında itibarlı bir kimse idi.

 70, 71.Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin ki Allah sizin işlerinizi düzeltsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah'a ve Resülüne itaat ederse, muhakkak büyük bir başarıya ulaşmıştır.

 72.Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.

 73.Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah'a ortak koşan erkeklere ve Allah'a ortak koşan kadınlara azap etmek; mümin erkeklerin ve mümin kadınların da tövbelerini kabul etmek için insana emaneti yüklemiştir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Hafız Rıza ÇÖLLÜOĞLU

Münafikun Suresi 9 İla 11 Ayetler.

  

MEALİ;

Rahman ve Rahim Olan ALLAH' ın (cc) adıyla,

9. Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.

10. Herhangi birinize ölüm gelip de, "Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!" demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın.

11. Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

 




0 Yorum - Yorum Yaz

 

 Şeyh Ali Semerkandi Hz. Türbesine Sanal Ziyaret

 

 



4 Yorum - Yorum Yaz

 

Şeyh Ali semerkandi Sığırcık Suyu

 

 

 Çerkeş'in  Bedil Köyünden Hacı Akif  KAYNAR anlatıyor.

 



1 Yorum - Yorum Yaz

  Şeyh Ali Semerkandi Hazretlerinin (k.s) Hayatı



ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ HAZRETLERİNİN (K.S)

MENKIBEVÎ HAYATI   

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin hayatı hakkında yazma eserlerde ve evliya menâkıbnâmelerinde bir bilgi yoktur. Cumhuriyet döneminde yayınlanan bazı yayınlarda tamamen rivayetlere dayanan yarı-menkıbevî hayatı ise şöyledir:

Şeyh Ali, miladi 1300 diğer bir görüşe göre 1320 yılında İran-İsfahan’da doğar. Tahsilini Semerkand’ta yaptıktan sonra Buhara’ya gider ve büyük alim Alaüddin Buhari’nin talebesi olur, dini ilimlerde ve tasavvufta kemâle erer. “Bahrül-Ulum” isimli tefsiri yazar.

Şam, Irak, Kudüs gibi şehirleri dolaşır. Mekke’ye gelir ve Kabe-i Muazzama’da ondört sene imamlık yapar. Manevi işaret üzerine Medine-i Münevvere’ye gelir.

Hazreti Peygamber (sallallahü aleyhi vesellem) Efendimizin Ravza-i Mutahharası’nda yedi sene türbedarlık yapar. Birgün rüyasında Peygamber Efendimizin (s.a.v.) kızı Hazreti Fâtımâ (r.a.) validemizi görür. Hazreti Fâtımâ şöyle buyurur: “Yâ Ali! Resûlullah’ın huzuruna git. Seni manevî evlâtlığa kabul buyuracak!”

Ali Semerkandî uyanınca, hemen Resûlullah’ın Ravza-i Mutahhara’daki mübârek huzuruna koşar. Mübârek kabrinin karşısına geçip, diz üzerinde edeble oturur. Başını önüne eğerek, murâkabe halinde beklemeye başlar.

Bir müddet sonra Ravza-i Mutahhara’dan Resûlullah Efendimizin (s.a.v.) Buyur yâ Ali! Seni manevî evlâdım olarak kabul ettim. Kıyâmete kadar bu mucizem bakî kalsın. Yâ Ali! Öyle bir beldeye git ki, fakirlikleri sebebiyle beni ziyaret edemiyen ümmetim, seni ziyaret etsinler. Sen benim evlâdım olduğun için, sana yapılan ziyâreti bana yapılmış gibi kabul ederim” mubarek sözlerini işitir.

Aldığı manevi işaret üzerine Hindi Çin’e gider. Hindi Çin kralının ölen çocuğunu diriltir (!) ve kral dahil o ülkenin halkı müslüman olur. Hindi Çin’de irşâd hizmetini tamamlayan Şeyh Ali memleketi olan İsfahan’a gelir ve babasının vefat ettiğini öğrenir. Yaşlı anasını ve kardeşi Ahmed-i Kebîr ile bir müddet kalır.

Daha sonra annesi vefat eder. İki kardeş İsfahan’da hayatlarını sürdürürken, İlhamî yoldan birinin Rum (Anadolu) diyarına irşâd için gitmesi gerektiği bildirilir. İki kardeş bu göreve kimin gideceğini belirlemek için aralarında istişare yapar. Neticede kim mısır taneleri yığını üzerinde ayakları, elleri ve dizleri gömülmeden iki rekat namaz kılarsa onun Rum diyarına gitmesi hususunda fikir birliği ederler. Ayrıca büyük ataları Hazreti Ömer (r.a.)’den miras kalan asayı Rum diyarına giden, kılıcı da İsfahan’da kalanın alması kararlaştırılır. Netice de mısır danesi üzerinde iki rekat namaz kılmayı Şeyh Ali hazretleri başarır ve miras kalan asayı alarak Anadolu’da irşâd görevini üstlenir.

Şeyh Ali, İsfahan ve Şiraz arasında bulunan ve Hazreti Ömer’in (r.a.) yaptırdığı “Sığırcık Suyu” çeşmesine gelerek elindeki asaya bu sudan emdirir. Daha sonra Anadolu’ya gitmek için yollara düşer ve Sultan Murad Hüdavendigar zamanında Anadolu’ya gelir.

 Anadolu’ya gelen Şeyh Ali hazretleri Konya, Karaman ve Bozkır bölgesinde irşâd faaliyetlerinde bulunur.Karamanoğlu İbrahim Bey, Şeyh efendiyi hürmetle karşılar ve onun talebesi olur. Bölgede bulunan alimler tarafından büyük saygı gören Şeyh Ali, bir müddet sonra Alanya’ya hicret eder. Burada da irşâd faaliyetlerini sürdürür ve halifeler yetiştirir.

Halifelerine asa, aba ve bazı eşyaları hatıra olarak bırakır. Bu eşyalarhalen Alanya’da bulunduğu zikredilir. Burada “Baba Resül” adında bir halife yetiştirir. Halifesi Baba Resül, Mersin-Gülnar ilçesi Zeyne karyesinde “Şeyh Ali Semerkandî” namı ile ün yapar.

Şeyh Ali Semerkandî hazretleri Alanya’dan ayrılarak Çankırı-Örenşar (Eskipazar) bölgesine hicret eder. Dervîş kılığında Örenşar’a gelen Şeyh Ali’nin büyük bir veli ve mürşid olduğunu yöre halkı bilmez. Burada ücretsiz olarak sığır çobanlığı yapar. Sığırları yavruları ile birlikte emzirtmeden otlatır.

Hatta ekili tarlalarda otlayan sığırlar, tarlalardaki otları yer ama ekinleri yemez. Bu olağanüstü olaylar karşısında ahali hayrete düşer. Durumu anlayan kişiler şeyhin manevi himmetinden istifade ederek irşad olur. Bazıları da cehaletinden dolayı şeyhe karşı tavır alır ve asılsız iftiralarda bulunurlar.

Hatta kinlenen kişiler ve yöneticiler olur. Sığır çobanlığı yaparken günümüzde Eskipazar ilçesi Sadeyaka Köyü yakınında bulunan çeşmeye abdest almak için gelir. Köyün kadınları ise çeşme başında buğday yıkarlar.

Şeyh Ali bu kadınlardan abdest almak için su ister. Çeşme başında bulunan kadınlar şeyhe su vermedikleri gibi hakaret ederler.

Bu üzücü olay üzerine ve namaz vakti de daraldığı için Şeyh Ali hazretleri elindeki asayı yere vurur. Vurduğu yerden ırmak büyüklüğünde su fışkırır. Bu suyu gören çeşme başındaki kadınlar şeyhe gelerek, bu suyun mahsüllerine ve arazilerine zarar vereceğini, hemen bu suyun kesilmesini isterler. Hatta kendisini sihirbazlıkla suçlarlar.

Kadınların bu davranışlarına üzülen Şeyh Ali hazretleri suya “Dur ya mübârek! Bunlara iyilik yaramaz. Çıktığın yerden geri bat, kuruyup gitme. Çık yine bat, olduğun yerde sakin ol. Haşerelerin imhasına vesile ol” der. Bu mubarek su şeyhin emrine uygun duruma gelir. Günümüzde bu su kuyusu Sadeyaka Köyü Şıhlar Mahallesi yakınındadır. Bu suya “Sığırcık Suyu” denilir.

 

Şeyh Ali hazretleri hiç evlilik yapmaz.  Bu yıllarda Osmanlı’nın başkenti Bursa şehrini ve civarını çekirgeler istila eder. Tarım alanlarına ve bahçelere büyük zarar verir. Kıtlık başgösterir ve ölümler artar. Osmanlı padişahının (isim verilmiyor) Bursa’da ki “Has Bahçesi”ne de çekirgeler musallat olur ve bahçeyi telef eder. Bu âfetten kurtulmak için zamanın padişahı çareler arar.

Zamanın alim, bilgin ve şeyhlerini toplayarak bu âfetten kurtulmanın yollarını araştırır. Diğer taraftan Şeyh Ali hazretlerinin yazdığı “Bahru’l- Ulum” isimli eseri zamanın alimleri tarafından okunur ve ilmi şöhreti her tarafa yayılır.

Bursa yöresinde Çekirge istilası devam ederken Osmanlı Sarayı’nda bulunan alimler arasında, Peygamber Efendimizden Hazreti Ömer’e hediye edilen “asa”dan çıkan ve İsfahan şehri yakınlarında bulunan şifalı “Sığırcık Suyu” konuşulmaya başlar. Bu suyun çekirge istilasına iyi geleceği padişaha anlatılır.

Padişah kısa sürede bu suyun Bursa’ya getirilmesi için üç kişiyi görevlendirir. Bu üç kişi İsfahan’a gitmek için yola düşer. Görevli üç kişi İsfahan’a giderken o dönemde güzergâh üzerinde bulunan Örenşar (Eskipazar)’a uğrarlar. Burada sığırları otlatan Şeyh Ali hazretleri ile karşılaşırlar. Görevliler şeyh ile selamlaşarak bir müddet sohbet ederler ve İsfahan’da bulunan sığırcık suyunu getirmek için padişah tarafından görevlendirildiklerini söylerler.

Onun bir ermiş kişi olduğunu anlamayan görevlilerden birisi şeyhi hakîr görür ve “Senin işin yok mu? Haydi sığırlarını güt, neylersin bizi.” der. Bu söz üzerine Şeyh Ali “Üç gider, iki gelirsiniz. Arayı arayı beni bulursunuz. Çobanı o zaman bilirsiniz. Şifayı benden alırsınız” der.

Görevliler yola devam eder ve uzun bir yolculuktan sonra İsfahan’a varırlar. Yolda görevlilerden birisi eşi olduğ(şeyhi inciten kişi) vefat eder. Şeyh Ali’nin kardeşi Ahmed-i Kebir’i bulurlar ve padişahın fermanını verirler.

Ahmed-i Kebir görevlilere aradıkları şahsın kardunu ve oüzerine görevliler Ahmed-i Kebir’den kendileriyle beraber Örenşar’a gelnunda gelirken Örenşar’da konuştukları çoban Şeyh Ali olduğunu söyler. Bunun mesini isterler. Ahmed-i Kebir de bu taleplerini geri çevirmez ve onlara “Biriniz sağ ayağımın ucuna, birinizde sol ayağımın ucuna basın ve boynuma sarılın. Gözlerinizi kapatın. Ben açın diyene kadar gözlerinizi açmayın” der. kısa süre sonra Örenşar yakınlarında bulunan “Dur Dağı”na yaklaşınca Ahmed-i Kebir “Gözlerinizi açın” der.

Görevliler gözlerini açtıklarında kendilerini Örenşar’da çobanlık yapan Şeyh Ali hazretleri ile konuştukları yerde bulurlar. Ahmed-i Kebir görevlilere kardeşi Şeyhi Ali hazretlerinden özür dilemelerini söyler ve oradan ayrılarak Buhara’ya geri döner.

Görevliler Şeyh Ali’yi bularak elini öper ve kendisinden özür dilerler. Şeyh efendiyi de kendileri ile birlikte Bursa’ya gitmeye razı ederler ve kendilerinden önce padişaha müjde vermesi için de köyden bir kişiyi haberci olarak önden Bursa’ya gönderirler. Haberci Bursa’ya varır ve padişahın huzuruna çıkartılır. Padişah ve erkânına Şeyh Ali Semerkandi hazretlerinin şifalı suyu ile birlikte Bursa’ya gelmekte olduğunu, onu karşılamak için istikbâle durulmasını söyler.

Bu haber üzerine vezirler de şeyhin manevi gücünü anlamak için bir imtihan yoluna başvurulmasını padişaha teklif ederler. Vezirlerden birisi şeyhin şehre girceği yere vahşi arslanların yerleştirilmesini ve girişte şeyhin üzerine salınmasını teklif eder. Bu görüşe göre Şeyhin manevi gücü yüksekse aslanların kendisine saldırısını önler, yoksa arslanlar şeyhi parçalar(!).

Bursa halkı ve saray erkânı olacakları seyretmek için şehrin girişinde toplanır. Şeyh Ali hazretleri ile görevli iki kişi şehir kapısına yaklaşınca vahşi arslanları görürler. Görevliler korkularından şeyhi yalnız bırakarak ağaçların tepesi ne çıkarlar. Şeyh Ali hazretleri ise hiç bir şeye aldırış etmeden yoluna devam eder. Şeyhi gören arslanlarise saldıracakları yerde şeyh efendiye karşı selâma dururlar.

Bu imtihanla yetinmeyen saray erkânı canlı bir kişiyi tabutun içine yerleştirip, musalla taşına koyarlar ve namaz için bir cemaat hazırlığı yaparlar. Ali Semerkandi’den bu mevtânın cenaze namazını kıldırmasını talep ederler. Bu ısrarlı talep üzerine Şeyh Ali hazretleri tabutun yanına varır ve “Bu tabutta bulunan şahsın namazı ölü niyeti ile mi, yoksa diri niyeti ile mi kılınacak” diye sorar. Cemaatte “elbette ölü niyetine kılınacak” diye cevap verir.

Şeyh Ali de “Öyle ise ölü niyetine kılalım” der. Cenaze namazından sonra tabuttaki kişinin gerçekten öldüğü anlaşılmış. Bununla da yetinmeyen saray erkânı Ali Semerkandî’yi padişahın sarayına götürürler. Sarayın merdivenleri altına, Şeyh Efendi fark edebilecekmi diye Mushaf-ı Şerîf koyarlar. Şeyh Ali hazretleri merdivenleri yavaş yavaş çıkarken Mushaf-ı Şerîf’i konduğu basamağa gelince eğilir ve hemen Mushaf-ı Şerîf’i alarak öper.

Bu olaylar karşısında saray erkânı Şeyh Ali hazretlerinden özür dilerler ve padişahın Has Bahçesi’ne götürürler. Şeyh Ali hazretleri Has Bahçe’ye girince elindeki mübârek suyu bir kaba boşaltır, bu kabı da bir ağaca asar ve dua eder. Bir bulut görüntüsünde sığırcık kuşları gelir ve bahçedeki çekirgeleri yer. Bahçe çekirgelerden tamamen temizlenir.

Dönemin padişahı Sultan Murad Hüdavendigar, şeyh efendiden özür diler. Saray erkanı ve şehirdeki diğer alimler şeyhe karşı hürmet gösterir, halkın büyük teveccühü ile karşılaşır. Murad Hüdavendigar, Şeyh Ali’ye “vezir”lik ve Bursa’da kalmasını teklif eder. Bu görevi kabul etmeyen Şeyh Ali, Sultan Murad Hüdavendigar’a “Çamlıdere havalisindeki tebânız çok fakirdir. Onları, askerlik ve toprak kirası mükellefiyetinden muaf tutmanızı arzu ediyorum” der.

Sultan bu isteği kabul eder ve derhal bir fermân yazdırarak, bundan sonra Çamlıdere havalisinde bulunan kimselerin askerlik yapmayacağını,toprak kirasının da alınmayacağını bildirir. Şeyh Ali hazretleri Sultan Murad Han ve erkânı ile vedalaşarak Bursa’dan ayrılır ve Örenşar’a geri döner.

Bu yayınlarda Şeyh Ali’nin hatırasına Bursa’da “Çekirge Hamamları”nın olduğu yere o gün bugün “Çekirge” semti denildiği, “Çekirge Şeyhi Ali” ve “Çekirge Şeyhi” adındaki şahsın da Şeyh Ali hazretleri olduğu ileri sürülür.

Şeyh Ali hazretleri Örenşar’da bir müdet kaldıktan sonra günümüzde Kızılcahamam ilçesine bağlı Berçinçatak Köyü’ne gelir. Doğdu Dağı’nda çomağı (çomçası) ve hasırını bırakır. Berçinçatak Köyü’ne gelen Şeyh Ali hazretleri köyde ibadet için cami olmadığınıöğrenince hemen bir cami inşaatına başlar. Cami inşaatına vahşi hayvanlar bile taş getirir.

Cami inşaatı tamamlanınca, Şeyh efendiye yanında bulundurduğu “sacayağı”nı fırlatması manen emrolunur. Sacayağı nereye düşerse Şeyh efendinin de oraya gitmesi emredilir. Şeyh Ali hazretleri elindeki sacayağını fırlatır ve sacayağı bugünki Çamlıdere ilçe merkezinin bulunduğu yere (Yayalar Köyü) oturur. Saçayağını takip eden Şeyh Ali Semerkandî hazretleri, Çamlıdere’ye gelerek yerleşir.

Burada Yayalar Köyü’nün sığırlarını güder ve çobanlık yapar. Daha sonra Yayalar Köyü’nün karşısında bulunan Kuzviran Köyü’ne göçer ve buraya yerleşir. Fatih Sultan Mehmed Han, Şeyh Ali hazretleri ile görüşür ve ona büyük saygı duyar. Sultanın bu ilgisini gören bazı alimler de şeyhi kıskanır. Nakşibendî tarikatına müntesip olan Şeyh Ali Semerkandî hazretleri, miladi 1442 veya 1457 yılında, 142 veya 157 yaşında iken Kuzviran (Şeyhler/Çamlıdere) Köyü’nde vefat eder.

 33 İslam Alimleri Ansiklopedisi, “Ali Semerkandî”maddesi, Cilt 11.; Hüseyin Aşık, Şeyh Ali Semerkandi (k.s), İlim Yayınları, İstanbul, 1980. muhtelif sayfalar    

Şeyh Ali Semerkandî hazretleri hakkında bazı yayınlarda anlatılan bu yarı menkıbevî sözlü nakilleri kısa bir tahlile tabi tuttuğumuzda, şu sonuçlar ortaya çıkmaktadır:  

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin doğum tarihi ve doğum yeri ile eğitimi yazılı kaynaklarda zikredilmez. 

* “Bahrül-Ulum” isimli tefsirin Şeyh Alaüddin Ali Semerkandi hazretlerine ait olduğu güvenilir kaynaklarda zikredilir..

34 İshak Yazıcı, “Bahrü’l-Ulûm”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, s. 517-518.   

* “Hindiçin” Güneydoğu Asya’da, kabaca Hindistan’ın doğusu ve Çin’in güneyinde kalan coğrafi bir bölgedir. Tarihi kaynaklarda “Hindiçin Kralı” diye bir ifadeye rastlanmaz. Menkıbelerde “mucize” ile “kerâmet” karıştırılmıştır.  

* Babasının adı “Yahya”, kardeşinin adınında “Ahmed-i Kebîr” olduğuna dair yazılı bir kaynak yoktur.  

* Konya, Karaman ve Bozkır bölgesinde irşâd faaliyetlerinde bulunan Şeyh Alaüddin Ali Semerkandî hazretleridir.  

* Ali Semerkandî hazretlerinin halifesi olarak gösterilen“Baba Resül” diğer adıyla “Babab İlyas” ise Anadolu Selçukluları döneminde yaşamıştır. Baba İlyas’ın asıl adı “Ebü’l-Beka şeyh Baba İlyas b. Ali el-Horasanî” olup, Moğol istilası sırasında Harezmşahlar Devleti’nin yıkılışından sonra Anadolu’ya gelip, Sultan I. Alaeddin Keykubad’ın emrine girmiş bir “Türkmen babası”dır. Baba İlyas, Anadolu’ya “Dede Garkın” adındaki bir başka Türkmen şeyhinin halifesi sıfatıyla gelip Amasya  yakınlarındaki Çat Köyü’nde (bugünkü İlyas köyü)zaviye açar. Daha sonra Anadolu’da “Babailer isyanı”nı başlatır ve Selçuklu yönetimi tarafından öldürülür.Mersin-Gülnar ilçesi Zeyne beldesinde türbesi bulunan ise Şeyh Alaüddin Ali Semerkandî hazretleridir.

35 Mustafa Kara, Eşrefoğlu Rumi, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 1995, s. 14.- Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı Aleviliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da İslâm-Türk Heterodoksisinin Teşekkülü, İstanbul, 1996.   

 * Bursa’da Osmanlı vezirlerinin Şeyh Ali hazretlerini imtihan şekilleri ise İslâm ve Türk geleneğiyle bağdaşmaz. Ayrıca bu tarihlerde Bursa’da zamanın büyük mutasavvıflardan Emir Sultan (Seyyid Muhammed Şemseddin Buhari) ve Somuncu Baba hazretleri ile Molla Fenari gibi alimler yaşamaktadır.  

* Şeyh Ali hazretlerinin evlenmediği konusu ise tamamen yanlıştır. Osmanlı vakıf belgelerinde evlatlarının isimleri yazılıdır.  

* Sultan Murad Hüdavendigar’ın Çamlıdere havalisinde bulunan kimselerin askerlik yapmayacağına ve Toprak kirası ödemiyeceğine dair bir fermanı yoktur. Ayrıca yazarların anlatımlarına göre Şeyh Ali hazretleri henüz Çamlıdere bölgesine gelmemiş iken Padişahtannasıl böyle bir istekte bulunabilir?  

* Bu yayınlarda, Şeyh Ali’nin hatırasına Bursa’da “Çekirge Hamamları”nın olduğu yere o gün bugün “Çekirge” semti denildiği görüşü ise tamamen yanlıştır. “Çekirge Sultan” başka bir şahsiyettir.  * Berçinçatak Köyü’nde bulunan Şeyh Ali Camii ise daha sonraki yıllarda yapılmıştır. 36 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi  

* Şeyh Ali hazretleri Çamlıdere bölgesine eski adıyla Kuzviran Köyü’ne geldiğinde burası Bizanlılar tarafından terkedilmiş ve viran olmuş bir köydür. Issız ve insansız olan bölgede Şeyh Ali hazretleri bir zaviye (tekke) binası ve su değirmeni yapar.

37 Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi ve Ankara Tahrir Defterleri.   

 

* Fatih Sultan Mehmed Han’ın Şeyh Ali hazretleri ile görüşmesi mümkün değildir. Çünkü bu yıllarda Osmanlı vakıf belgelerine göre Şeyh Ali Semerkandî hazretleri hayatta değildir.  

* Şeyh Ali Semerkandî hazretleri hakkında bazı yayınlarda  anlatılan bu yarı menkıbelerdeki olaylar bir tahlile tabi tutulduğunda, İslâm itikad esaslarına ve tasavvufi hayatın temel prensiplerine ters düştüğü görülür.

38 Menkıbelerde Şeyh Ali Semerkandî hazretleri devamlı keramet gösteren ve insanların davranışlarından incinen bir kişi olarak gösterilmiştir. Ayrıca Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin Hazreti Ömer (r.a.) evladından olduğu Osmanlı hanedanı ve yöneticileri tarafından bilinmektedir.     

Bahrü’l-Ulûm (İlimler Denizi) Tefsiri:   

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin menkıbevî hayatında zikredilen ve “İlimler Denizi” anlamına gelen Bahr’ül-Ulûm isimli dört ciltlik Kur’ân-ı Kerîm tefsiridir. Türk asıllı bir müfessir olan Alaeddin Ali b. Yahyâ es-Semerkandi hazretleri tarafından yazılmıştır.Dört ciltten ibaret olan Bahrü’l-Ulûm’un başında ilmin önemi ve Kur’ân mucizesi üzerinde durulmakta ve daha sonra Fatiha sûresi ile Mücâdele sûresinin ilk ayetine kadar sûrelerin tefsiri yapılmıştır. Bu tefsire ait yazma nüshalar Tunus Zeytûne Kütüphanesi, İstanbul-Süleymaniye Kütüphanesi ve Samsun Gazi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

39 İshak Yazıcı, “Bahrü’l-Ulûm”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, s. 517-518; Makalât-ı Şeyh Ali Semerkandî, Konya Koyunoğlu Müzesi Kütüphanesi No:13508.; “Menâkıb-ı Şeyh Alâeddin Ali Semerkandî” Seyyid Nizam Bedahşî tarafından Farsça’dan Osmanlı Türkçesine çevrilmiştir. (Selami Şimşek, Osmanlı’nın ikinci başkenti Edirne’de tasavvuf kültürü, Cilt 3/Velî Dede kütüphanesi, Buhara Yayınları, 2008, s.37.)  

 

Şeyh Alaeddin Ali b. Yahyâ es-Semerkandî:

 Müfessir, alim ve mutasavvıflardan olan Şeyh Alaeddin Ali hazretleri Semerkand’ta doğar. Doğumtarihi kesin olarak bilinmemektedir. “Seyyid Ali Semerkandî”, “Şeyh Ali Semerkandî” ve “Seyyid Alaeddin Karamanî” adlarıyla da anılmıştır.

Babası Seyyid Yahya Şirvanî’dir. Alaeddin Ali, yedi yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlerve büyük Hanefi bilgini Alaeddin el-Buharî’den ilim tahsil eder.

Akli ve nakli ilimlerde kendini yetiştirir. Babası Seyyid Yahya’dan tasavvuf eğitimi alır. Babası ile birlikte Hacca gider ve Medine-i Münevvere’de kırk yıl kalır.

Ravza-i Mutahhara’da türbedarlık, nakibü’leşraflık ve şeyhü’l-haramlık görevlerinde bulunur.

Manevi işaret üzerine irşâd göreviyle Anadolu’ya gelir ve Larende (Karaman)’de kendisine tahsis edilen medresede bir müddet görev yapar ve daha sonra Mersin-Zeyne kasabasına yerleşir. Burada “Zeyniyye” tarikatını kurarak, irşâd faaliyetlerini sürdürür.

Takriben 1456 yılında Zeyne’de vefat eder ve buraya defnedilir. Şeyh Ali Semerkandî’nin hayatı ve menkıbeleri, türbesi Zeyne’de bulunan Şeyh Alaeddin Ali Semerkandî hazretleri ile karıştırılır.

Evliya Çelebi “Seyahatnamesi”nde Şeyh Alaeddin Ali Semerkandî hazretlerinin Zeyne’de bulunan türbesini ziyaret ettiğini nakleder. “Makalat-ı Şeyh Ali Semerkandi”, “Menâkıb-ı Şeyh Alâeddin Ali Semerkandî”, “Menâkıb-ı Şeyh Alâeddin Ali Semerkandî” ve “Ahvali’s-Seyyid Alaeddin eş-Şeyh Ali Semerkandî b. es-Seyyid Yahya eş-Şirvanî” isimli eserler Şeyh Alaeddin Ali Semerkandî hazretleri ile ilgilidir.

40 Mustafa Çıpan, “Şeyh Alâeddin Ali Semerkandî’nin Hayatı, Eserleri ve Kişiliği”, Şeyh Alâeddin Ali Semerkandî’yi Anma Toplantısı, (Zeyne-02.04.1994), s. 158; Mustafa Utku, Ferahu’r-rûh: Muhammediye şerhi, Cilt 4, Uludağ Yayınları, 2000, s.426; “Menâkıb-ı Şeyh Alâeddin Ali Semerkandî” (Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi, Cilt 1, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, 2002, s. 83.; Ahvali’s-Seyyid Alaeddin eş-Şeyh Ali Semerkandi b. es-Seyyid Yahya eş-Şirvani, Tarih Dergisi, Sayı 32, İstanbul Üniversitesi. Edebiyat Fakültesi, 1979. 


Kaynak:Abdulkerim ERDOĞAN “Şeyh Ali Semerkandi ve Sığırcık Suyu”  Reyhan Yayınları 2010 




2 Yorum - Yorum Yaz

 

SIĞIRCIK SUYU ŞEYHLERİ

 

Sığırcık Suyu, Şeyh Ali Semerkandî hazretlerininvefatından sonraki yıllarda, Osmanlı belgelerinde zikredilmez.Ancak onsekizinci yüzyıldan itibaren belgelerdeSığırcık Suyu’ndan bahsedilmeye başlanır ve busuyun tasarrufu Şeyh Ali Semerkandî hazretleri evladınaverilir. Kutsal kabul edilen su, “Sığırcık Suyu” adıyla tescili yapılır.

Özellikle çekirge afetinin giderilmesindeve diğer zararlı hayvanların zararlarını önlemekmaksadı ile kullanılır. Bu kutsal suyun afet bölgesine taşınmasını sağlayan Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin soyundan gelen ailelere de “Sığırcık Suyu Şeyhleri”veya “Çekirge Şeyhi” denilmiştir.

Sığırcık Suyu’nun afetbölgesine nakli de bu kişiler tarafından yapılmaktadır.

Osmanlı döneminde de bu şeyhlere her türlü vergi muafiyeti tanınmış ve Osmanlı topraklarında seyahat izni ile yol güvenliği sağlanmıştır.

Osmanlı Arşivleri’nde “Sığırcık Suyu’na memur” veya“Sığırcık Suyu Şeyhi” olanlara tanınan muafiyetler hakkında  ki belgelerden bazı örnekler sunuyoruz: 

“Yabanabad kazasına tabi Şeyhler karyesinde Hazret-iÖmer (r.a.) sülalesinden Şeyh Ali evladı Sığırcık Suyu’namemur olup, bu itibar ile ba-ferman tekaliften (ferman gereğivergilerden) muaf olduklarından kaydının terkini ile emir itasıhakkında Sığırcık Suyu Şeyhi Hüseyin’in arzuhali.”

“Yabanabad, Şeyhler karyesinde Şeyh Ali’nin Sığırcık suyuna memur evladlarının bazı tekaliften (vergilerden) muafiyetleri.”

“Hazreti Ömer (r.a.)’in sülalesinden ve Şeyh Ali Semerkandî evlatlarından ve Sığırcık Suyu Şeyhi Ahmed Efendi’nin Ankara’nın Yabanâbâd kazasında Şeyhli Köyü’ndeki vakfına yapılan müdahalenin men’i.”    

“Ankara’da Yabanabad kazası Şeyhler Köyü’nde medfunŞeyh Ali Semerkandî’nin soyundan gelenleri vergiden muafkılan fermanların cülus (padişahın tahta oturuşu) sebebiyleyenilenmeleri emredildiği halde geciktiği.”

“Tekaliften muaf olduklarını belirterek, kendilerine verilecektezkire-i Osmanî için yerel memurlarca resm (harç) talebindebulunulmasından şikayetçi Yabanabad’da medfun Aliel-Semerkandî sülalesinden Şeyh Mustafa Sadi ve İbrahimEfendiler hakkında mahalli malumat ve muamelatın irsali.”

“Ankara’nın Yabanabad kazasında medfun Şeyh Ali es-Semerkandî’nin evlad ve ahfadının tekalif-i emiriyeden (vergiler)muafiyetleri.”

“Ankara vilayeti Yabanâbâd kazası Şeyhler karyesinde Sığırcıksuyuna memur, Hz. Faruk sülalesinden Şeyh Ali Semerkandîahfadının her türlü tekâliften muafiyeti daha evvelce olan fermanlarlaolduğu gibi Abdülmecid tarafından 1255.B.6 tarihliferman ile müeyyed olduğu bu sıralarda yapılan mutakabat vetazyikin ref’ine dair dilekçe suretleri ile fermanın aslı.”

( Başbakanlık Devlet Arşivleri, www.devletarsivleri.gov.tr/katalog/.)

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin soyundan olmayan ve Şeyhler (Çamlıdere) Köyü’ne sonradan gelerekyerleşen bazı şahıslar da, şeyhin evlatlarının sahip olduğu haklara sahip olmak için kanunsuz yollara baş vururlar. Bu konu şeyhin evladı tarafından yöneticilere bildirilir ve gerekli önlemler alınır.

Konu ile ilgili bazı yazışmalardan örnekler:

“Yabanabad Kazasına tabi Şeyhler karyesinde medfun Farukiyesülalesinden Şeyh Ali Semerkandî’nin halefleri tekalif-iörfiyeden muaf tutulmuş ise de bir süreden beri bazı şahıslarınkaryeye gelerek bu muafiyetten faydalanarak Hazine’yi zararauğrattıklarından bunların tefriki istida olunduğundan gereğinin tahkik ve beyanı.”

“Yabanabad kazası Şeyhler karyesinde bulunan Şeyh Alies-Semerkandî evladının muafiyetlerinden orada bulunanahalinin de istifade ettiği şikayetinin tahkiki.”

“Yabanabad’a bağlı Şeyhler karyesi ahalisinin tekalif-imiriyeden muafiyetleri için İstanbul’a gönderdikleri sözcülerinbağlı oldukları kazaya iadeleri.”

“Yabanabad Kazası’nın Şıhlar karyesi ahalisinin hementamamının şıh kıyafetine girip asker ve teklifat-ı miriye vermekistemedikleri ve bunu gerçekleştirmek için hükümet nezdindefaaliyette bulundukları.”

“Yabanabad kazası Şeyhler karyesine sonradan yerleşenaltı kişinin askerlik ve sair teklifat-ı emiriyeden kurtulmaküzere Dersaadet’e gelmesi.”

“Yabanabad Kazası Şeyhler karyesinde sonradan yerleşenkimselerin askerlik ve saire gibi tekalif-i emiriyeden kurtulmakiçin şeyh kıyafetinde bir hayli dalavereler çevirdikleri.”

“Yabanabad kazasının Şeyhler köyünde defn olunan Ali es-Semerkandî hazretlerinin evladlarına tanınan muafiyetin, kendilerinede tanınmasına dair aynı köyden bazı şahısların talebi.''

( Ziya Şükun, Farsça-Türkçe Lugat, Gencine-i Güftar: Ferheng-i Ziyâ; Başbakanlık Devlet Arşivleri, www.devletarsivleri.gov.tr/katalog/)

Bu belgelerden bazı kişilerin “şıh kıyafeti” yani yeşilrenkte “emir sarığı” giydiklerini öğreniyoruz. Bu kimselere“müteseyyid” adı verilir. Bunlar “seyyid” olmadığıhalde seyyidlik taslayan kişilerdir. Osmanlı döneminde“Şıh kıyafeti”ni ancak “seyyid” olan ailelerin mensupları giyebiliyordu.

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin evladına tanınanvergi muafiyeti, Cumhuriyet’in ilanından sonra kaldırılır.

Osmanlı Arşivleri’nde “Sığırcık Suyu”nun kullanımıile ilgili tespit edebildiğimiz yazışmalardan bazı örnekler:

“Yabanabad’da Şeyhler karyesinde Sığırcık suyuna memurŞeyh Mahmud serbestiyet fermanının tecdid (yenilediği) ettirdiğine dair.”

“Memleketlerine musallat olan çekirgeleri telef etmek üzereSığırcık kuşu daveti için Sığırcık suyu almalarına müsaadeitasına dair Kırım’dan gelen üç müslüman imzasiyle tahrirat.”“Sığırcık kuşu suyu almak üzere Kırım’dan Yabanabad’dakitekkelerine gelen kimselere izinsiz oldukları için su vermediğinedair Tekke Şeyhi Yusuf mühriyle tahrirat.”

“Yanında Sığırcık suyu şeyhi olduğu halde Karesi (Balıkesir)istikametine gidecek olan Şeyh Ahmed Efendi’ye kolaylık gösterilmesinin istendiği.”

“Şeyh Hüseyin Hilmi ve Şeyh Ömer Lütfi efendiler Sığırcıksuyunu hamilen Aydın ve Cezair-i Bahr-i Sefid (Onikiadalar) vilayetleri cihetine gideceklerinden kendilerine gereklikolaylığın gösterilmesi.”

“Bağdad taraflarına sığırcık suyu götürecek olan Şeyh Hasan Hüseyin Hamdi ve Abdülhamid efendilere gerekli kolaylığınsağlanması.”

“Şeyh Ahmed ve refiki Şeyh Musa Efendiler sığırcık suyunuEdirne taraflarına götüreceklerinden kendilerine gereklikolaylığın sağlanması.”

“Sığırcık suyu ile birlikte Aydın taraflarına gidecek oluptavsiyesini taleb eden Şeyh Ahmed Hamdi Efendi’ye maişetinintemininde gerekli kolaylığın gösterilerek saygıda kusuredilmemesinin istenildiği.”

“Sığırcık suyunu Cezayir-i Bahr-i Sefid ve Hüdavendigâr (Bursa) vilayetlerine götürmekle yükümlü Şeyh Seyyid ve Ahmed efendilere gerekli kolaylığın sağlanması.“Ali es-Semerkandî hazretlerinin sülalesinden olup kerametlisuyu kullanarak dua edecek ve mahsulat ve mezruatamusallat olan zararlı hayvanların zararlarını önlemek için Yanya (Yunanistan’ın Kuzeybatı bölgesinde bir il) vilayetine gidecek olan Sığırcık suyu şeyhlerinden Mahmud Efendi’nin tavsiyesini isteyen arzuhali.”

“Sığırcık şeyhlerinden ve Ali es-Semerkandî’nin sülalesindenAnkara’da mukim Şeyh Ali Rıza’nın, görevli olarak gideceğiManastır ve Serfiçe (Makedonya bölgesi) tarafları içinkendisine bir tavsiyename verilmesi talebi.”

“Sığırcık suyu ile İşkodra (Arnavutluk’ta bir il) taraflarınagidecek olan Şeyh Ali Rıza ve Şeyh Ali efendilere gereklikolaylığın sağlanması.”

“Sığırcık suyu ile Edirne ve Selanik taraflarına gidecek olan Şeyh Mehmed Hamdi ve Şeyh Ali Rıza Efendiler’e gerekliyardımın yapılması.“Erzurum ve Trabzon vilayetlerine girecek çekirgenin ortadan kaldırılması için Ankara’dan Sığırcık Suyu götürülerek dua edileceğini beyan eden Sığırcık Suyu Şeyhi Hüseyin’nin kendilerine kolaylık gösterilmesi talebi.”

“Yanındaki sığırcık suyuyla beraber Üsküb (Makedonya’nınbaşkenti) taraflarına gidecek olan Şeyhzade AhmedEfendi’ye kolaylık gösterilmesi gerektiği.”

“Sığırcık suyu şeyhlerinden olup Trablusgarb (Libya) taraflarına sığırcık suyu götürecek olan Ahmed, Ali Ömer veTevfik efendilere gerekli kolaylığın gösterilmesi.”

“Çekirge şeyhlerinden Osman, Hüseyin ve Ömer efendilerinsığırcık suyuyla beraber Trabzon, Erzurum ve Bitlis taraflarınıziyaret edeceklerinden gerekli kolaylığın gösterilmesi.”

“Haleb, Suriye, Diyarbekir ve Musul Vilayetlerine sığırcık suyu götürecek olan Çekirge Şeyhleri Ali, Ömer Lütfü ve Mehmed efendilere gerekli kolaylığın gösterilmesi.”

“Şeyh Hüseyin Sabri ve Şeyh Ahmed efendilerin sığırcıksuyunu Selanik, Manastır ve Kosova vilayetlerine götürdüklerinde kendilerine yardımcı olunması.”

“Çekirge şeyhlerinden Osman ve Halil Efendiler yanlarında sığırcık suyu oldukları halde Suriye ve Beyrut vilayetleriyle Kudüs Sancağı’na gideceklerinden kendilerine gereklikolaylığın gösterilmesi.”

“Çekirge şeyhlerinden Hüseyin ve Ömer Lütfü efendiler sığırcıksuyunu da yanlarına alarak Suriye, Beyrut ve Kudüs taraflarınageldiklerinde kendilerine gereken yardımın yapılması.”

“Girid, Trablusgarb ve Bingazi’ye gideceklerini bildiren sığırcıksuyu şeyhlerinden Ahmed ve Mehmed Ali’nin evrak talepleri.”

“Sığırcık suyu şeyhlerinden Ali, Mehmed ve Ahmed EfendilerinTrablusgarb ve Bingazi (Libya’nın ikinci büyük şehri)cihetlerine gidecekleri.”

“Şeyh Hacı Ali ve Derviş Hilmi Efendiler sığırcık suyuyla beraber Trabzon, Erzurum ve Sivas vilayetlerine geldiklerinde,kendilerine gereken kolaylığın gösterilmesi.”

“Sığırcık Suyu’nu hamilen Aydın’a gidecek olan ŞeyhHacı Ömer ve Şeyh İbrahim efendilere gerekli kolaylığın sağlanarak İzmir’e kadar vapurla meccanen götürülmeleri.”

“Kastamonu’ya gidecek Çekirge Şeyhleri Mahmud ve BekirEfendiler ile Sivas’a gidecek Mustafa ve Halil efendileregerekli kolaylığın gösterilmesi.”

“Sığırcık suyuyla Selanik, Kosova, Manastır, Yanya veİşkodra taraflarına gidecek olan Şeyh Hasan ve Ahmed Efendileregerekli kolaylığın sağlanması.”

“Sığırcık suyu şeyhlerinden Şeyh İzzeddin Efendi, Dersaadet’teki(İstanbul) işlerini görüp memleketi olan Gerede’yedöneceğinden kendisine kolaylık gösterilmesi.”

“Sığırcık Suyu dağıtmak üzere Konya ve Antalya’ya gitmek isteyenSığırcık Suyu Şeyhi Hacı Ali Efendi’ye yardımcı olunması.”

“Şeyh Hacı Ali ve Ahmed efendilerin sığırcık suyunu Konya’yagötüreceklerinden onlara gereken kolaylığın gösterilmesi.”

“Edirne ve Selanik vilayetlerine gidecek olan sığırcık suyuşeyhlerinden Musa ve Bekir efendilere gerekli kolaylığın sağlanmasıtebliği.”

“Halep Vilayeti’ne gidecek olan sığırcık suyu şeyhlerindenHacı Ali Abdurrahman ve Mahmut Mazhar efendilere kolaylıkgösterilmesi.”

“Sığırcık suyu ile Kastamonu ve Sivas tarafına gidecekolan sığırcık şeyhlerinden Ömer, Hüseyin ve Osman Efendilerekolaylık gösterilmesi.”

“Sıgırcık suyu ile Bitlis ve Van taraflarının giden ŞeyhMehmed Remzi ve Şeyh Rıfat’a kolaylık sağlanması. Sığırcıksuyu ile Trabzon’a giden Şeyh Hasan ve Şeyh Hüseyin’e kolaylıksağlanması.”

“Muzır hayvanata karşı kullanılmak üzere Bursa ve Manisa’ya Sığırcık suyu götürecek Şeyh Ahmed ve Hamdiefendiler ile Şeyh Yusuf ve Naim efendilere gerekli kolaylığıngösterilmesi.”

“Sığırcık suyu’nu yanında bulundurarak Manisa veMidilli’ye gidecek Şeyh Ahmed Hamdi Efendi Gelibolu’yagidecek Şeyh Ahmed ve Yusuf efendilere kolaylık sağlanmasıhususunun ilgili valiliklere tebliği.”

“Yabanabad’ın Şeyhler karyesindeki sığırcık suyunu müstashibenAydın ve Biga’ya gidecek olan sığırcık suyu şeyhlerindenNaim, Yusuf ve Ahmed’e kolaylık sağlanması.”

“Sığırcık suyu şeyhlerinden Yabanabadlı es-Seyyid HalilHakkı üç arkadaşıyla Kale-i Sultaniye (Çanakkale) ve Edirnecihetlerine gideceklerinden kendilerine gerekli kolaylığın gösterilmesi.”

“Sığırcık suyunu müstashaben rüfekasından Emin ve Mehmed Ali efendilerle Kastamonu ve Konya’ya gideceklerinden bahislekendilerine kolaylık gösterilmesini isteyen sığırcık suyu meşayihindenİbrahim Efendi’nin talebi için gerekenin yapılması.”

“Yanında sığırcık suyu bulunduğu halde Konya taraflarınagidecek olan Şeyh Hacı Ahmed Hamdi Efendi ile arkadaşlarıhakkında vilayetce gerekli kolaylığın gösterilmesi.”

“Sığırcık suyu’nu müstashiben Yanya, İşkodra ve Trablusgarbtaraflarına gidecek olan Sığırcık şeyhlerinden Mehmet Tahir,Umyan ve Osman efendilere kolaylık gösterilmesi işarı.”

“Ziraat alanlarında arız olan haşeratın zararlarını def içinsığırcık şeyhlerinden el-Hac Ahmed Hamdi ve refikleri Seyyidve Yusuf efendilerin Edirne Vilayeti ve Çatalca Sancağı’na yapacaklarıseyahatte kendilerine kolaylık gösterilmesi talebi.”

“Ankara’ya gidecek olan sığırcık şeyhlerinden İbrahim ve arkadaşı Ahmed Efendilere gerekli kolaylığın ve yardımın gösterilmesi.”

“Sığırcık suyu’nu dağıtmak üzere İzmid ve Bursa’ya gidecekolan sığırcık suyu şeyhi Ahmed Hamdi ve üç arkadaşınagereken kolaylığın sağlanması.”

“Koyun ve keçiden alınması lazım gelen yapağı ve kıl resminden Kozviran karyesinde kain Sığırcık köyü şeyhlerinin besledikleri bin koyunun istisna tutulması.”

(Başbakanlık Devlet Arşivleri, www.devletarsivleri.gov.tr/katalog/.)

 

Bu belgelerden Sığırcık Suyu’nun Anadolu şehirlerinden başka Balkanlar, Afrika ve Asya kıtası şehirlerinde  de kullanıldığını görüyoruz.


 Kaynak:Abdulkerim ERDOĞAN " Şeyh Ali semerkandi ve Sığırcık Suyu"Reyhan Yayınları 2010

 




1 Yorum - Yorum Yaz

 

OSMANLI BELGELERİNDE

ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ (K.S.)

 
Osmanlı dönemi belgelerinde Şeyh Ali Semerkandîhazretlerinin adına ilk defa 1463 yılı AnkaraTahrir Defteri’nde rastladığımızı daha öncede zikretmiştik.
 
Şeyh Ali, Ankara sancağına bağlı coğrafî-idarîbirlik olan “Mudrıb”a bağlı Kuzvirân Köyü’nde yarımçiftlik yeri mülk edinerek buraya yerleşir.
 
Günümüzde Çamlıdere-Bayındır Baraj Gölü’nün dörtcihetinde bulunan köy ve mezralar Mudrıb’a bağlıdır. Buyerleşmeler de genellikle Çamlıdere ilçesine bağlı olan köylerdir.
 
Daha sonraki yıllarda Mudrıb idari birimi kaldırılırve Yabanabad kazasına dahil edilir.
 
Fatih Sultan Mehmed Han zamanına ait Tahrir Defteri’nde
 
“Kuzvîrân’da yarım çiftlik yer ve bir değirmenkadîmî mülk ıssı Şeyh Ali’ye vakf imiş, kadîmü’z-zemândanvakfiyyet üzere tasarruf olıgelmiş, el-hâletü hazihi Şeyh Alioğlu Şeyh vakfiyyet üzere mutasarrıfdır. Mahsûl 355” ibaresiyazılıdır.
 
Bu vakıf kaydına göre Şeyh Ali; ıssız ve insansız,Bizans döneminde veya daha önceden terkedilen ve o yıllarda “Kuzvirân” adıyla anılan, günümüzde türbesinin bulunduğu yere (Çamlıdere ilçe merkezi), bilinmeyen tarihte ailesi ile birlikte gelerek yerleşir.
 
Burada yarım çiftlik yeri mülk edinir. Bir çiftlik yer ise arazinin yuverimliliğine göre 60 ila 150 dönüm arasında değişmektedir.
 
Aluç Dağı yamaçlarından beslenen ve ilçemerkezinden geçen Acun Deresi kenarına da bir sudeğirmeni yaptırır. Daha sonra yaptırdığı “zaviye”ye bu sahip olduğu mülklerini vakfeder ve vefatından sonrada evlatlarının bu vakfa mutasarrıf olmasını şart koşar.
 
1463 yılında ismi zikredilmeyen ve zaviye şeyhi olan evladı da, kurduğu vakfın mütevellisidir.“Kuz/Guz” sabah güneşi almayan, dağın kuzeyyamacında bulunan yer, kuzay ve kuzey mânasına,“Virân” ise terkedilmiş, harap, ören, virâne yer anlamına gelir.
 
Şeyh Ali hazretlerinin su değirmenini yaptığı yıllarda bölgede Alakoç, Mudrıbağcin, Buğralar, Çorman,Elmalı, Avdan, Elviran, Acıca (Atça) ve Tatlak gibi köyler bulunmakta ve tarım yapılmaktadır. 
 
Şeyh Ali Zâviyesi:Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin kurduğu zâviye,günümüz Çamlıdere ilçe merkezinde Osmanlılar döneminde yapılan ilk yapıdır.
 
Burası daha önceden terkedilmiş ve virâne olmuş “Kuzvirân” adında bir yerleşmedir.“Dergâh”, “tekke”, “asitane”, “ribat” ve “hankâh”gibi isimlerle de anılan “zâviye”ler, İslâm tasavvufî hayatın temel müessesesidir.
 
Bu dîni-sosyal müesseeler, Anadolu’nun İslâmlaşmasında ve Türkleşmesinde önemli rol oynamış, fetihlerinileri karakolları olmuştur. Esas amaçları insana hizmet olan bu zâviyelerin tamamında “âyende ve revendeye hizmet” esas olup, “Yaradılanı severiz, Yaratan’danötürü” düsturu ile Anadolu’da gönül birliğini tesis etmişlerdir.
 
Bu özelliği ile dîn, dil ve ırk ayrımı yapmaksızın“gönül mektebi” ve “sevgi ocağı” olmuşlardır.Kısacası zaviyeler ilâhî aşkın gönüllere yerleştirilerek fethedildiği, yeni iskânların teşvik edildiği ve köylerinkurulduğu, cehaletin yok edildiği, ilim ve kültürocağı, yeni fetihler için hazırlık üssü, sanat ve zenaat merkezi, zikir meclislerinin toplandığı, edep ve erkânın öğretildiği, yolda kalmışların sığınağı, yolcuların molayeri, gariplerin yuvası, ikram edilen yemeklerin şifa olduğubir manevi tedavi merkezidir.
 
Anadolu’da zâviyeler genellikle Bizans tarafından terkedilen köy ve kasabalara, ıssız ve tenha ziraate elverişli bölgelere, ulaşım yolu güzergâhları üzerine,dağ başlarına ve geçitlere kurulmuştur.
 
Bu zaviyeler“ahi” reisleri veya bir tarikata mensup “şeyh”ler tarafından kurulmuş dîni ve sosyal kuruluşlar olmasına rağmen askeri karakol, han, imâret, mektep ve çiftlikgibi önemli işlevleri de yerine getirmiştir.
 
Bir zâviyede insan hayatı için gerekli olan çeşme,hamam, ekmek fırını, mutfak, kiler, mescid, zikirhane,sohbet odaları, yatakhane, su değirmeni, ahır ve samanlıkgibi yapılar bulunur.
 
Ayrıca zâviyenin her türlügıda ihtiyacı da zâviye vakfına ait çiftliklerde yetiştirilir.Bu çiftliklerde küçük ve büyükbaş hayvan beslenerek,et ve süt ürünleri ihtiyacı karşılanır. Binek vekoşu hayvanı beslenir.
 
Bağ, bahçe ve bostanlarındada ihtiyacı karşılayacak üretim yapılır.46Çamlıdere-Kızılcahamam bölgesinde tespit edebildiğimizve Anadolu Selçuklular döneminde kurulan ilkzaviye Kızılcahamam-Taşlıca Köyü’nde bulunan “OruçGazi Zâviyesi”dir. Oruç Gazi ise “Anadolu Efsanesi”ninkaynağı olan “Kırmızı Ebe”nin oğludur.
 
Daha sonrakiyıllarda bölgede kurulan bazı zaviyeler ise şunlardır:
 
Baba Kıbel Zâviyesi, Çeçtepe Köyü, Kızılcahamam.
 
Şeyh Aziz Zâviyesi, Güneysaray Köyü, Kızılcahamam.
 
Yahya Bey Zâviyesi, Saray Köyü, Kızılcahamam.
 
Şeyh Hasan Zâviyesi, Sey Hamamı, Kızılcahamam.
 
İncik Sultan Zâviyesi, Kürt (Yediören) Köyü, Çamlıdere.
 
Şeyh Şemseddin Zâviyesi, Pazar Köyü, Kızılcahamam.
 
Sultan Alaaddin Hoca Zâviyesi, Kınık Köyü, Kızılcahamam.
 
Şeyh Mahmud Zâviyesi, Demirciören Köyü, Kızılcahamam.
 
Ahi Durak Zâviyesi, Pazar bölgesi, Kızılcahamam.
 
Şeyh Abdurrahman Zâviyesi, Otacı Köyü, Kızılcahamam.
 
Halil Baba Zâviyesi, Bardakçılar Köyü, Çamlıdere.
 
Ayrıca Ankara Sancağı’nda Şeyh Ali ismini taşıyan vezâviyesi bulunan iki ayrı “Şeyh Ali” daha vardır.
 
BirincisiYalıncak (ODTÜ Kampüsü) Köyü’nde bulunan Şeyh Ali(Yalıncak Zâviyesi) ile Murtaza Hisarı (Kazan-Saray Mahallesi)Köyü’nde bulunan Seydi Ali Zâviyesi.
 
Şeyh Ali Semerkandî hazretleri Kuzviran Köyü’negeldiği zaman bölge tamamen ıssız ve insansız biryerdir. İlk olarak bir zâviye (tekke) binası yapar ve burayaailesi ile birlikte yerleşir.
 
Tekkenin ihtiyacını karşılamakiçin de bölgede bulunan Acun Çayı üzerinebir su değirmeni inşa eder.
 
Issız ve sahipsiz olan bubölgede yarım çiftlik yeri mülk edinir ve ziraat yapmayabaşlar. Diğer taraftan da asli görevi olan irşâdfaaliyetlerini sürdürür. Tekkesine gelenlere zengin fakirdemeden ikramlarda bulunur. Kısa sürede zâviyesibölge insanının manevi sığınağı olur.
 
Yarım çiftlik yerile su değirmeninin yıllık gelirini de bu zaviyenin giderlerininkarşılanması için vakfeder. Vefatından sonra dasoyundan gelen evladının kurduğu bu vakfa mutasarrıfolmasını şart kılar.
 
Şeyh Ali hazretlerinin vefat tarihini kesin olarakbilemiyoruz. Yalnız 1463 yılından önce vefat ettiğinivakıf kayıtlarından öğreniyoruz.
 
1530 yılında Şeyh Ali’nin soyundan gelen erkeknüfus sekize ulaşır. Zâviye yakınına evladı tarafından“Şeyh Ali Camii” yaptırılır.
 
1530 tarihli Ankara TahrirDefteri’nde şu kayıtlar bulunur:
 
”Vakf-ı zâviye-i Ali, mezrea-i der karye-i Kuzvîrân, ta’alllukâtnefer 8, hâsıl 250.”“Vakf-ı câmi’-i Şeyh Ali, der karye-i Kuzvîrân, âsiyâb bâb 1,hâsıl 200, nısfı müezzine ve nısfı muarrife meşruttur.”Vakıf değirmeninin yıllık geliri 200 akçe olup, yarısınıcami müezzini, yarısını da muarrif (cami ve tekkelerdehayır sahiplerinin adlarını sayan derviş) almaktadır.Yarım çiftlik (60-100 dönüm) yerin yıllık geliri ise 250akçe olup, bu hasılat zâviyenin (tekkenin) giderlerineharcanır.
 
1571 yılında ve Sultan İkinci Selim Han zamanındaise Kuzviran Köyü’nde bulunan zaviyede Şeyh AliSemerkandî hazretlerinin soyundan gelen erkek evladınsayısı onbire çıkar ve vakıf su değirmeni sayısı daüç olur.
 
Böylelikle zaviyede ve camide görev yapanlarınsayısı da fazlalaşır.“Mezrea-i der karye-i Kuzvîrân, tabi’-i Mudrıb, mezrea-imezbûre buçuk çiftlik yerdir ve üç değirmen vardır; Şeyh AliZaviyesi’ne vakıfdır.
 
El-hâletü hazihi hükm-i pâdişâhî mûcebinceevlâdından Şeyh Osman tasarrufunda bulundu deyu kaydolunmuş, der Defter-i Köhne. El-hâletü hazihi Şeyh Osmanve Şeyh Mehmed mutasarrıflardır, ellerinde pâdişâhımız berâtıvardır deyu mukayyed der Defter-i Köhnede. Hâliyâ meşîhat-imezbûre pâdişâhımız berâtiyle Osman Şeyh evlâdından MahmudŞeyh ve Mehmed Şeyh evlâdından Hamza ve Halîm’e verilmişdeyu mukayyeddir.
 
Defter-i Atîk’de ve hâliyâ MehmedSeydi ve Abdurrahman, veledân-ı Halîm; ve Abdülgaffar veŞeyh Kasım, veledân-ı Osman; ve Mustafa şeyh olub mezrea-imezbûreye pâdişâhımız (İkinci Selim) berât-ı hümâyûnıylamutasarrıflar olmağın Defter-i Cedîd’e kayd olundu.”“Ta’allukât-ı sâhib-i vakf (on yedi isim kaydı var, biri sâhib-izâviyedâr, biri du’âgû-yı pâdişâh-ı âlempenâh, biri şeyh-izâviyedâr bâ-berât, biri hatîb ve şeyh bâ-berât, dördü muhassılolmak üzere on yedi kişinin isimleri kayıtlı).
 
Mezkûrun kimesnelerHazret-i Ömer radıyallahu anhu evlâdından Şeyh AliSemerkandî evlâdından olmağın avarız-ı divaniyye ve tekalif-iörfiyyeden ve rüsûm-ı raiyyetden muaf olmak üzere paye-iserir-i alâya arz olundukta azîzin evladından Şeyh AbdurrahmanSeydî veled-i Halîmi ve andan mâada on bir nefer kimesneleriçün avârız-ı divâniyye ve tekâlif-i örfiyyeden ve rusûm-ıraiyyetden ve âdet-i ağnâmdan resm virmemek içün, sene 978Zilhicce’sinin yedinci gününde hükm-i şerîf sadaka olunub bermûceb-i emr-i âlî defter-i cedîde kayd olundu. Hâsıl 250.”
 
Bu belgeden, Şeyh Ali Semerkandî zâviyesine evladındanŞeyh Osman ve Şeyh Mehmed’in mutasarrıfolduğunu, daha sonra da Şeyhin neslinden olan kişilerinpadişah beratıyla mutasarrıf olduklarını, şeyhinevladının da her türlü vergiden de muaf tutulduklarınıöğreniyoruz.
 
Şeyh Ali Zaviyesi’ne tanınan vergi muafiyetleriCumhuriyet’in ilanına kadar devam eder. Günümüzdeise Şeyh Ali Zaviyesi’ne ait bir yapı yoktur.Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin neslinden gelenlerinsayısı artınca, zaman içinde bazıları KuzviranKöyü’nden ayrılarak başka köylere göçer ve oradazâviye kurarlar.
 
Çamlıdere Bardakçılar Köyü’nde HalilDede ve Kızılcahamam Otacı-Şıhlar Köyü’nde Şeyh Abdurrahmanhazretleri bu şahsiyetlerden bazılarıdır.
 
Günümüzde Kızılcahamam Berçinçatak Köyü’ndebulunan Ali Semerkandi Camii’nin Şeyh Ali Semerkandî tarafından yapıldığı rivayet edilse de bunu doğrulayan bir belgeye rastlanmamıştır.
 
Mezkûr cami AliSemerkandî hazretleri tarafından yapılsaydı ÇankırıVilayeti Tahrir Defterlerinde zikredilirdi. Kanaatimizcebu cami, yıllar sonra onun bölgedeki manevi hatırasına,ahali tarafından yapılmıştır.
 
Vakıf kayıtlarında “Şorbakazası Elviran (Alviran) Köyü’nde Şeyh Ali Cami-i ŞerifVakfı” bulunmaktadır. Günümüzde bu cami, öncedenElören Köyü’nün bir yerleşmesi olan KızılcahamamYeşilköy’de bulunmaktadır.
 
1325/1907 yılı “Ankara Vilayeti Sâlnâmesi” Yabanabadkazası bölümünde Şeyh Ali Semerkandî hazretlerihakkında şu bilgi verilir:“Merâkıd-ı mübâreke:
 
Yabanabad kazasının Şeyhler karyesindeHazreti Ömerü’l-Faruk (Radiyallahuanhu) Efendimizinsülale-i tahirelerinden Şeyh Ali Semerkandî kuddısesırrahu’l-âli hazretlerinin âsâr-ı keramât-ı seniyyelerindenŞeyh Ali Semerkandî mezarı, onarım sonrası (22 Mayıs 2008).
 
Şeyh Ali Semerkandi (k.s.) ve Sığırcık Suyukarye-i mezkûre civarında nebean ile bir metro mesafedeyine zîr-i zemine cari ve nihan olan Sığırcık Suyu her tarafanakledilmekte ve ab-ı şerif-i mezkurun hassa-i garibe ve icaznumâsındanolarak her nereye nakledilirse orada batın vekanatları beyaz bir nevi sığırcık kuşları peyda olup mezrûatairâs-ı hasarda bulunan haşerat ve müziyatı mahv ve itlaf etmekteoldukları mütevatirdir.”
 
Zaman içinde Şeyh Ali Semerkandî Vakfı’nın gelirleriazalır. Şeyh Ali Semerkandî Camii ve su yollarınınonarımı gerekir ve durum zamanın padişahı SultanAbdülhamid Han’a iletilir. İkinci Abdülhamid Han,1892 yılında Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin camive su yollarının onarımı için özel para yardımındabulunur.
 
Onarım işlerinin de Yabanabad kaymakamıveya Kaymakam yerine tayin edilecek bir kişi tarafındanyürütülmesi istenir. Osmanlı Arşivleri’nde konuile ilgili şu belgeye rastlıyoruz:Şeyh Ali Semerkandi Türbesi, onarım sonrası (23 Ağustos 2009).
 
Şeyh Ali Semerkandi (k.s.) ve Sığırcık Suyu“Yabanabad kazasının Şeyhler Köyü’ndeki Şeyh Ali es-Semerkandî hazretlerinin camisi ile su yollarının tamiri gerektiğive bu tamire yalnız kaza kaymakamın nezaret için birvekil tayini ile gönderilmesi veyahud inşaatın nezaretine diğerbir münasibinin tayini.”1909 yılında ise İkinci Abdülhamid Han tarafındangönderilen paranın usulüne uygun harcanmadığı tespitedilir ve görevliler hakkında soruşturma açılır. 10/L/1326 Hicrî/1909 Miladi tarihli belgede “Yabanabad kazasınınAlidede Şeyhler Köyü’ndeki Şeyh Ali es-Semerkandîtürbesi ve camisinin noksanlarını tamamlamak üzere padişahtarafından verilen para ile ahaliden toplanılan paralarızimmetlerine geçirip başka amaçlarda harcayanlar hakkındagerekenin yapılmasının Ankara Valiliği’ne bildirilmesi”istenir.
 
1913 yılında Şeyhler kasabasında çıkan büyük yangında,Şeyh Ali Semerkandî Camii ve külliyesi büyükzarar görür. Daha sonraki yıllarda Şeyh Ali Semerkandîhazretleri türbesinde değişik onarımlar yapılır. Günümüzdetürbede bulunan mezarlar, Şeyh Ali Semerkandîhazretlerinin soyundan gelen kişilere aittir.
 
Kuzviran Köyü’nden Çamlıdere ilçesine Şeyh Ali Semerkandî hazretleri tarafından yapılanilk zaviye (tekke) binası ile başlayan Kuzvirân yerleşmesi,kısa sürede bölgenin manevî merkezi olur.
 
Zamaniçinde Kuzvirân Köyü’ne başka yerlerden ailelergelerek yerleşir ve “Kuzvirân Şeyhler”, “Seydiler”, “Şeyhler”,“Ali Dede Şeyhler” adını alan büyük bir kasabameydana gelir. Yabanabad kazasının nüfusu en yoğunyerleşmesi olur. Daha sonra nahiye (bucak) merkeziolur ve belediye teşkilatı kurulur.
 
Aynı zamanda böl-67 Şeyh Ali Semerkandi (k.s.) ve Sığırcık Suyugenin önemli eğitim merkezi olan Şeyhler kasabasındamektep ve medreseler açılır. Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin neslinden devrinin önde gelen alimleriyetişir. Ahmed Hulusi Efendi ve Ebubekir Sıdkı Efendibu şahsiyetlerden bazılarıdır.
 
Şeyhler kasabası aynızamanda bölgenin önemli bir ticari merkezi durumunagelir. 1913 yılında Şeyhler kasabasında büyük biryangın çıkar. Çok sayıda mesken ve dükkan yanar. Buyangından sonra kasabada oturan nüfus başka köylereyerleşir.
 
Osmanlı Arşivlerinde bu yangınla ilgili şubelgelere rastlıyoruz:“Çıkan yangında mal kaybına uğrayan Yabanabad kazasıŞeyhler karyesinden Şeyh Mustafa Bey’e yangınzedeleregönderilen iane akçesinden verilmesi.” “Ankara vilâyeti dahilindeYabanabad kazası Şorba nahiyesinde yangından zarargören ahali için gerekli meblağın tesviyesi.”
 
Ali Dede Şeyler nahiyesi daha sonra “Çamlıdere” adını alır ve 1953 yılında ilçe merkezi olur.
 

 Kaynak: Abdulkerim ERDOĞAN “Şeyh Ali Semerkandi ve Sığırcık Suyu” Reyhan  Yayınları/2010 




0 Yorum - Yorum Yaz
 
ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ HZ.  ZAMANINDA
ANKARA VE CİVARI
 
Ankara ve civarında tam Osmanlı hakimiyeti 1362 yılında Osmanlı tahtına geçen Sultan Murad Hüdavendigar zamanında kurulur.
 
Murad Hüdavendigar Ankara şehir merkezinde imar faaliyetlerini başlatır ve günümüzde Çubuk, Akyurt ve Pursaklar ilçelerine bağlı çok sayıda köyün yıllık gelirlerini “Haremeyn” (Mekke ve Medine) vakıflarına tahsis eder.
 
Ankara’nın kuzey ve batısında“Turasan Bey Memleketi”, “Binari İli”, “Yaban Ovası”,“Mudrıb”, “Çubuk”, “Murtad Ovası”, “Bacı” ve “Ayaş”gibi idari birimler kurularak Ankara Sancağı’na bağlanır.Bölgede Oğuz Türkmen boylarına mensup cemaatlerin yerleştirildiği ve kendi “soy” adlarını taşıyan “Kayı”, “Kınık”,“Kızık”, “Bayındır”, “Alpagud”, “Eymir”, “İymir,” “Peçenek”ve “Dodurga” gibi köylerin varlığı görülür.
 
Murad Hüdavendigar bölgede önemli Türkmen beyleri ile ahi reisleri ve gazi-dervişlere “tımar” mülkleri verir. Turasan Bey, Baba Kıbel, Elvan Şeyh, Şeyh İvaz,Şeyh Aziz, Yahya Bey, Şeyh Hasan, Şeyh Şemseddin, GülBaba, Şeyh Bahşayiş, Aydın Şeyh, Şeyh Mahmud, Ahi Durak,Şeyh Abdurrahman, Ahi Mahmud, Paşacık, Ahi İsmail, AhiMesud, Yağmur Şeyh, Mehdi Şeyh, Şeyh Yağmur, Hacı Tuğrul,Basri Şeyh, Şeyh Ahmed, Şeyh Ali, Seydi Ali ve Osman Dede gibi bey ve dervişler zâviyeler kurarlar. Ankara’da çok sayıda medrese açılır ve bu medreselerde sayısız alim yetişir.
 
Numan b. Ahmed  diğer adıyla Hacı Bayram-ı Veli  hazretleri Melike Hatun Medresesi (Kara Medrese)’nde müderrislik yapar.
 
4228 Haziran 1389 tarihinde Haçlı Ordusu ile yapılan Kosova muharebesinde şehid düşen Murad Hüdavendigar’dan sonra Osmanlı tahtına oğlu Yıldırım Bayezid Han geçer ve Ankara Sancağı “Anadolu Beylerbeyliği”yani “eyalet” merkezi olur.
 
Yıldırım Bayezid Han, 1392yılında Candaroğulları’nın Kastamonu şubesi emiri Süleyman Paşa’nın üzerine bir ordu ile yürür. Bu orduda Bizansİmparatoru Manuel Paleologos da bulunur. Ordusu bozguna uğrayan Süleyman Paşa, cephede vefat eder ve Bayezid Han, Kastamonu ve Çankırı topraklarını Osmanlı hakimiyeti altına alır.
 
Bu dönemde Işık ve Aydosdağları bölgesinde bulunan bazı köyler ile yaylalar Çankırı’ya bağlıdır. Bayezid Han, ordusu ile Ankara’ya gelir ve kışı ordusu ile birlikte Ankara’da geçirir.
 
Bizans İmparatoru Manuel Paleologos, Ankara’da kaldığı süre içerisinde adını vermediği bir “müderris”le dini konularda münazarada bulunur. Bu müderrisin şehirde çok hatırlı bir kişi olduğunu, yöneticilerin dahi bu müderrisin sözüne itibar ettiklerini anlatır. İmparator bu müderrisin evinde kalır.
 
Fuat Bayramoğlu bu müderrisin Hacı Bayram-ı Veli olabileceğini savunur. Bazı kaynaklarda Hacı Bayram-ı Veli’nin Yıldırım Han’ın “kapıcıbaşılığı”(özel kalem)nı yaptığı zikredilir. Bu görüşe göre Yıldırım, Hacı Bayram-ı Veli ile Ankara’da kaldığı sürede tanışmış olabilir.
 
Yıldırım Han’ın Ankara’da kaldığı kış süresince kendisinin ve ordusunun nerede konakladığı bilinmemektedir.Kışı Ankara’da geçiren Yıldırım Han, baharda ordusu ile Konya-Akşehir istikametine hareket eder.
 
Yıldırım Bayezid Han, 1391 yılında İstanbul’u karadanve denizden kuşatarak, yedi ay süren kuşatma sonunda, Bizanslılar’dan bazı imtiyazlar elde eder.Uzun süre abluka altında tuttuğu İstanbul’u 1395 yılında ikinci kez kuşatır. Kış mevsiminin yaklaşması üzerine kuşatmaya son verir.
 
1396 yılında Yıldırım Bayezid, İstanbul’u üçüncü kez kuşatır, ancak sonuç alamaz. 1400 yılında Bizans İmparatoru’nun Avrupa ülkelerini yeni bir haçlı seferi için örgütlemeye çalışması üzerine Yıldırım Bayezid, İstanbul’u dördüncükez kuşatır.
 
Timur Han’ın Anadolu’ya girmesi üzerine kuşatmayı kaldırır.1402 yılında Timur Han ile Yıldırım Bayezid Han’ın orduları Ankara Çubuk Ovası’nda muharebeye girişir.
 
Yıldırım Han’ın ordusunda bulunan Menteşeoğulları,Germiyanoğulları ve Saruhanoğulları ile kara tatarlarTimur Han tarafına geçer.
 
Yıldırım’ın çocukları da babasını yalnız bırakır. Neticede Osmanlı ordusu yenilirve Yıldırım Han esir düşer.
 
İki müslüman ordunun bu muharebesinden sonra Anadolu’da Osmanlı birliği bozulur ve hakim Türkmen Beylikleri yeniden sahneye çıkar. Özellikle Ankara ve civarı bu savaştan büyük zarar görür.
 
Hasat mevsimi olduğu için köylülerin ürünleri telef olur. Yönetimde çok başlılık başlar ve Candaroğulları Ankara’nın kuzey ve kuzeybatısında hakimiyet kurar. Osmalı tarihinde “Fetret dönemi” olarak adlandırılantarihi süreç başlar.
 

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin de Çamlıdere bölgesine bu karışık dönemde geldiği kanaatindeyiz. Hacı Bayram-ı Veli hazretleri de aynı dönemde Ankara  şehir merkezinde bir zâviye kurarak, dağılan Anadolu birliğini manen kurmaya çalışır. Anadolu’dan çok sayıda alim ve mutasavvıf Ankara’ya gelir.


 

Kaynak: Abdulkerim ERDOĞAN “Şeyh Ali Semerkandi ve Sığırcık Suyu” Reyhan  Yayınları/2010 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ (K.S)

  Adı ve Nesebi   

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin Osmanlı dönemi belgelerinde asıl adı “Ali”dir.

Bu bilgiye Fatih Sultan Mehmed döneminde yazılan 1463 tarihli “Ankara Tahrir Defteri”ndeki kayıtlardan ulaşıyoruz.

Mezkur defterde Yabanabad kazası vakıfları zikredilirken “Kuzvîrân’da yarım çiftlik yer ve bir değirmen kadîmî mülk ıssı Şeyh Ali’ye vakf imiş” ibaresi yazılıdır.17

Yabanabad; günümüzde Kızılcahamam ve Çamlıdere’nin tamamı ile Çubuk, Güdül, Ayaş, Kazan ve Çankırı’nın Orta ilçesini kısmen ihtiva eden Anlara Sancağı’na bağlı bir kazadır.

Kuzvirân Köyü ise günümüzde Çamlıdere ilçe merkezinin bulunduğu yerdir.  

 1530 yılı Ankara Tahrir Defteri’nde de “Vakf-ı zâviye-i Ali” (Ali Zaviyesi Vakfı) ve “Vakf-ı Cami-i Şeyh Ali” (Şeyh Ali Camii Vakfı) şeklinde kayıtlıdır.18 

“Semerkandî” lakabının ise vefatından sonraki yıllarda verildiği anlaşılmaktadır.

1571 tarihli Sultan İkinci Selim’e ait fermanda ise “Şeyh Ali Semerkandî”olarak zikredilir.19

Kanaatimizce Şeyh Ali hazretlerinin doğduğu veya geldiği yer Semerkand şehri olduğu için “Semerkandî” nisbesi verilmiştir.

Nisbe olarak genellikle doğduğu yerin adı verilir. Ankaralıya “Ankaravî” (Hüsameddin Ankaravî), Bursalıya “Bursevî” (İsmâil Hakkı Bursevî), Erzincanlıya “Erzincanî” (Abdürrahim Erzincanî), Konyalıya “Konevî” (Sadreddin Konevî) ve İsfahanlıya “İsfahanî” (Abdülkadir İsfahanî) denildiği gibi.

 Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin nesebi ise İkinci büyük Halife Hazreti Ömer radıyallahu anhu (Allah ondan razı olsun)’ya ulaşmaktadır. Şeyh Ali Semerkandî’nin Hazreti Ömer (r.a.) soyundan ve “Farukiye” sülalesinden bir aileye mensup olduğu İkinci Selim Han’ın fermanında “Hazret-i Ömer radıyallahu anhu evlâdından Şeyh Ali Semerkandî” ibaresi ile nesebi kesinlik kazanır.20

  

 

Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu İkinci Selim Han’dan sonra tahta geçen her Osmanlı padişahı tarafından yenilenen ve şeyhin evlatlarına verilen fermanlarda Ali Semerkandî’nin nesebi hakkında genellikle şu ibareler kullanılır:  

“Pişvâ-yı ricâl-i erbaîn,

Halife-i sânî,

Resulü’l-emîn

Hazret-i Ömerü’l-Faruk radiyallahü anh evlatlarından kutbu’lârifîn,rahmete’l-vâsilîn mümaileyhin eş-Şeyh Ali kuddise sırruhü’l-aziz.”21   

İlk müslüman olan kırk kişinin önderi, ikinci halife ve Allah’ın elçisi Hazreti Muhammed’in -salât ve selâm O’nun üzerine olsun- en güvendiği kişilerden olan Hazreti Ömer el-Faruk -Allah ondan razı olsun- evlatlarından, ârif kişilerin önderi, rahmete ulaşanlardan olan Şeyh Ali. O’nun sırrı mukaddes olsun.

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin elkâbında kullanılan “Şeyh”, “Kutbu’l-ârifîn”, rahmete’l-vâsilîn” ve “kuddise sırruhu’l-aziz” gibi övgü ve saygı ifadelerinden, bir tarikatın önde geleni yani “mürşîd” (irşâd eden) makamında olduğunu öğrenmekteyiz.  

Vakıf belgelerinde de “Şeyh Ali Zaviyesi”nin Kuzviran Köyü’nde olduğu da açıkca zikredilir.22  

 “Şeyh”: Tasavvufta bir tekke veya zâviyede reislik edip, müridleri bulunan kişi. Pîr, mürşîd, efendi, seydâ, dede ve baba olarakta anılır. Selçuklu ve Osmanlı ticari hayatında meslek birliklerinin başkanı olan kişilerede “şeyh” veya “pîr” denilmiştir.

Mürşîd kelime olarak “Doğru yolu gösteren, klavuz, rehber” anlamlarına gelir. Terim olarak Mürşîd “velâyet” sahibi olup, müridlerini (bağlılarını) manevi yönden eğiten ve irşâd edendir. 

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin elkâbından onun bir tarikatın ve kurduğu zâviyenin de şeyhi olduğunu anlıyoruz.23

    

15 Eylül 1839 tarihli Sultan Abdulmecid Han Tarafından  Şeyh Ali Semerkandi Hazretlerinin evlatlarına verilen beratın aslı (BOA  Müzehheb Fermanlara, No:812)    

“Kutbu’l-ârifîn”:

Mutasavvıflar (tasavvuf büyükleri) için kullanılan bir övgü sıfatı olup, yaşadığı dönemde bulunan diğer ârif ve irfân sahibi olan velî kişilerin önderi, başkanı anlamına gelir.   

“Kutup/Kutb”: Değirmen taşının miline verilen ad. Tasavvufta, evrenin manevi yönetiminden sorumlu veliler hükümetinin başkanı. Mutasavvıflara göre değirmen taşı milin çevresinde döndüğü gibi bütün evren de kendisinin çevresinde döndüğü için velîler başkanına “kutub” denilmiştir.

“Kutbu’l-Aktab” ise Kutublar Kutbu anlamında kullanılmıştır. Kutub’a, kendisine sığınanlara yardım eden anlamında “Gavs” ya da “Gavsu’l-Azam” da denir.

Kutub, varlığın yaratılış nedeni olan Muhammedî hakikatin (Hakikat-ı Muhammediye) kendisinde tecelli ettiği kişidir. Veliliğin son ve en yüksek makamı olan kutubluğa kişi kendi çaba ve çalışması ile değil, ancak Allah’ın bağışı, vergisi sonucu gelebilir.

Kutubluk makamının “Kutbu’l-İrşad” ve “Kutbu’l-Aktab” ya da “Kutbu’l-Vücud” denilen iki çeşidi vardır.

Kutbu’l İrşâd, nübüvvet (peygamberlik) kurumunun iç yüzünü (batın);

Kutbu’l-Vücud ise son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’in velayetini (iç yüzünü) temsil eder. İrşâd kutubları nebiler gibi çok olabilir; fakat Vücud Kutbu her dönemde ancak bir tane bulunabilir.

“Ârif”: Bilen, bilgide ileri olan, vâkıf ve âşina olan, zevki ve vicdanî, külfetsiz olarak irfân sahibi olan. Hakkı layıkıyla anlayıp bilen ve ilmi ile âmil olan. Günümüz mürşîdlerinden Abdurrahim Reyhan (k.s.) hazretlerinin ifadesi ile “irfân ruhun tahsili”, ârif ise bu tahsili gören kişidir. Salih Baba Divânı’nda âriflerin sohbetlerinin özelliği şu beyitle anlatılır:

 Ârifin her bir kelâmı bir mücevher kânıdır

 Cânlara verir hayâtı âb-ı hayatdan lezîz

 Rahmete’l-vâsilîn”:

Mutasavvıflar için kullanılan bir övgü sıfatı olup, Cenab-ı Hakk’ın rahmetine ulaşmış, Allah’ın bağışlamasına ve merhametine kavuşmuş, yarlığanan, merhamet edilmiş, O’nun razı olduğu kullar arasına girmiş kimse anlamlarında kullanılır.

“Kuddise sırruhu’l-aziz”:

Tasavvuf büyüklerinin isimlerizikredildikten sonra, ona dua ve saygı ifadesi olarak kullanılır. Kendisine Allah tarafından verilen manevî sırların mukaddes, üstün ve mübârek olması temennisinde bulunmaktır.24  

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin silsilenâmesi, yani mensubu olduğu tarikat soy ağacı günümüze ulaşmadığı için, hangi tarikata mensup olduğunu kesin olarak bilemiyoruz.

1894 miladi tarihli “Sığırcık Suyu şeyhlerinden ve Tarikat-ı Nakşibendîyye’den olup, Manastır’a gidecek olan Şeyh Hacı Ali ve Şeyh Bekir Efendilerin Sülale-i Tahire’den olduklarının tasdik kılındığı”na dair belgeden Şeyh Ali Semerkandî soyundan gelenlerin “Nakşibendî“ tarikatına mensup olduklarını öğreniyoruz.25 


Kaynak: Abdulkerim ERDOĞAN “Şeyh Ali Semerkandi ve Sığırcık Suyu” Reyhan  Yayınları/2010 

 17 Ahmet Nezihi Turan, Yabanabad Tarihini Ararken, Kızılcahamam BelediyesiYayınları, s. 78-79; Muzaffer Arıkan, 867 Tarihli Ankara Tahrir Defteri(Açıklamalarla Metin Tesbiti), A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, BasılmamışDok. Tezi, Ankara, 1943.

18 438 Numaralı Muhasebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri, 937/1530, I. Kütahya,Kara-hisâr-ı Sahib, Sultan-önü, Hamîd ve Ankara Livâları, -Dizin veTıpkıbasım-, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları,Ankara, 1993, s. 411.

19 Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Kuyûd-ı Kadîme Arşivi, TahrirDefteri, 558, s.91b-92a.

20 Başbakanlık Devlet Arşivleri, Cevdet İktisad, No.1938.

21 Başbakanlık Devlet Arşivleri, Müzehheb Fermanlara, No: 812.

22 438 Numaralı Muhasebe-i Vilâyet-i Anadolu Defteri, 937/1530, I. s. 411.

23 Ahmet Yaşar Ocak, “Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, S. XII, Ankara, 1979.

24 Süleynan Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü; Kabalcı Yayınları.

25 Başbakanlık Devlet Arşivleri, www.devletarsivleri.gov.tr/katalog/.  




0 Yorum - Yorum Yaz

HENÜZ VERİ GİRİŞİ YAPILMADI..

 




1 Yorum - Yorum Yaz

ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ HAZRETLERİNİN

PEYGAMBERİMİZ  (SAV)  İLE AKRABALIĞI 

 

Sevgili Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm (sav) sevgili eşi Hz. Âişe' den sonra Hz. Ömerü'l-Faruk'un kızı Hz. Hafsa ile evlendi.  Hz. Hafsa iki cihanın efendisi Peygamberimizin (sav) ikinci halifesi Hz. Ömer'in sevgili kerimesiydi.
 
Rasül-i Ekrem (sav) Hz. Ömer'e akrabalık kurmakla daha yaklaştı. Bu akrabalık Hz. Ömer'i Peygamberimizin (sav) en yakın arkadaşı yaptı.  
 
Hz. Ömer'in kızı ile evlenen Peygamberimiz (sav)  Hz. Hafsa'nın sebebi ile Hz. Ömer'le kop­ması mümkün olmayan dostluk bağını pekiştirmiş oldu. Hz. Ömer için: «Ehli cennetin lambasıdır» buyrulmuştur.
 
Rasül-i Ekrem'in (sav)  her bir evlenmesinde behemehal bir hikmet mevcut­tur. Bu hikmeti görebilmek gerekir. Peygamber Efendimizin (sav) evlenmelerinin sebeplerini insaf ve gerçek gözü ile tetkik eden bu evlenmelerdeki yüce amaçları gayet kolayca ve açık bir şekilde anlayabilir.
 
Hz. Hafsa imanlı bir hanımdı. İslâm yolunda zihinlerden silinmesi müm­kün olmayan zahmetler ve meşakkatler çekmiştir. Hem cefakâr ve hem ve­fakâr idi. Efendimizin (sav) Hz. Hafsa ile evlenmesi bir şefkat ve bir merhamet duygusunu ifade ediyordu.
 
Hz. Ömer bir gün Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâmdan (sav): «Bütün soylar, bağlantılar, akrabalıklar kıyamet gününde yok olacaktır. Ancak be nim soyum ve akrabalarım bunun dışındadır» sözünü duymuştu.
 
 
Bunu dü­şünerek kendi kendine «Benim soyum, bağlantım var, sadece akrabalığım yok» diye Hz. Ali'den Ümmü Gülsüm'ü eş olarak istedi. Hz. Ali kızının he­nüz küçük olduğunu söyleyerek «Göndereyim; görür, beğenir ve kabul eder­sen, olur» demişti.
 
Bunun üzerine evine gelip kızının eline bir örtü verdi ve bunu Hz. Ömer'e götür, dedi. Ümmü Gülsüm örtüyü götürdü ve ona «Bu­nu kabul eder misiniz?» diye sordu. Hz. Ömer gülerek «Kabul ettim» deyin­ce, bu haberi babasına ileten Ümmü Gülsüm böylece Hz. Ömer'in eşi oldu. Nikâh kıyıldı ve Zeyd ile Rukiye ondan doğdu» .Bu yol ile Hazreti Peygambere (sav) akrabalık kuran Hz. Ömer dileğine ka­vuşmuş oldu.
 
Bundan böyle büyük dedesi Hz. Peygambere (sav) akraba olan Şeyh Ali Semerkandî de bu kanal ile akraba olmuş bulunuyor.

Şeyh Ali Semerkandî'nin büyük dedesi Hz. Ömer bir yandan kızı Hz. Hafsa'yı Hz. Peygamber'e (sav) vermiş, bir yandan kendisine Hz. Peygamberin (sav) torunu Ümmü Gül­süm'ü eş olarak almıştır. Bu iki yönlü bir yakınlık ve iki yönlü bir bahti­yarlıktır.




1 Yorum - Yorum Yaz

SIĞIRCIK SUYU İLE İLGİLİ

ANKARA’DA YAŞANMIŞ BİR OLAY

 

Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin yaşayan kerametlerinedair, 1890 yıllarında Ankara’da, daha sonra da Kırım’da yaşanan çekirge istilası ile ilgili olarak, Ankara Belediye Reisi Ademzade Ahmet Bey’in hatıra defterinden şu bilgileri, merhum Şeref Erdoğdu “Ankaram” isimli eserinde verir:

“Çekirge istilâsı, afatı semaviyeden addolunsa yeridir. Bundan 60 küsur sene evvel (hatıra tarihine göre 75 yıl önce yani 1890 yıllarında) Ankara’ya güz mevsiminde uçuşan milyonlarca çekirge gelmiş, öyle ki; bütün Ankara semasını kaplamış güneş görünmez olmuştu.
 
Kış günü yağan kar fırtınası gibi korkunç bir âfet idi.Sokakta yürürken insanın yüzüne gözüne çarpar,evlerin içine girer, oda kapısını açık bulursa oraya girer,kapıdan bacadan kendini atar, mutbah da yemekleriniçine girer, bu hayvanın girmediği köşe bucak kalmamıştı. Hane içinde sebzeye dair ne bulursa yerdi.Geldiği zaman hububata pek zarar vermedi; zira mahsul kaldırılmıştı.
 
Yiyecek bulamadı, fakat kozasını Ankara muhitine gömdü. Bahar gelince kozadan çıkmaya başladı. Kozalar kabuklu fıstık gibi olup, beher kozanın içinde pirinçtanesi gibi 80-90 tane çekirge tohumu bulunuyordu.  Havalar ısınmıya başlayınca pire halinde çıkmaya başladı. Çekirge cansız koza halinde iken, hükümether mahalle ve her şahsı mükellef tutarak çekirge itlafına başladı. Her mahalle halkı camilerdeki kilim vesergilerle bir mıntıkaya giderek ellerinde yelpazelerlepire gibi olan bu çekirgeleri toplayıp kaplar içinde Belediyeyeteslim ederlerdi.
 
Çekirge toplamında bulunamıyanlar,dükkânlarda bir meta gibi satılan kozayısatın alarak Belediyeye teslim mecburiyetinde kalmıştı.Bu toplama bir fayda vermedi. Uçma zamanı geldi; etrafta bir şey bırakmadı, yedi bitirdi.
 
Müşahedemi söyliyeyim: Solfasol civarında toplama yapıyorduk, büyük bir sahada yemyeşil ekilmiş tarlayı on dakika içinde simsiyah bir hale getirdi. Çünkü,milyonlarca hayvana ne dayanır.
 
Maddî çare bulunamayınca maneviyata müracaat mecburiyeti hasıl oldu. Yabanabat’ın (Kızılcahamam)Şeyhler Karyesinde Ali Dedeli Şeyhler namiyle yadedilenHazreti Ebubekir veyahut Hazreti Ömer Faruk sülâlesinden bir zatın, kerameti kulundan olan bir çeşmenin suyundan bir miktar su alınıp, çekirge bulunan mahalle götürülürse, suyun arkasından binlerce sığırcıkkuşu gelir, çekirgeyi itlaf edermiş diye ötedenberibir efsane, bir itikat ve itimat vardı.
 
Nihayet ulema ve sülehandan bir heyet Şeyhler karyesine gönderildi.Orada bulunan zatlarla birlikte çeşmeden su alındı.Matara gibi kaplarla ve bir heyetle Ankara’ya Akköprücivarında vasıl olduklarında bütün Ankara halkı ve
mektepli çocuklar karşıladı.
 
Şeyhler, hocalar dua ederek mübarek sudan birer miktar bazı camilerin mihraplarına kondu. Bir kaç gün sonra sığırcık kuşları gelmeye başladı.

 
Öyle ki; yüzbinlerce kuş Ankara’yı istilâ etti. Çekirge sahasını sığırcık kuşu kapladı. Halbuki Şeyhler Köyünde ve çeşmede hiç biri görünmezken bu kuşlar nereden geliyor, kimse buna dair malûmat veremiyor...
 
Bugünkü münevverler buna cevap verirler mi acaba? Hatırımda kaldığına göre, bundan 45-50 sene önce Rusya’nın Kırım ülkesinde çekirge zuhur ediyor. Müslüman Tatarlar, Rus Hükümetine müracaat ederekçekirgenin itlafı için sığırcık kuşunu istiyorlar. Rus Hükümeti bu taleplerini kabul ederek, Osmanlı Hükümetineyazıyor. Şeyhler Köyünde olan bu mübarek sudan alarak bir heyet marifetiyle gönderiliyor.
 
Arkasından kuşlar da Kırım diyarına varıyor. Bu heyetâzasiyle görüştüm, vak’ayı dinledim. Gerek dahilde,gerek hariçte çekirge imha eden bu kuşlar nereden geliyor? Kim gönderiyor? Niçin başka vakitlerde bu kuşlar gelmiyor?
 
Bu hali benim gibi binlerce insan görmüştür.
 
Bu hal bir kerametse kimin? ve kime aittir? Sihir midir,yoksa tabiî mi? Meçhulümüz olan bir hakikattir.”

Kaynak: Abdulkerim ERDOĞAN Şeyh Ali Semerkandi (k.s) ve Sığırcık Suyu

 




0 Yorum - Yorum Yaz

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HZ.

ÇEKİRGE - SIĞIRCIK SUYU

  Günümüzde Karabük vilâyetinin Eskipazar kazası ve civarı Şeyh Ali Semerkandî'nin Alanya'dan sonra teşrif ettiği yerdir. 0 günden bu yana isim, nüfus ve idare değişikliği olmuştur. Eskipazar'a bağlı Sadeyaka köyü vardır. Bu köyün bir de «Şeyhler» mahallesi vardır. Bu Şeyhler mahallesine yakın bir çeşme vardır. Bu çeşme asırlardır durmadan akıyor.

Şeyh Ali Semerkandî o zaman güttüğü sığırları bu çeşmeden suladığı olmuştur. Burada unutulmayan, faydalar bahşeden ve dillerde destan olan hatıralar bırakmıştır. Dünyanın mübarek ve şifalı sularından biri burada­dır. Bu suyun adı «Çekirge Suyu» veya «Sığırcık Suyu»dur. Bu mübarek su­yun meydana gelişi şöyledir :
 
Şeyh Ali Semerkandî bir vakit zikri geçen çeşmenin yanma abdest al­mak için gelmişti. Köyün kadınları çeşmenin önünde ekin yıkayıp oralara sermişlerdi. Bu zat bunlardan çeşmeye yanaşıp abdest alamadı. Vakitte iyice daralmıştı.Bu mecburiyet karşısında Şeyh Ali Semerkandî çeşme başında bulunan kadınlardan su istedi. Kadınlar Şeyh Ali Semerkandî'riin kendilerinden ih­tiyacı için özellikle abdest alması için su istemesini itibara almadılar.Şeyh Ali Semerkandî'ye saygı gösterecekleri yerde hakaret et­mekten kendilerini kurtaramadılar. Şeyh Ali vaktin çıkmak üzere olduğunun farkına vardı. Bu bakımdan o vaktin namazını kılamayacağı korkusu içini sardı. Şeyh Ali Semerkandî asasını yere üç defa vurup  «Ya mü­barek çık» demesi üzerine bir değirmenlik su patlayıp çıkmıştır. Çeşmenin başında bulunan kadınlar Şeyh Ali Semerkandî'nin çıkardığı suyu gördüler. «Vay Ekinlerimizi de, kendilerimizi de sel götürecek» diye söylenmeye başladılar. Panik içinde kalan kadınlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Şeyh Ali Semerkandî çıkan bu suyun oralara bir âfet getirmeyeceğini, bereket getireceğini biliyordu. Cenabı Allah'ın sevgili kulu Şeyh Ali Semerkan­dî bulunduğu yerdeki insanların bu sudan istifade etmelerini diliyordu.
 
Şeyh Ali Semerkandî kadınlara nasihat etti Onlara: «Serkeşlik yapma­yın, su darlığınız gidecek, buraya bereket yağacak, bereketli mahsulat zuhur edecek, bütün dünya buraya gelecek ve bolluk içinde yaşayacaksınız» dedi. Kadınlar Şeyh Ali'nin müjde veren sözünü hiç dinlemiyorlardı. «Biz su falan istemeyiz. Suyun senin olsun» dediler. Hattâ gösterdiği kerametleri basma kaktılar. «İnekleri ekinlerin içinde güdüyor ekinlere zarar verdirmiyorsun, inekleri buzağılarla güdüyorsun buzağıları emzirtmiyorsun. Bir öküzün daha önceden kurt yiyeceğini haber veriyorsun. Sen sihirbaz mısın nesin» diye alay ettiler. «Şimdi üzerimize su çıkarıp gönderiyorsun, biz senden su iste­miyoruz, faydasını da istemiyoruz» dediler.Şeyh Ali Semerkandî kalb inciten sözler karşısında dikilip kaldı.
 
Şeyh Ali Semerkandî suya: «Dur yâ mübarek! çıktığın yerden geri bat, kuruyup gitme, çık yine bat, olduğun yerde sakin ol» dedi. Mübarek su, bu büyük velinin kerameti olarak önün niyet ve arzu­suna göre tecelli etmiştir.
Büyük Veli Şeyh Ali Semerkandî mübarek suya: «Kaybol git ve görün­me» demedi. «Olduğun yerden çık, bir çay, bir ırmak, bir çeşme gibi akma. Ancak bir kuyu, bir pınar gibi ol, kaynadığın yerden geri bat, görüntüne ve tesirine devam et. Haşerelerin imhasına vesile al» dedi. Bugün mübarek su bir kuyu halindedir, akıntısı yedi adımdan fazla git­miyor. Dünyanın acibelerinden ve harikalarından biri olarak görünüyor. 
 
SADEYAKA'NIN ŞIHLAR MAHALLESİ
 
Şeyh Ali Semerkandî ile ilgili mübarek «Sığırcık» veya «Çekirge» su­yunun bulunduğu yeri ve civarını tanımak faydalı olur. Mübarek su Karabük ili Eskipa­zar ilçesine bağlı Sadeyaka köyünün yakınındadır. Yani bu köyün hudutları içinde bulunmaktadır.Sadeyaka köyü dört parçadır :
1)      Sadeyaka,
2)      Saraçtık,
3)      Kısaç,
4)      Şeyhler (Şıhlar).
Merkez Sadeyakadır, muhtarlık buradadır. Mübarek su Şıhlar mahalle­sine daha yakındır.
Şeyh Ali Semerkandî ile ilgili rivayetlerin çoğu Şıhlar mahallesi üzerinde geçmektedir.
ŞIhlar mahallesi 12 hanedir. Yıllardır bu 12 hane fazlalaşmamaktadır. Zaman zaman 7 veya 8 haneye kadar düştüğü de görülmektedir. Bu konuda değişik ve dikkati çeken yorumlar yapılmak­tadır.Şıhlar mahallesine «Şeyhler» ismi Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri'nin orada bulunmasından ötürü ve orada birtakım hatıralar bırakmasından do­layı verilmiş bugüne kadar unutulup bir tarafa atılmamıştır.Şıhlar mahallesinde oturan insanlar Şeyh Ali Semerkandî ile ilgili öte­den beri söylenip gelen, rivayet edilen haberleri ezbere biliyorlar. Olan ve biten şeyleri saygı ile anıyorlar. Oradaki Mübarek Suyun Şeyh Ali Semer­kandî'ye ait olduğunu, bu zatın Çamlıdere ilçesinde yattığını kesinlikle söy­lüyorlar. 'Sadeyaka köyünün Şıhlar mahallesine ait topraklar mümbit arazı cinsine girmektedir. Bu mahallenin toprakları kayasız ve taşsızdır. Düzlük yerler ilk bakışta göze çarpar. Etrafta toprak yığınlarını temsil eden tepeler gö­zükür.   
 
 
ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ HAZRETLERİ'NİN MÜBAREK SU HAKKINDAKİ NİYAZI
 
Zikri geçen mübarek suyu yakından bilenler, suyun bulunduğu yere ka­dar gidip ziyaret ediyorlar. Suyun hassesine ve şifâ bakımından tesirine ba­kıp Cenabı Allah'ın kudret ve azametini yakından tefekkür ve temaşâ edi­yorlar. Cenabı Allah bu mübarek suya hasse (kendine ait özellik) vermiş­tir.
 
Hattâ mahsûlleri (ekili tarlaları) haşerelerin baskınına uğrayan insan­lar (büyük ve samimi bir iman aşkı ile) bu Mübarek Suyu vesile kılarak Ce­nabı Allah'ın inayetini talep etmektedirler. Nitekim aradıkları şifâ'nın ve ilâcın bu şekilde meydana geldiğini haşarata ve mazarratın defi ref oldu­ğunu görmektedirler.
 
Şeyh Ali Semerkandî bu Mübarek suyu çıkardığında birtakım niyazlarda bulunmuştur. Bu suyun haşerelere şifâ ve ilâç olmasını Cenabı Allah'tan ni­yaz etmiştir ve niyazı Rabbimiz tarafından kabul buyurulmuştur. Bunda şek ve şüphe yoktur. Zaten şek ve şüphe edenler istifade edememektedirler.
 
Şıhlar mahallesinde yaşayan insanlar zamanında Şeyh Ali Semerkandî'yi üzen kadın ve kadınlardan (anıldıkça) memnun olmadıklarını, onların yanlış hareketlerini tasvip etmediklerini açıklamaktadırlar.

       Kaynak: Hüseyin AŞIK Şeyh Ali Semerkandi Hz. Hayatı ve Menkıbeleri , İlim Yayınları 




0 Yorum - Yorum Yaz

 

 

 

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİ SIĞIRCIK - ÇEKİRGE SUYUNUN YERİNDEN ALINMASI VE ZARARLI HAŞERATA KARŞI KULLANILMASI

USUL VE ADABI 

 

Dünyada malûm olan üç mübarek su vardır. 
Biri Mekke-i Mükerreme'de «Zemzem», suyu.
 
Biri Şarktaki Sığırcık suyu, İsfahan ile Şiraz arasında. Şebrem Pınarın­da. Çekirge Suyu namı ile de maruf.
 
Biride Çankırı'nın Eskipa­zar kazasına bağlı Sadeyaka köyünün «Şıhlar» mahallesinin sınırları içinde­dir. Mahallenin biraz ilerisinde müstakil olarak bulunuyor. Çekirge Suyu namı ile de maruf.
 
Mâ-i mübarek Çerkeş, Gerede ve Eskipazar ilçelerinin çevrelediği orta yerde bulunmaktadır. Doğusunda Çerkeş, batısında Gerede ve kuzeyinde Eskipazar yer almaktadır.
 
Suyun çıktığı yerin videosu
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Şeyh Ali Semerkandî burada uzun müddet kalmıştır. Bu suyun sahibi ve yetkilisi Şeyh Ali Semerkandî Hazretleridir.
Mâ-i mübârekin dünyanın acibelerinden biri olduğu şüphesizdir.  Bu suda diğer sularda bulunmayan kuvvet ve keyfiyet vardır.
 
«Maü'l-Cerad» veya «Sığırcık Suyu» namı ile ve meşhur suda Cenabı Allah'ın Evliyasından Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri'nin feyizli ve tesirli nefesi ve müstecab duası bu­lunmaktadır.
 
Mâ-i mübâreke saygılı davranmak icab eder.  Bu su içilir, fakat onunla abdest alınmaz ve yıkanılmaz. Bilhassa belden aşağıya sürülmez.
 
Bu sudan başka yerlere götürüleceği zaman şifasının müessir olması, muradın faydalı yönde tecelli etmesi bakımından Hak Tealâ Hazretleri için şükür kurbanı kesilmesi yaygınlaşmıştır.
 
Onun için : «Bu su kurbansız git­mez, gitsede tesirini göstermez» düşüncesi hâkimdir.
 
Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri mübarek suya: «Ya mübarek!» Kurbansız gitme ki kıymetin tak­dir edilsin» demiştir .
 
Mübarek sudan inancı kuvvetli ve niyeti halis olan­lar istifade edebilmektedirler. 
 
Şifâ kasdı ile bu pınardan su götürüleceği zaman Şeyh Ali Semerkandî'nin Çamlıdere'deki manevî evlatlarının öncülüğü ile götürülebilmektedir.
 
Çünkü Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri suya : «Şifâ ve deva tesirini ehlimin eli ile göster» diye dua etmiştir.
 
Bir yerde bulunan mahsulâta çekirge ve benzeri zararlı haşere âfeti mu­sallat olduğu vakit;
 
 
√-Talip olanlar Çamlıdere'ye gelirler,
 
√-Şeyh Ali Semerkandî evlatları arasında kurra (ad) çekilir.
 
√-Kime çıkarsa, talip olanlar onu suya götürürler.
 
√-Suyun başında kurban kesilir ve Yasin-i Şerif okunur.
 
√-O götürülen kişi  Şeyh Ali semerkandi Hazretleri Sığırcık - Çekirge suyunu usulüne riâyet edierek bir kumkuma içine alır.
 
√-Birlikte âfet bölgesine giderler.
 
√-Suyu (kumkuma içinde olduğu halde) yüklenen kişi götüreceği istikâme­te yönelir,
 
√-Götüreceği yere kadar üstünde (yanında) taşır, yere koymaz, ar­kasına bakmaz.Bu alınan suya faydalı sığırcık kuşları tabi olur, ona uyar ve onu izleyerek arkası sıra gider.
 
√-Haşere âfetinin bulunduğu yere varınca suyu taşıyanın ba­şının üzerinden semaya doğru olan istikâmette (boşlukta) sığırcık kuşları tabur halinde belirir. Bu kuşlara «Semer-mer» veya «Tayr-i zürzür» adı verilir.Hattâ «Sevadiye» de (uzaktan karaltı halinde görülen kalabalık da) denilir. 
 
√-Oradaki köyün, kentin ve caminin etrafı tekbirle dolaşılır.
 
√-Su­yu yüksek bir yere yahut cami içine götürülüp mihraba veya mimbere takar­lar.
 
√-Teberrûken Kur'an okunur, bilhassa Kur'an-ı Kerim'in kalbi bulunan «Yâsin»i Şerif kirâet edilir, ve şu veya emsali dua okunur. (Arapça veya Türkçe olarak) 
 
√-«İlâhî Ya Rabbi! (üç kere tekrarlanacak). Şu köyün, şu kentin dört bir tarafından zapt-ı ziraatinden olmuş olacak (cünüdu'l-cerad), bambul, kımıl, ağkurdu, tırtıl, sinek, çekirge, kınacık, bit pirecik, fare sıçan, yılan çiyan ve bütün haşereleri defi refeyle Rabbim».
 
√-Cemaat toplu halde «Amin» der.
 
Su takılırken bir kaptan başka kabada aktarılabilir. Arta kalırsa iste yenlere dağıtılır.
 
 
 
Sığırcık kuşları hızla pike yaparak yere doğru inişe geçerler, kuşlar; çekir­geler ve haşereler üzerine sayha (haykırış) çıkarırlar, çekirgeleri katleder­ler, çekirgelerden hayat ve hareket emmaresi görülmez olur. Belki kuşların sesinden hepsi ölür gider.
 
-Biiznillah (mukadder ise) âfet ortadan kalkar.
 
Sığırcık kuşlarının rengi siyah, beyaz ve alâ olarak görüldüğü vakidir.
 
Rum beldesinde (Anadolu diyarında) bu mübarek su meşhurdur, tesiri ortadadır.
 
Bulunduğu yerden mazarrat-i muhtelif enin ve âfat-i beliyyenin zuhur ettiği beldelere nakledilmektedir.
 
Çekirge ve öbür haşereler ziraat mahsûlünü istilâ ettiği zaman işaret edildiği şekilde bu suyun naklî yapılın­ca haşerelerin imhasında tesiri görülmektedir.
Şüphesiz bu sudaki her bir tesir hasleti Allah Teâlâ’dandır.
 
 
 
 
 
 

Kaynak: Hüseyin Aşık -Şeyh Ali Semerkandî (k.s.) Hayatı ve Menkıbeleri-İlim Yayınları 

Sığırcık suyunun çıktığı yerin uydu görüntüleri

 

 

Kazım ATALIK

Konumu:   40° 53' 4.20" N 32° 40' 9.89" E

 




0 Yorum - Yorum Yaz

ALİ SEMERKANDİ (Rahmetullahi Aleyh)

Osmanlı Devleti'nin kuruluş devrinde, Ankara'nın Çamlıdere beldesinde yaşayan büyük velîlerden. 1320 (H.720) senesinde İsfehan'da doğdu. Babasının ismi Yahyâ olup, hazret-i Ömer'e dayanır. 1457 (H.862) târihinde Çamlıdere'de vefât etti. Türbesi Çamlıdere kabristanının ortasında bulunmakta, ziyâret edenler, ondan çok feyz almaktadırlar.  

Onlar -Allah adamları- öyle kimselerdir ki, yanlarında bulunanlar şaki olmaz. (Hadis-i şerif) 

 

ALİ SEMERKANDİ (Rahmetullahi Aleyh)

 

Manevi Evlatlık

 

İsfehan’da dünyaya gelen bu mübarek zat,

Ankara-Çamlıdere nam yerde sürdü hayat.

 

İslam âlimi olup, veliydi hem kendisi.

Ve hazret-i Ömer’e dayanır sülalesi. 

 

Kudüs, Mekke, Medine, Semerkant, Şam ve Irak,

Dolaştı bu yerleri, emr-i maruf yaparak.

 

En son Çamlıderede eyleyerek ikamet,

Yüzotuz yaşlarında, vefat etti nihayet.

 

Tahsilini bitirip, Mekke’ye gitti önce.

Ve Mescid-i Haram’da imamlık yaptı nice.

 

Sonradan kendisine manevi bir işaret,

Gelerek, Medine’ye hicret etti nihayet.

 

Yedi yıl türbedarlık icra edip Ravda’da,

Hazret-i Fatıma’yı gördü bir gün rüyada. 

 

Buyurdu: (Git ki hemen huzuruna Resul'ün,

Manevi evlatlığa alacak seni bu gün.)

 

Çok sevindi böyle bir rüyayı gördüğüne.

Koştu sabah Ravda-i mübarekin önüne.

 

İki diz üzerine oturdu haya edip.

Beklemeye başladı, başını öne eğip.

 

Bir sevinç ve heyecan sarmışken kendisini,

İşitti tam o anda Peygamberin sesini.

 

Diyordu ki ki: (Ya Ali, şu andan itibaren,

Manevi evlatlığa kabul ettim seni ben.

 

Sen, öyle bir beldeye sefer et ki ya Ali!

Gayetle fakir olsun o yerdeki ahali.

 

Fakirlik sebebiyle, bana gelemeyenler,

O yerde seni gelip, ziyaret eylesinler.

 

Manevi bir evladım olduğundan sen benim,

Onu, bana yapılmış gibi kabul ederim.)

 

Bunları işitince, çok sevindi içinden.

Sonra da, ağlamaya başladı sevincinden.

 

Bu manevi emirle, sonra bu mübarek zat,

Anadolu’ya doğru eyledi bir seyahat.

 

Ve nihayet Alanya nam yere vardığında,

Gördü, biri ağlıyor denizin kenarında.

 

Niçin ağladığını sorunca o kimseden,

Dedi ki: (Bir incimi düşürdüm denize ben.)

 

Buyurdu: (Dünya malı değil mi o nihayet.

Çok fenadır dünyaya fazla sevgi, muhabbet.

 

Madem bunu, kendine ediyorsun tasa, gam,

Gel!) deyip, o kimseyi götürdü sahile tam.

 

Seslendi: (Ey balıklar, Allah’ın izni ile,

O inciyi bulun da, getirip verin bize.)

 

Hemen binlerce balık, o denizin dibinden,

Ağızlarında inci, çıktılar hepsi birden.

 

Birisinin ağzından, hemen alıp bir inci,

Verince, o kimsenin avdet etti sevinci.

 

 

Kurt Dile Geldi

 

Ali Semerkandi ki, âlim ve veli bir zat.

Çamlıdere halkını yıllarca etti irşad.

 

O halk da fakir olup, pek azdı hayvanları.

Hatta otlatmak için, yoktu bir çobanları.

 

O bu hali görünce, bu, dert oldu içine.

Kendisi talip oldu, bu çobanlık işine.

 

Buyurdu: (Ben yaparım çobanlığı size hep.

Ve hatta bu iş için, ücret de etmem talep.)

 

Köylüler, kendisini tanımıyorlardı hiç.

Bu teklif karşısında, buldular neşe, sevinç.

 

O akşam gördüler ki, ineklerin memesi,

Süt ile dolu geldi, hayrette kaldı hepsi.

 

Böyle bir neticeyle karşılaşınca ilk kez,

Evliya olduğunu anladı köyde herkes.

 

Bir gün de, sığırları salmıştı kırlık düze.

Baktı ki, bir kurt gelmiş, kıyacak bir öküze.

 

Kurda hitab etti ki: (Bunu öldürmek için,

Ey kurt, söyle bakalım, sen kimden aldın izin?)

 

Dedi ki: (Ey efendim, nasibimdir bu benim.

Allah’ın izni ile öldürüp yiyeceğim.)

 

Buyurdu: (Şimdi git de, yarın gel ye, olur mu?

Ben dahi sahibine söyleyeyim durumu.)

 

O kurt (Peki) diyerek, dönüp gitti yerine.

O da, söyledi bunu o akşam sahibine.

 

Lakin o, bilmiyordu onun büyüklüğünü.

İnanmayıp, hafife aldı onun sözünü.

 

Ertesi gün kurt gelip, öküze durdu yakın.

Buyurdu ki: (Ye ama, deriyi delme sakın.)

 

Kurt dahi (Peki) deyip, dokunmadı deriye.

Akşama, sığırlarla deri gitti geriye.

 

Adam, öküz yerine, görünce sırf deriyi,

Dava etti kadıya Ali Semerkandi’yi.

 

Kadı, iki tarafı dinleyip, geçti zabta.

(Şahidin var mı?) diye, sordu bu veli zata.

 

Buyurdu ki: (Ey kadı, bu işi görenler var.

Şahittir o yerdeki ağaçlar ve kayalar.)

 

O anda bir gürültü kopuverdi derinden.

Ordaki ağaçlar ve dağlar koptu yerinden.

 

Ve mahkemeye doğru hepsi yol alıyordu.

O ses ve gürültüler, onlardan geliyordu.

 

İnsanlar, korkusundan kaçışınca etrafa,

O veli, şu şekilde nida etti bu defa:

 

(Ey ağaçlar, ey taşlar, ne için gelirsiniz?

Size, şahitlik için gelin demedik ki biz.)

 

O böyle söyleyince, hepsi durdu bir anda.

Gördüler bu durumu kadı ve o adam da.

 

Onun büyüklüğüne inandılar yakinen.

El öpüp, talebesi oldular hepsi birden.

 

Çekirge Afeti

 

Kadınlar çalışırken bir yaz günü ekinde,

Sığır otlatıyordu Ali Semerkandi de.

 

Baktı ki, namaz vakti ilerlemiş, geçecek.

Lakin su bulamadı abdest tazeleyecek.

 

Asasını vurarak toprağın bir yerine,

Buyurdu: (Ey su, yerden, çık toprak üzerine!)

 

Gövde kalınlığında bir su çıktı o anda.

Yayılmaya başladı süratle o alanda.

 

Lakin bağırdılar ki suyu görüp kadınlar:

(Bu su da nerden çıktı, ekinler gördü zarar.)

 

O zaman buyurdu ki akan suya bakarak:

(Ey su, şöyle sessizce ve belli belirsiz ak!)

 

O andan itibaren, su aktı gayet sessiz.

Çıktığı ve aktığı oldu belli belirsiz.

 

O tarihte Bursa’da, bir çekirge afatı,

Oldu ki, harab etti bilcümle hububatı.

 

Bundan kurtulmak için, uğraşıldı bir nice.

Lakin alınamadı yine de bir netice.

 

Âlim ve velilere dahi haber verdiler.

Ki, bunun çaresini söylesinler bilenler.

 

Ali Semerkandi’ye dahi geldi birisi.

Sordu ki: (Bu afetin, nedir acep çaresi?)

 

O dahi asasıyla çıkardığı su var ya,

Ondan bir miktar verip, irsal etti Bursa'ya.

 

Buyurdu: (Haşeratın olduğu yere, biraz,

Bu sudan serpilirse, onlardan eser kalmaz.)

 

Hakikaten o sudan, o yerlere serptiler.

Çekirgeler, bir anda, orayı terk ettiler.

 

Padişah çok sevindi duyup bu hadiseyi,

Bursa’ya davet etti, Ali Semerkandi’yi.

 

Gelince, karşıladı kendisi onu bizzat.

Saygı, hürmet gösterip, eyledi çok iltifat.

 

O, müsade isteyip, dönecek idi ki tam,

Bursa’da kalmasını etti ondan istirham.

 

Lakin o istemedi Sultan’ın teklifini.

Arz etti ki, bu babta mazur görsün kendini.

 

Padişah makul görüp, dedi ki: (Öyle ise,

Varsa bir isteğiniz, söyleyin onu bize.)

 

Buyurdu ki: (Fakirdir Çamlıdere insanı.

O yöre halkı için, bahşedin bu ihsanı.

 

Mesela, askerlikten tutulsun onlar muaf.

Ve toprak kirasından, olsunlar cümlesi af.)

 

Padişah, bu talebi severek kabul edip,

Bu hususta bir ferman yazdırdı emir verip.

 

Bindörtyüz elliyedi yılında bu büyük zat,

Yine Çamlıdere’de eyledi Hakka vuslat.

 

Türbesi, kabristanın tam orta yerindedir.

Ziyaret edenlere, halen de feyiz verir.

   Abdüllatif UYAN


Kaynak:http://www.siirlerlemenkibeler.com/SiirMenkibe/07AnadoluEvliyalari/151/1%20(187).htm  sitesinden alınmıştır.




1 Yorum - Yorum Yaz

HAFIZ HASAN BÖKE

 Doğumu, Eğitimi ve Kur’an Öğretimine Hizmetleri 

 Hafız Hasan Böke, 1932 yılında Kızılcahamam İlçesininYukarı Höyük Köyünde dünyaya geldi. Babasının ismiSadettin Efendi, annesinin ismi Fatma Hanımdır. 5 yaşındaiken babası vefat etmiş ve küçük yaşta yetim kalmıştır.İlkokulu kendi köyünde bitirmiştir. Kur’an’ı Kerimeğitimine köyün imamı İzzet Hoca’da başlamış ve yüzüne Kur’an okuma çalışmalarını tamamlamıştır.

Daha sonra Alpagut köyüne gitmişve Alpagutlu ünlü hafız yetiştiricisi Hafız Mehmet Yılmaz’da hıfzını tamamlamıştır.Alpagut köyünde hıfzını bitirdiğinde 13-14 yaşlarındaydı.

Hafız Hasan Böke, hıfzını tamamladıktan sonra İstanbul’a gitti. Gönen’li Mehmet Efendi ismi ile bilinen ve Anadolu’dan İstanbul’a gelen binlerce öğrenciye İstanbul’daki eğitimleri için barınma ve eğitim imkanı sağlayan Fatih İlçesisemtindeki Üçbaş Kur’an Kursu’na öğrenci oldu. Gönenli Mehmet Efendi ve daha çok Enderunlu İsmail Efendi’de usulüne uygun olarak Kur’an’ı Kerim’i okumadersleri aldı.

Görevleri

Hafız Hasan Böke, 1954 yılında vatani görevini bitirdikten sonra dini hizmetgörevine 01.09.1955 tarihinde Ankara Gölbaşı Camii imam-hatibi olarakbaşladı. 1957 yılı sonlarına kadar Gölbaşı camilerindeki görevine devam etti.20.12.1957 tarihinde Ankara, Altındağ İlçesi Zincirli Camii imam-hatibi olarakatandı. 13.06.1961 tarihinde Ankara Altındağ Ahievran Camii imam-hatipliğine nakledildi.

22.06.1963 tarihinde aynı ilçe Koyunpazarı Camii imam-hatibi oldu.02.01.967 tarihinde ikinci kez Altındağ İlçesi Zincirli Camii imam-hatibi olarak atandı. Bu görevinde iken 22.02.1974 tarihinde vefat etti.Hafız Hasan Böke, Ankara’nın çeşitli camilerinde imam-hatiplik yaptığı sürece Altındağ İlçesi Ulucanlar semtindeki “GENEGİ KUR’AN KURSU”nda Kur’an kursu öğreticiliğini de sürdürmüştür.

Adı geçen kursta bir kısmı yatılı, bir kısmı gündüzlü olan öğrencilerine genellikle hafızlık çalışması yaptırmıştır. Usulüne uygun Kur’an’ı Kerim okuma ve tecvit dersleri vermiştir. Hafız olan öğrencilerininönemli bir bölümünü eğitimlerini ilerletmek üzere imam-hatip okullarına yönlendirmiştir.

Evliliği, Çocukları 

Hafız Hasan Böke, 1951 yılında eşi Zahide Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten 3 erkek, 1 kız çocukları dünyaya gelmiştir. Büyük oğlu 1971 yılında 17yaşında iken vefat etmiştir. Oğlunun vefatı Hafız Hasan Böke’nin sağlığının bozulmasına,kalp ve şeker hastalıklarına neden olmuştur.

Vefatı

1974 yılında, henüz 42yaşında iken geçirdiği kalp krizi sonucunda vefat etmiştir. Mezarı Ankara Karşıyaka Kabristanındadır.Eşi Zahide Hanım, oğlu Abdülbaki ve kızı Ayşe halen hayattadır.

Yüce Allah (cc) rahmetini ondan esirgemesin, kabri Kur’an’ı Kerim’in nuru ile aydınlansın.

Genel Bir Değerlendirme

Hafız Hasan Böke’nin ezberleme gücü çok yüksekti. Hafızlığa çalışan arkadaşları 18-24 ay gibi uzun sürelerde hıfzını bitirirken, Hafız Hasan Böke 6 aydahıfzını tamamlamıştı.

Her gün Kur’an’ı Kerim’den 4 sayfa ezberleme gücünesahipti. Vefatına kadar Kur’an ezberinde noksansız kaldı. Ankara’nın ünlü Kur’an okuyucularındandı. Dinleyenleri hüzünlendiren sesi, eda ve sadası ile etkilerdi.Özellikle Zincirli Camii imam-hatibi olduğu dönemlerde Ankara cemaati üzerinde etkili olmuş ve tanınmıştı.

Halkla ve meslektaşları ile çok fazla ilişkisi olmazdı.O daha çok zamanını Kur’an kursu öğreticiliğindeki çalışmalarına ayırırdı. Dinihizmette en öne çıkan özelliği Kur’an’ı Kerim’i etkili sesi ve tavrı ile okuması ve Kur’an kursunda yetiştirdiği öğrencileridir.

 




0 Yorum - Yorum Yaz

 HAFIZ KURBAN KUMAŞ

 

HAFIZ KURBAN KUMAŞ 

Doğumu ve Eğitimi

Hafız Kurban Kumaş, 1956 yılında Kızılcahamamİlçesinin Gökbel (eski adı Kıreneci) köyünde dünyaya geldi.Babası Emin, annesi Zeynep Hanımdır. Beş sınıflı ilkokuluköyünde bitirdi.

Hafız Kurban Kumaş, dini-mesleki eğitiminin ilk
yıllarını şöyle anlatıyor : 

- 1968 yılında Çamlıdere Kuşçular Köyünden MaltepeCamii Müezzini Habip Öztürk dayım bizi ziyarete gelmişti. AnamHabip Hoca, Kurban’ı da Ankara’ya götür, o da senin gibi okusun” dedi.Habip Öztürk dayımın yanına beni de kattılar. Birlikte Ankara’ya geldik.O’nun evinde altı ay kaldım ve yüzünden Kur’an’ı Kerim okumayı ondanöğrendim. Daha sonra rahmetli Habip Öztürk dayım beni İstanbul’aHacı Fahri Kiğılı’nın Kur’an Kursu’na götürüp teslim etti. Fakat ben oradaduramadım. Köy çocuğu olduğum için gurbete dayanamadım. Bir ikihafta kaldım, 1968 yılında İstanbul’dan köyüme kaçtım. Babam beni köydeçok ezdi. Nerede ağır iş varsa beni oraya sürükledi. Köyde geçinmeninve iş yaşamının ne kadar sıkıntı ve zorlukları varsa onları bana göstermekiçin beni canımdan bezdirdi. Sonunda babama “Baba yeter ettiğin eziyet,ben okumak istiyorum” dedim. Köy imamına gittim, köy imamında hafızlığabaşladım. Daha sonra Kızılcahamam Erkek Kur’an Kursu’na gittim.Orada da eğitimimi sürdüremedim. Rahmetli dayım Habip Öztürk yenidendevreye girdi ve beni Hacıbayram Kur’an Kursu’na kaydettirdi. Hacı Bayram Kur’an Kursu’nun gözleri görmez âmâ hocamız Sıtkı Mendi’de hafızlığı bitirdim. Kursun yardımcı öğreticisi Nevruz Hoca’dan ve Hafız Fikret Latifoğlu’ndan Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun olarak okuma dersleri aldım.

Hafız Kurban Kumaş, hafızlık ve usulüne göre Kur’an’ı Kerim okuma ile yetinmedi. Eğitimini ilerletmek için dışarıdan sınavlara katılmak suretiyle Ankara Merkez İmam-Hatip Okulu’nun birinci devresini bitirdi. Daha sonra Mamak ilçesi İmam-Hatip Okulunda dışarıdan sınavlara katılarak imam-hatip okulu ikinci devresinden de mezun oldu. Usulüne göre Kur’an’ı Kerim okuma çalışmalarını sürdürdü. 1988 yılında Ankara Hacıbayram Camii’nde açılan “AŞERE, TAKRİP,TAYYİBE” kursuna katıldı. Bu kursta 4 yıl eğitim gördü. O bu kursa katılan ilk öğrencilerden oldu. Bir süre eğitim gördükten sonra öğrenciler arasında yapılan ön eleme sınavlarında başarılı oldu ve kursu tamamlayan öğrenciler arasındayer aldı. Bu kursu 1992 yılında başarı ile tamamladı. 

Görevleri 


Hafız Kurban Kumaş, ilk görevini Yenimahalle İlçesi Çiğdemtepe MahallesiCamii müezzini olarak aldı. Daha sonra aynı ilçe Demetevler Mahallesi1.Caddede bulunan apartman altı bir mescide müezzin olarak nakledildi. 1979 yılındakendi isteği ile Altındağ İlçesi Malazgirt Camii Müezzini oldu. 1988 yılındagörevdeki başarısı amirlerince taktir edilerek, Ankara’nın manevi merkezinde bulunan ve çok önemli bir konumda bulunan Hacıbayram Camii’nde müezzin olarak görevlendirildi. 1993 yılına kadar bu görevini sürdürdü. İmam-Hatip okulunun ikinci devresinden mezun olduktan sonra Hacıbayram Camii İmam Hatipliğine atandı. Bir yıl süre ile bu görevini sürdürdü. Hacıbayram Camii’nin cami görevlileri için lojmanı yoktu. Bu durum hem görevin yerine getirilmesinde zorluklara ve hem de çok küçük ücretlerle görev yapan cami görevlilerinin ev kirası ödemesi geçim sıkıntılarına neden oluyordu.Ankara Keresteciler ve Marangozlar sitesi merkez Camii yönetim kurulu hafız Kurban Kumaş’ın kendi camilerine imam-hatip olarak naklen tayinini istediler.Hafız Kurban Kumaş için de lojmanı bulunan bu cami uygun bir görev olarak görüldü ve kendi isteği ile keresteciler ve marangozlar sitesi camii imam-hatipliğine nakli yapıldı. 1994 yılından beri bu görevini sürdürüyor. Dini-mesleki hizmet alanında 32 hizmet yılını tamamlamış bulunuyor.Hafız Kurban Kumaş, Ankara camilerinde ramazan aylarında öne çıkan Kur’an okuyucuları arasında yerini almayı yıllarca sürdürmüştür.

Hafız Kurban Kumaş, meslek yaşamı ile ilgili duygularını şöyle anlatıyor:

- Ben dini hizmet mesleği dışında kendim için bir uğraş konusu hiç düşünmedim.Mesleğimi severek yaptım, aynı duygu ile sürdürüyorum. ªimdikiimam-hatiplik görevimde en yüksek haz aldığım zamanları yaşıyorum.Mesleğime gençlik yıllarımdaki duygularla bakmıyorum. Meslek yaşamımdaçok şeylerle karşılaştım. Bu arada bir de hafız yetiştirdim. Yani dikilibir ağacım var. Bundan dolayı çok mutluyum ve Allah’a şükrediyorum.Hafız yaptığım ve usulüne uygun Kur’an’ı Kerim okumayı öğrettiğim HalilAydınalp halen İstanbul İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesidir. Zamanzaman beni ailesinin özel günlerine çağırmasından son derece mutlu oluyorum.

Hafız Kurban Kumaş, Ankara Keresteciler ve Marangozlar Sitesi Camii cemaatinin büyük çoğunluğunun kendisinin de hemşehrisi olan Kızılcahamam Çamlıdere yöresinin insanları olduğunu belirtiyor ve şunları söylüyor:

- Köyümü ve köyümün de içinde bulunduğu Kızılcahamam – Çamlıdere yöresini çok seviyorum. Bilindiği üzere Çamlıdere ilçesinin manevi bir havası var, o da bizi gururlandırıyor. Görev yaptığım yerdeki hemşehrilerimlesamimi ve sıcak ilişkilerim oluyor. Bu ilişkiler sonrasında edindiğim izlenimşudur; yöremizin insanları tertemiz, sevecen, hayırda yarışan insanlar.Gerçekten Kızılcahamam-Çamlıdere insanı hayırda yarışan, iyilik seveninsanlar. Onlarla övünüyorum. Bu insanlara dini–mesleki alandaimam-hatip olarak hizmet etmenin mutluluğunu yaşıyorum.

Evliliği ve Çocukları


Hafız Kurban Kumaş, 1976 yılında halasının kızı Firdevs ile evlendi Bu evlilikten bir kızı bir de oğlu dünyaya geldi. Kızı Sare evli, ev hanımı, oğlu DurmuşAli Kastamonu İnşaat Meslek Yüksekokulu’nda yükseköğrenim görüyor.

Genel Bir Değerlendirme


Hafız Kurban Kumaş, iyi bir hafız, etkili sesi ile okuduğu Kur’an’ı Kerim’le dinleyenlere huzur veren bir cami imam-hatibidir. Sakin ve ağırbaşlı görüntüsü ve onurlu bir din görevlisi profili ile cemaatinin ve meslektaşlarının sevgive saygısını kazanmıştır. Kendisine dini hizmet mesleğinde daha uzun yıllar başarılı hizmetlerinin devamını dileriz. Yöremizin yetiştirdiği değerli bir din görevlisi,ünlü bir Kur’an okuyucusu olarak kendisi ile övünüyoruz. 

 




1 Yorum - Yorum Yaz

BİR MUSİKİ ÜSTADI

HAFIZ VE BESTEKAR ÂMİR ATEŞ



Doğumu ve Eğitimi


Çamlıdere İlçemizin Atça Köyü halkından Hafız Vehbi Efendi, imam-hatiplik yapmak üzere Kocaeli İli Kandıra İlçesine gidiyor. İmamlık yaptığı Kandıra’da yerli halkın kızlarından Dürdane hanımla evleniyor ve orada yerleşiyor.

Hafız Âmir Ateş, 1942 yılında bu evlilikten aileniniki kızından sonra en küçük çocuğu olarak dünyaya geliyor.Hafız Vehbi Efendi ailesi bir daha Atça’ya dönemiyor. Fakat ailenin diğer bölümleri Atça’da kalıyor. Nitekim Ankara halkından dini çevrelerin çok y akındantanıdığı, ömrünün son yıllarını Mekke’de geçiren şoför Ali Metin, Hafız Ami rAteş’in amcası olarak biliniyor.

 

 

Hafız Amir Ateş’in dedesi de Atça Köyü ve çevresinde ünlü bir hocadır.“Cinci Hoca” namı ile tanınan bu zat hakkında halen Gerede Müftüsü olan Kemal Cengiz şu bilgileri veriyor:

Atça’lı “Cin Hüseyin” benim Çamlıdere Müftülüğüm sırasında sık sıkziyaret ettiğim hocalardan birisiydi. Kısa boylu, ufak yapılı birisi olduğuiçin halk “Cin” lakabını takmış. Türkçemizde “Cin” çok akıllı ve giriş kenanlamına da gelir. Onun öyle de özellikleri vardı. Cin Hüseyin, tok sözlü biriydi. Bir yanlışı gördüğü zaman hemen kişinin yüzüne karşı o yanlışısöylerdi. Atça Köyünde insanlar Cin Hüseyin Hoca’nın eleştirilerine çarpılmamakiçin ağızlarından çıkan sözlere ve davranışlarına çok dikkatederlerdi. Kılık-kıyafeti düzgün olmayanlar onun yanına gelemezlerdi. Kılık-kıyafetini beğenmediği kimseler için “Sen artist misin? şu haline bak,anan-baban ne ki sen böylesin, sen ne oldun” diyerek bağırıverirdi. Gelenekçibir yapıya sahipti.Cin Hüseyin, Atça’lı “Sofu Hoca” ismi ile tanınan Hüseyin Yılmaz Hoca’dan dini eğitim almıştır. Bilgisinden çok, duygularını zihninde tutmuştur.Kendisi bana “Ben kazan dibi yaladım” derdi. Yani, “Benim ilmimkulaktan duyma şeyler” demek isterdi. Cin Hüseyin’in oğlu Sabri Metinde dini hizmet mesleğine girmiştir. Bir diğer oğlu Ali Metin, Ankara HacıBayram Veli çevrelerinde tanınan bir kişi idi. Uzun yıllar Mekke’de kaldıve sanırım orada vefat etti. “Ot, kök üstünde biter” denir, Cin Hüseyinçevre köylerde uzun yıllar imamlık yapmıştır.Hafız Amir Ateş, ilk Kur’an okuma derslerini Gerede’nin Süller ToplarKöyünden Kandıra’ya gelen ve tıpkı Amir Ateş’in babası gibi Kandıra Yadeş Köyünde (şimdiki adı Esenköy) imam-hatiplik yapan Haydar Hoca’dan aldı. Hafızlık çalışmalarına babası Hafız Vehbi Efendi’de başladı. 7-8 sayfaya kadar Kur’an’ı Kerim’i babasına ders vererek ezberledi.

Babasının vefatı üzerine hafızlık çalışmalarını 17. sayfaya kadar Kandıra Kur’an Kursu’nda, bu kursun Kur’an öğreticisi ve Hasan Akkuş’un öğrencilerinden Gerede’li Hafız Hasan Arslan’da sürdürdü. Daha sonra 1956 yılında İstanbul Nuruosmaniye Kur’an Kursu’ndaHafız Hasan Akkuş Hoca’nın eğitimine dahil oldu.

Hafız Âmir Ateş, Hasan Akkuş Hoca’da okuma özlemini ve onun hakkındakiduygularını şöyle anlatıyor:

- Ben, babama hep Hasan Akkuş Hoca’da okumak istediğimi söylerdim. O zamanlar Akkuş Hoca’da okumak bir efsane ve bir ayrıcalıktı. Babam da bana “acele etme, dur” derdi. 1955 yılı sonlarında babam vefat edince,1956 yılında İstanbul’a Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na gelip, Hasan AkkuşHocamın eğitimine girdim. Ben Kandıra Kur’an Kursu’nda iken, AkkuşHocamın talebesi ve Kandıra Kur’an Kursu öğreticisi Hafız HasanArslan’da Kur’an’ı Kerim okuma yeteneklerimi hayli geliştirmiştim. ÇünküHasan Arslan Hoca gibi Kur’an okuyan kimse bugün dahi çok azdır. Bunedenle ben Akkuş Hoca’ya öğrenci olduğumda Kur’an’ı Kerim’i usulüneuygun okuma çalışmalarını çok hızlı ilerletmeye başladım. Rahmetli hocamHasan Akkuş’un ayrıcalıklı öğrencileri arasındaydım. O bana dershanededers vermedi. Her gün sabah namazından sonra evine götürürdü, benievinde okuttu. Zaman zaman evine gelen misafirlerine Kur’an okumamiçin beni evine çağırırdı. Camide nöbetçi olduğu zamanlarda, namaz sonrasındaokunacak aşr’ı bana okuturdu. Hasan Akkuş Hocam Kadıköy Osmanağa Camii’nde her Çarşamba günü mukabele okurdu. Bana “Her Çarşamba geleceksin ve beni dinleyeceksin” derdi. O benim sanki babam gibiydi.

Hafız Âmir Ateş, Hasan Akkuş Hoca ile ilgili bir başka anısını şöyle anlatıyor:

- İstanbul’un büyük camilerinden birinde mevlit okuyordum. Hafız HasanAkkuş Hocam başta olmak üzere, İstanbul’un ünlü Kur’an ve mevlit okuyucularınınhemen büyük bir kısmı oradaydı. Cami tıklım tıklım doluydu,okuma sırası bana gelmişti. Kürsüye çıktım ve “Fetih Suresi”nin son üçayetini okudum. Okurken son ayetteki “Muhammed Allah’ın elçisidir”cümleciğini yüksek bir sesle okumam üzerine camide büyük kalabalığınyüksek sesle bağırdığını ve rüzgar önündeki olgunlaşmış buğday başaklarıgibi hep birlikte sallanıverdiğini gözlemledim. Ben de şaşırdım, heyecanlandım.Okumamı bitirip, kürsüden inerken Hocam Hafız Hasan Akkuşayağa kalktı, kucağını açarak “gel kucağıma!” dedi. Benim şaşkınlığımdevam ediyordu. Hocamın bu sözleri de şaşkınlığımı artırmıştı. Kürsümerdiveninde durup kalmıştım, inemiyordum. Hocam Hasan Akkuş ise ısrarla“gel kucağıma!” diyordu. Nihayet kendimi Onun kucağına bıraktım.Beni kucakladı, bütün vücudumu iyice sıktı, okumamdan duyduğu sevinciifade ederek beni kutladı.Aradan yıllar geçti, Hocam Hasan Akkuş ile birlikte Kadıköy Osmanağa Camii’ne gidiyorduk. Hocam, Osmanağa Camii’nde mukabele okuyacak,bana da bir miktar okuma fırsatı verecekti. Camiye 150 metre kadar yaklaştığımızda,ben; “Hocam, Beyazıt Camii imam-hatibi Hendek’li Abdurrahman Gürses Hoca, güzel Kur’an’ı Kerim okuması için kıraat hocasından dua almış” der-demez, Akkuş Hocam benim enseme çok güçlübir pehlivan tokadı vurdu. Tokadın etkisi ile birkaç metre ileriye gittim. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Hocama döndüm, bana “ulan hergele! Ben hocan olarak seni kucaklayıp, sıktığım sırada senin hakkında o duayı yaptım, hala farkında değil misin?” dedi. Yediğim pehlivan tokadının cevabını almıştım.


Hafız Âmir Ateş, 1956 yılında İstanbul’a gittiğinde, İstanbul İmam-HatipLisesi’ne öğrenci olmak istedi. Ancak ilkokul diploması olmadığı için bu amacınaulaşamadı. Kandıra’dan bir ilkokul diploması almak istedi ise de bunda da başarılıolamadı. Daha sonraki yıllarda ilkokul diplomasını İstanbul’dan aldı. Buarada geçen yıllarda yaşının ilerlemesi ve maddi yetersizlikler nedeniyle imamhatipokulu arzusu gerçekleşmedi.Hafız Âmir Ateş, 1958 yılında Üsküdar Kur’an Kursu’nda öğretici yardımcısıoldu. Kur’an kursu’nun hocasından daha üstün Kur’an bilgisine sahipti. Bunedenle kurs hocası ona okuyuşunu dinletir, yanlışlarını düzelttirirdi. Daha sonra,onun için Kadıköy Osmanağa Camii’nde hafızlık merasimi yapıldı. Hafızlıkmerasiminden sonra da Kur’an eğitimini sürdürdü. Kadıköy Rasim Paşa Kur’anKursu’nda “AŞERE-TAKRİB” dersleri aldı. Bu arada gözlerinden rahatsız oldu ve musiki eğitimine daha çok ağırlık vermeye başladı.


Musiki Eğitimi

Hafız Âmir Ateş, kendisindeki musiki yeteneğini ve eğilimini genç yaşlarındanitibaren duymaya başladı. Önüne çıkan ilk fırsatta bu yeteneğini geliştirmeyebaşladı. Musiki çalışmalarını şöyle anlatıyor:

- Ben Nuruosmaniye Camii’nde öğrenci iken Çarşıkapı’da bir musiki cemiyetiolduğunu, yetenekli öğrencilerin oraya gitmesi halinde çok yararlıolacağını duyardım. Rahmetli Kemal Gürses Hoca orada ders veriyordu.Bir-iki kez oraya gittim. Daha sonra Kadıköy Kur’an Kursu’na geçince,komşum bir emekli musiki öğretmeni vardı. Bu yaşlı hanım Tamburi ErcümentBatanay’ın kızı idi. Bana ilk nota derslerini O verdi. Daha sonra, bazıdostlarım aracılığı ile 1959’da Üsküdar Musiki Cemiyeti’ne götürüldüm.Ben orada kendimi kaybettim, musikinin içinde kayboldum. Üsküdar Musiki Cemiyeti, Türkiye’nin gelmiş ve geçmiş tek musiki kaynağı. SelahattinPınar, Müzeyyen Senar, Avni Anıl, o tarihlerde Türkiye radyolarındane kadar Türk Sanat Müziği sanatçısı varsa hepsi orada, öğrenci idiler.Emin Ongan, Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde hocamdı. Musiki eğitimiminhemen tamamını orada Emin Ongan Hocamdan aldım. Daha sonra dakendisinin yardımcısı olmak onurunu kazandım. Benim musiki çalışmalarımıilk zamanlarda önceki dini yoğunluklu mesleki çevrem çok yadırgadı.Daha sonra hizmet alanında görev yapan meslektaşlarıma yararlı olmayabaşlayınca, bu hava değişti. 


Türk Tasavvuf ve Türk Sanat Müziğine Katkıları 


Hafız Âmir Ateş, günümüzde dini musiki, Türk tasavvuf musikisi ve TürkSanat Müziğinin önde gelen üstatları arasında yerini aldı. Önce ünlü bir Kur’an’ıKerim ve mevlidi şerif okuyucusu olarak ün yaptı. Türk tasavvuf musikisine onlarcagüfte ve beste kazandırdı ve fiilen uygulama şansı buldu. Aynı şekilde Türksanat müziğine birbirinden güzel sözler ve besteler kazandırdı. Sözü yine kendisine bırakalım:

- 1966 yılından sonra Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde kalfalık ve hocalık görevlerimbaşladı. Eserlerim radyo ve televizyonlarda okunmaya başlamıştı.Çok yoğun bir tempo içinde çalışıyorduk. Bir kısım kimseler özel öğrencilerimolmak istiyordu. Cemiyetin hazırladığı radyo programlarını da benhazırlıyordum.

Hafız bestekar Âmir Ateş’in ismi Üsküdar musiki çevrelerinde iyice yaygınlaşmıştı.Bu nedenle Türkiye Demircilik İşletmeleri Onu musiki hocası olarakdeğerlendirmek istedi. Denizcilik işletmesinin Kadıköy Vapur İskelesinin üstündeki büyük bir salonunda ders vermeye başladı. Orada on yıla yakın musiki hocalığı yaptı. Üsküdar Musiki Cemiyeti ile de ilişkisini tam olarak kesmemişti.Çünkü Denizcilik İşletmelerine geçerken, hocası Emin Ongan’dan bu şartla izin alabilmişti. Bu nedenle Üsküdar Musiki Cemiyeti ile ilişkilerini kesemedi. Bucemiyetin beste hocası ve yönetim kurulu üyesi olarak ilişkisini sürdürüyordu.Hafız bestekar Amir Ateş’e bu defa Telefon Baş Müdürlüğü musiki hocalığı teklif etti. Bu teklifi kabul ederek İstanbul Telefon Baş Müdürlüğü’nde kısa bir süre musiki hocalığı yaptı.Hafız, bestekar Âmir Ateş, radyo ve televizyon kurumlarında dini içerikli programlar yapıyor, eserlerinden oluşan konserler düzenliyordu. Televizyon programlarında “İnanç Dünyası” programını ilk kez o sunmaya başladı. Bu programların hazırlanması ve sunulmasını 30 yıl sürdürdü.

O, gördüğü her güzelliği,duyduğu her duyguyu denenmemiş bir çok musiki motiflerini ele almak suretiylebenzerlerinin ötesinde orijinal yeniliklere gönlünü açarak, tatlı ses kalıplarına dönüştürüyordu.1959 yılından itibaren başladığı musiki çalışmalarının ürünü olarak TürkTasavvuf Musikisi ile Türk Sanat Müziğine bu özellikleri taşıyan 800-1000 civarında eser kazandırmıştır.

Söz buraya gelmişken, oğlu Mahmut Furkan’ın doğumu üzerine ve Üsküdar ilçesi için bestelediği iki eseri örnek olarak vermek istiyoruz. 

Oğlu için yaptığı beste 

Söyle hangi gülden aldın bu pembeyi dudağına,
Sanki ballar sürmüş, allar senin o gül yanağına,
Güzelden de güzelsin sen, dünyalara bedelsin sen,
Ümidime, sevincime ne güzel temelsin sen,

Semadan mı düştü söyle bu yıldızlar gülüşüne,
Kurban olsun canlar senin böyle güzel gelişine.


Âmir Ateş, Üsküdar için yaptığı bestenin öyküsünü de şöyle anlatıyor:

- Ben çalıştığım yerler için, hatta verdiğim konserler için “sürpriz olsun”diye bir beste yaparım. Denizcilik İşletmelerine ve Telefon Baş Müdürlüğünede birer beste yapmıştım. Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde yıllarca emek verdiğim halde Üsküdar için bir beste yapma imkanım olmadı. Yoğun çalışmalar nedeniyle sadece hocam Emin Ongan için bir beste yapmıştım.

Bir gün Üsküdar Musiki Cemiyeti’nin bir konserine katılan Üsküdar Belediye Başkanına dedim ki; “Başkanım, Üsküdar ‘Üsküdar’a gideriken aldı da bir yağmur’ ile mi kalacak, neden başka şarkıları yok?”Başkan; “Emredin olsun” dedi, ben de adımı ima ederek “Amir olarak başkanıma emrediyorum, hemen bir söz ve şiir yarışması açılsın, söz yazarlarınave bestekarlara duyurulsun” dedim. şiir günü yapıldı, 200’ünüzerinde şiir geldi. Fakat ben jüri başkanı olduğum için yarışmaya katılamadım. Fakat ben de Üsküdar için bir şiir yazdım ve onu, Üsküdar sultanlarbeldesi olduğu için “Sultaniyegah” makamında besteledim. O şiir şu oldu: 

Üsküdar için yaptığı beste 

Üsküdar’ın güzelliği dünyaya bedel,
Kız Kulesi gelin gibi, özel mi özel,
Dağların, martıların, serin suların,
Şarkıların, türkülerin, güzel mi güzel,


Üsküdar’ın yamaçları tarih kokuyor,
Çamlıca’dan gönüllere huzur akıyor,
Camilerin, türbelerin, minarelerin,
Oraya gelip sanki Bilal ezan okuyor.


Hafız Âmir Ateş, kendi kurduğu ilahi grubu dışında, Diyanet İşleri Başkanlığıncacami görevlileri ve Kur’an kursu öğreticileri için açılan hizmetiçi eğitim kurslarında da hocalık yaptı. Bu tür katkıları hakkında da şu bilgileri veriyor:

Türkiye’de ilk kez güzel ezan okuma ve müezzinlik yapma kurslarında eğitim vermeyi ben başlattım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Haseki Yüksekİhtisas Eğitim Merkezi’nde birkaç sene ders verdim. Mevlit okuma usul ve adabı derslerini de burada başlattım. Önce bu kursa gelen öğrenciler arasından ses yeteneği ve musikiye kulak yatkınlığı olanları çağırdık. Gördükki, gelen kişi örneğin Rast makamında bir şey okuyor, fakat okuduğu makamın ismini bilmiyor. Sesi güzel olunca Hicaz, Rast ve Hüzzam makamlarını benden güzel okuyor. Atalarımız ezanı, mevlidi, salayı gelişigüzel okumamış. Herkesin keyfine göre ezan ve mevlit okumasını uygun görmemiş.Bu tür dini etkinliklere sanatsal bir nitelik kazandırmış. Buna göre;sabah ezanı “saba”, öğle ezanı “rast”, ikindi ezanı “uşşak”, akşam ezanı“segah”, yatsı ezanı “hicaz” makamı ile okunur.

Mevlit’in ilk kısmı (YüceYaradan’a övgü ile başlayan kısım) Saba, ikinci kısmı (Peygamberimizin doğumu kısmı) Rast, üçüncü kısmı (Peygambere övgü kısmı) Uşşak,dördüncü kısmı (Peygamberimizin miracını anlatan kısım) Segah, Hüzzam,son kısmı (dua kısmı) Hüseyni makamlarında okuna gelmiştir. Mevlit’in sonundaki dua kısmı Yüce Allah’a bir yakarıştır. Mevlit’i yazan SüleymanÇelebi, bu kısımda Allah’a yalvarmaktadır, “Ey Allah’ım beni bağışla”diyor. Bu nedenle bir hüzünlü makam olan, bir yakarış hüznü olan Hüseyni makamı ile okunur.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında bütün Kur’an ve mevlit okuyucular bu makamları bilirler ve uygularlardı.Mevlit, Süleyman Çelebi tarafından bir şiir ölçüsü olarak “Aruz Ölçüsü”nde yazılmıştır. Bu ölçü “Failatun, Failatun, Failun” ölçüsüdür. Okunurkende bu ölçüye uygun okunması gerekir. Örneğin “Allah adın / zikredelim/ evvela…” gibi. 


Güzel Sesle Kur’an Okuma Konusunda Görüşleri 


Hafız Âmir Ateş, Kur’an’ı Kerim’i güzel sesle ve kıraat kurallarına uygunokumanın önemi ile ilgili görüşlerini şöyle açıklıyor;

- Yüce Allah’ın güzel sesle ve usulüne uygun olarak okunan Kur’an’ı Kerim’idinlediği kadar, hiçbir şeyi dinlemediği rivayet edilmektedir. SevgiliPeygamberimiz Hz.Muhammed (S.A.V.) sık sık Abdullah İbn’i Mesud HazretlerineKur’an okumalarını emreder ve zevkle dinlerdi. Böyle güzel şeyleryaşandı. Kur’an’ı Kerim’i kesinlikle güzel sesle ve ehliyetle okumakgerekli. Tabii Kur’an okurken sesi ve makamı Kur’an okuma usullerininemrine bırakmak lazım. Elbette Kur’an’ı Kerim’i okurken, onu makama vesese uyduralım diyemeyiz. Böyle bir hataya ve böyle bir hevese düşersekdoğru olmaz. Allah korusun.

Güzel sesle ve kıraat kurallarına uygun olarak okunan Kur’an, dinleyenlere haz verir. Bizim yörede “ses ilmin yarısı”derlerdi. Bazı cahil kimseler, güzel sesle okunan Kur’an’ı dinlemek istemiyor.Ben onlara “sen güzel sesi dinleme, okunan Kur’an’ı Kerim’idinle” diyorum.

Bir şey daha anlatılır; Mısır’da sesi güzel olmayan birisi Kur’an’ı Kerim okuyormuş. Anlayan birisi gelmiş, “sen ne yapıyorsun?” demiş. Okuyanadam “Allah rızası için Kur’an okuyorum” demiş. Dinleyen adam “sen Allah rızası için şu kötü sesinle okuduğun Kur’an’ı bitir de, bizi kurtar”demiş.


Resmi Görevleri


Hafız Âmir Ateş, 1959 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kadıköy Mezarlıklar Müdürlüğü’nde Kur’an’ı Kerim okuyucu kadrosunda ilk resmi görevine başladı. Burada 11 ay görev yaptı. Kadrosu kaldırıldığı için boşta kaldı. Geçimini sağlamak için 3-4 ay bir havlucu dükkanında tezgahtar olarak çalıştı. Daha sonra bakkal ve benzeri yerlere çakmak benzini pazarladı. Bu işlerden sonuç alamayacağını anladı.

1964-1965 yıllarında vatani görevini Çorum Garnizonundayaptığı sırada hem kışlanın imamıydı, hem de assolistiydi. Vatani görevini tamamladıktan sonra Belediyedeki görevine yeniden dönme fırsatı buldu. 1991 yılında emekli oldu.

Hafız Âmir Ateş, halen Prof.Dr. Alaaddin Yavaşca, Prof.Dr.Teoman Önaldı,Kenan Güden, Suat Yıldırım, Erkan Yüksel ve Zekai Tunca gibi tanınmış musiki üstatları ile birlikte TRT Repertuar Kurulu Üyeliği yapıyor. TRT repertuarınaalı nacak eserlerin incelenerek karar verilmesinde hizmet veriyor.


Evliliği ve Çocukları


Hafız Âmir Ateş, 1971 yılında ilk eşi şükran hanımla evlendi. Bu evliliktenMahmut Furkan isimli oğlu dünyaya geldi. 1977 yılında ikinci çocuklarını beklerken, doğum sırasında ilk eşi şükran hanım vefat etti. 1985 yılında İzmit’denKeriman hanımla ikinci evliliğini yaptı. Aynı yıl bu evlilikten şevval isimli kızı dünyaya geldi. Oğlu Mahmut Furkan Yalova’da serbest ticaret yapıyor, kızı şevval henüz üniversite öğrencisi.


Hafız Amir Ateş’le İlgili Çeşitli Yayınlardan Seçmeler


Manisa Belediyesi, Manisa Mevlit Okuyucular Derneği Türk Tasavvuf Musikisi Grubu tarafından 13.07.2007 tarihinde düzenlenen “Anılarla Bestekar Amir Ateş Gecesi”nin tanıtım yazısında şunlar yazıyor:

- İstanbul Ehli Kur’an ve Mevlidhanlar Derneği’nde musiki hocalığı veüyeliği yapan Amir Ateş, Türk dini musikisine yönelik hizmet ve faaliyetlerineburada da devam etmiş, musiki camiasına güzel sesler kazandırmıştır.

Mevlidhanlar Cemiyeti çatısı altında yaptığı Türk tasavvuf musikisi çalışmalarını Türkiye’de ilk kez radyo ve televizyonlara taşımış, Türkiye radyo ve televizyonlarında yayınlanan “İnanç Dünyası” programları kuşağı altında, dini musiki yayınlarına öncülük etmiştir.Âmir Ateş ilahi korosu, özel radyo ve televizyonların yayın hayatına girmesiile birlikte, çalışmalarını bu kanalların “Tasavvuf Musikisi ve Dini Program”kuşaklarına taşımıştır.

Amir Ateş ilahi korusunun yanı sıra, bir çok derneğin özel korosunda şef ve hocalık yapmış ve yurdun değişik yerlerinde konserler vermiştir.70’li yıllardan sonra medyanın ve Türk Devleti’nin de desteği ile Avrupa’nındeğişik ülkelerinde tasavvuf konserleri veren Amir Ateş, özellikle HollandaKültür Bakanlığı’nın desteği ile yapılan bir davet üzerine seri televizyon programlarıve değişik şehirlerde konserler vermiştir. Yurt içinde de kendi eserlerinden oluşan ve kendi onuruna düzenlenen konserler, Ankara, Balıkesir, Çanakkale,Denizli, Eskişehir, İstanbul, İzmit ve Manisa illerinde çok büyük ilgi görmüştür.Milliyet Gazetesi, yılın sevilen 10 sanatçısı ve TRT 1’de 2004 yılında yapılan Alaturka Beste yarışmasında ki ödüllerinin yanı sıra, çeşitli dernek ve kuruluşlardanda değişik besteleri ile pek çok ödül alan Bestekar Amir Ateş; “Besteci olunmaz, doğulur” inancının tam bir numunesidir. Nefes alırken bile adeta musiki ile iç içedir. Amir Ateş’in eserlerinin büyük bir kısmı TRT repertuarındadır.Gönül dünyasındaki berraklığını eserlerine de yansıtan Bestekar Amir Ateş,çalışmalarına 30’a yakın makamı ustaca kullanarak çok şirin, sevilen ve beğenilen üzlerce esere imza atmıştır.

Türk Tasavvuf Musikisi ve Türk Müziği camiasında sanatı, sempatikliği, mütevaziliği ve cömertliği ile çok sevilen Amir Ateş, 6 albüme imza atmıştır. Halenkaset ve cd çalışmaları yapan bestekar, 3 dönem MESAM yönetim kurulu üyeliğinde bulunmuştur. Kartal Musiki Derneği kuruculuğu ve halen yönetim kurulu üyeliğinin yanı sıra, Üsküdar Musiki Cemiyeti beste hocalığı ve yönetim kurulu üyeliğini de devam ettiren bestekar, TRT repertuar kurulu üyeliğini de başarıile sürdürmektedir.

Hafız Bestekar Amir Ateş İçin Kocaeli’de düzenlenen gece için, Kocaeli’deyayınlanan “Özgür Kocaeli” gazetesinde şu yayın yapıldı:

Âmir Ateş’e Büyük Onur.Âmir Ateş için gece düzenlendi. Sanatçının ismi Yahya Kaptan Mahallesi’nde bir caddeye verildi.Türkiye’nin tanınmış mevlithanlarından, bestekar ve güftekar Amir Ateş için Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde gece düzenlendi. Ateş’in ismi Yahya Kaptan Mahallesi’ndeki bir caddeye verildi. Bekirpaşa Belediyesi,İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Kocaeli Aydınlar Ocağı ile Kandıra’lılarDerneği’nin birlikte düzenlediği Amir Ateş Gecesi’ne Sanayi ve TicaretEski Bakanı Ali Coşkun, Vali Gökhan Sözer, Büyükşehir Belediye Başkanıİbrahim Kocaosmanoğlu, Vali Yardımcısı Yusuf Odabaş, Emniyet MüdürüHüseyin Namal, Kandıra Kaymakamı Hamza Erkal, Bolu eski Emniyet Müdürü Uğur Gür, Yenice, Köktürk, Kahraman Belediye Başkanları, tanınmışTürk Müziği ve ilahi sanatçıları da katıldı.


Sevilen Eserlerini Seslendirdiler


Türk Müziğine önemli eserler kazandıran Amir Ateş onuruna düzenlenen gecede şef İnci Yaman yönetimindeki Gönül Dostları Türk Müziği TopluluğuKorosu sevilen eserleri seslendirdiler. Piyanist Deniz Bakırcıoğlu’nun konuk sanatçıolarak katıldığı gecede sunuculuğu Nuriye Eracar yaptı. Türk Müziği topluluğunun yanı sıra Kandıra Türk Sanat Müziği Derneğinin şef Aysel Demircan yönetimindeki korosu da hem Türk Müziği hem de ilahi eserlerini koro ve solo olarakseslendirdi. Amir Ateş için düzenlenen gecede Türk Müziği yazarları Ali Coşkun, Yaşar Nuri Öztürk, Yılmaz Karakoyunlu ve Necati Çetinkaya’nın da aralarında bulunduğu güfte yazarlarının eserlerini seslendirdiler. Geceye katılan bestekar, güfte yazarları ve ses sanatçıları Sami Savni Özer, Muzaffer Çağman,Ali şenozan solo şarkı ve ilahiler söylediler.

Caddeye Adı Verildi

Doyumsuz müzik ziyafetinin yaşandığı gecede 2 şubat 1942 doğumlu olan Âmir Ateş’in doğum günü de kutlandı. Ünlü mevlithan ve bestekarın isminin Bekirpaşa Mahallesinde bir caddeye verilmesi nedeniyle Vali Sözer, Belediye Başkanı Karaosmanoğlu ve Bekirpaşa Belediye Başkanı Köktürk, üzerinde “Bestekar Amir Ateş Caddesi” yazılı ahşaptan yapılan şık bir tabelayı Amir Ateş’e hediye ettiler. Amir Ateş, hediyeyi alınca “Bu benim için dünyalara değer” dedi.Akşam saat 18.00’de başlayıp gece 23.30’da sona eren programın bir bölümünde davetlilere Kandıra Yoğurdu da ikram edildi. (Özgür Kocaeli,06.02.2008) 

Hafız Bestekar Âmir ile ilgili olarak “Aksiyon Dergisi” bir yazısındaşu değerlendirmeyi yapıyor:- Mevlidhanlık Gönül İşiHayatının 50 yılını mevlidhanlığa adayan Hafız Amir Ateş,Mevlithanlık için gereken şartları Aksiyon’a anlattı.Sultanahmet Camii’nin içi tıklım tıklım dolu. Kur’an’ı Kerim tilavetiylebaşlayan mevlit programındaki manevi yoğunluk, hafız ve mevlidhan AmirAteş’in “Allah adın zikredelim evvela…” mısrasını dillendirmesiyle bircoşkuya dönüşüyor adeta. Efendiler Efendisi’ne sevdanın 600 yılı aşkınsüredir sembolü Süleyman Çelebi’nin mevlidi, Ateş Hoca’nın üslubuyladinleyenleri değişik bir manevi atmosfere sokuyor. Okunan her mısra, seslendirilenher makam gönüllerde Hazreti Muhammed’in dünyayı şereflendirmesindenduyulan sevinci büyütüyor. 1,5 saatlik merasimin sona erdiği,Ateş Hoca’nın suskunluğuyla ancak fark ediliyor.Yıllarını mevlidhanlığa veren Ateş, babasının manevi ortamından etkilenerek başlar hayata. İkamet ettikleri köyde ilkokul yoktur. Oğlunun eğitimine önem veren baba “dini eğitimden de geri kalmasın” diye hafızlığa başlatır.Uzun süre köyde devam eden eğitimini 1956’nın ilk günlerinden itibaren İstanbul Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda devam ettirir. Hasan AkkuşHoca’nın talebesi olur. 3 yıl sonra Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde tasavvuf müziğiyle hasbihali başlar. Bestekar, hattat ve tamburi Kemal Batanay,Neyzen Halil Can, Rebabi Sabahattin Volkan gibi devrin en değerli isimlerinden musiki dersleri alır. Sadettin Kaynak gibi Türk müzik tarihine damgasını vurmuş bir üstadın sohbetlerinde bulunur.İşte bu günlerde hafızlığa mevlidhanlık sıfatı eklenir. Hocaları ona icazet verirken kulağına küpe öğütleri sıralamaktan geri kalmaz.

Üzerinden 50 yıla yakın zaman geçse de söz konusu tavsiyeleri unutmuyor Amir Ateş:“Mevlidhanlık için sesin güzel olacak ama bu yeterli değil. Dini ilimlere vukufiyet ve gönlünün bir köşesinde coşkun bir Resulullah sevgisi de yeralacak. Sen duymazsan nasıl tesiri olabilir ki. Yani mevlid hem okuyana hem dinleyene aynı duygu yoğunluğunu yaşatmalı ki yazılma gayesine uygun düşsün.”

Âmir Ateş bu güne kadar okuduğu mevlidlerde bu düsturlara dikkat eder.Ancak üstünde durduğu noktalardan biri de mevlidi dinleyenlerin ihlası.Ona göre içinde yer alınan topluluğun lakaytlığı, bir an önce bitse de gitsek anlamı taşıyan davranışları, okuyanı olumsuz etkiliyor. İşte bunlardan kurtulmak için her merasimin bitişinde kısa bir konuşma yapıyor. Bu hitaplarda toplanılma gayesi, mevlidin anlamı, nasıl davranılması gerektiğigibi konularda gelenlere tavsiyelerde bulunuyor.

Mevlid Nasıl Okunmalı?


Mevlid birkaç bahirden (bölümden) oluşuyor ve her birinin kendine göreokunuş makamları var. Tevhid bahri Saba, Nur Hicaz, Veladet Rast, Merhaba Uşşak,Miraç Hüzzam ve Son kısım Münacat da Uşşak makamı ile okunuyor. Ancak son dönemlerde bu kaidelere yönelik farklı açılımlar dillendiriliyor. Bunun nedenini klasik ve neo klasik arasındaki anlaşmazlığa bağlayan mevlidhan Ateş,“Eskiyi beğenmeyen de var yeniden hazzetmeyen de. Ancak şu var ki okunuş zaten zaman içinde değişiyor ki bu olması gereken bir şey. Nasıl ki Kur’an’ı Kerim’in belirli dönemler içinde yeniden tefsir edilmesi gerekir;aynen öyle de mevlidin okuma üslubunda, tavır ve tarzında hatta ifadelerinde farklılıklar gerekir.”diyor.


Mevlidin manevi bir kültür mirası olduğunu belirten Amir Ateş, insanlarıngerek düğün, nişan ya da yeni bir eşya alma gibi sevinçli anlarında gerekse vefatmisali hüzünlü demlerinde Kur’an ve mevlidle beraber rahatladığını kaydediyor.Bu yüzden onu küçümsemenin yanlışlığına işaret ediyor. Hatta mevlidin Efendiler Efendisi’ne bir salat-u selam gönderme tarzı olması hasebiyle, “Allah ve melekleri o nebiye çok salat-u selam edin” mealli ayetin paralelinde, Kur’an’ı Kerim’ın ışığı altında gittiğini söylüyor.

Mevlid Okumayın Bid’at!

Tüm bunlara rağmen mevlidin sonradan ortaya çıkan bir adet (bid’at) olduğuna dair yaklaşımlar da var. Söz konusu bakış açısıyla çoğu zaman karşılaşan Amir Ateş’e bunu dillendirenlerden biri de merhum Turgut Özal’ın annesi Hafize Hanım olur. Bir akrabalarının vefatının ardından çağrıldıkları mecliste kendilerine,“Hafız efendiler, mevlid okumayın, bid’at; sadece Kur’an okuyun” diyen Hafize Özal’a mevlidin güzel bir adet (bid’at-ı hasene) olduğunu kabul ettiremez.O gün ortada kalan tatlı sert tartışmanın üzerinden yıllar geçer, aynı mevlidhan grubu bu sefer Hafize Hanım’ın vefatı münasebetiyle bir araya gelir. ÖnceKur’an’ı Kerim okunur, ardından merhume Özal adına mevlid. 

Âmir Ateş’in 50 yılda katıldığı mevlidlerin sayısı belirsiz. Meçhulde bereket vardır’ sözünce bugüne kadar iştirak ettiklerini hiç saymaz. Yine de zihnininbir köşesine sakladığı birkaç tanesini kendi tabiriyle “Değil 50, Allah ömürverirse 100 yıl bile unutmam” diyor.

İsmet İnönü’nün annesi için Kartal’daki konağında, Kenan Evren’in, her ne kadar kendisi katılmasa da talebeleri iştirak eder, hanımının vefatının 40. gününde Çankaya Köşkü’nde okuttuğu, Memduh Tağmaç ve Cemal Tural gibi eski askerlerin katıldığı mevlidler bunların başlıcaları.

Göz önünde yer alan insanların dini merasimleri gizli kapaklı yaptığına dikkat çeken Ateş, İnönü ailesinin babaları İsmet Paşa için her yıl tertiplediği mevlidi buna misal gösteriyor.

Ecevit Televizyon Başında Mevlid Bekliyor

1970’li yılların ortalarından 2000’e kadar TRT’de yayınlanan ‘İnanç Dünyası’isimli programda görev alan Amir Ateş, bu süre içinde nelerle karşılaşmazki. Programa ilk başladıkları günlerde Sultanahmet Camii’nde düzenlenen bir mevlid esnasında başından geçenleri şöyle anlatıyor: “Her şey kurulmuş, TRTcanlı yayın yapacak. Tam mevlid merasimine başlayacağız birden caminin elektrikleri kesildi, her yer zifiri karanlık. 1980 öncesi akla ilk gelen hemen dillerde, ‘Komünistlerin işidir, yaptılar yine yapacaklarını mübarek gecede.’Tabii biz problemi halletmeye çalışırken. Canlı yayın aracından birigeldi, ‘Amir Bey, Sayın Başbakan Bülent Ecevit aradı. Selamı var ve yayının neden kesildiğini soruyor?’ demesin mi? O yıllarda takip edilirdi programlar beğenilmeyen bir şey olmasın diye. Anlattık durumu, mabedin sigortalarının yetersiz kaldığını söyledik.”1

1980 darbesinden sonra telaşa kapıldıklarını dile getiren Amir Ateş, tüm arkadaşlarıgibi ne yapacağını düşünür, çünkü hiçbir şey bilmemektedir. Ancak birgün televizyonun kendi ilahi grubunun merasimiyle açıldığını görünce sıkıntısını üzerinden atar. “Yani o an tabiri caizse yüreğimize su serpildi. Benim için o dönem şartlarında güzelden de güzel bir şey oldu. Düşün darbe gerçekleşmiş ama manevi ortam kesintiye uğratılmamış ki bunun için ancak Allah’a şükretmek gerekirdi.” diyor. 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

EZAN OKUYUŞLARI GÖNÜLLERİ ÜRPERTEN

HAFIZ CEMALETTİN ÇİMEN 

  

 Doğumu ve Eğitimi 

 Hafız Cemalettin Çimen, 1937 yılında Kızılcahamamİlçesinin Turnalı Köyünde dünyaya geldi. Babası Abidin, annesi Ayşe Hanımdır. Cemalettin Çimen’in dedesi Ömer Efendi dini duyguları zengin, güzel Kur’an’ıKerim okuyanlara aşık bir insandı. Torunu Cemalettin’ihafız yapmak için büyük özlem duyuyordu. Bu nedenle belli bir yaşa gelince, Onu hemen yakın dostları bulunan Alpagut Köyüne, hanımının yeğeni Alpagut Hatibi Osman Güran’ın yanına gönderdi.Hafız Cemalettin Çimen, ilk kez Kur’an öğrenimine Alpagut Köyünde Osman Güran’da başladı. Daha sonra bir süre Kur’an öğrenimini Kırkırca Köyü İmam-Hatibi İbrahim Özdoğan’da sürdürdü.

Hafız Ali Güran’ın da hafızlık hocası olan ve yörede “Demir Hafız” ismi ile ün yapmış Mustafa Çoban’ın oğlu Kesenözlü Hakkı Çoban, Turnalı Köyünde ücreti köy halkı tarafından ödenmek üzere imam-hatip olarak görevlendirilmişti. Hafız Cemalettin Çimen, köyüne döndü ve hafızlık çalışmalarına Hakkı Çoban’da devam etti. Dedesi Ömer Ağa torunu Cemalettin Çimen için çevre köyler halkını da davet ederek büyük çaplı, dini atmosferbakımından coşkulu bir hafızlık merasimi yaptı.Hafız Cemalettin Çimen akrabaları Alpagut’lu Kemal Güran ve Arif Mehmet Özdemir’le birlikte 1951 yılında Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun olarak okuma kurallarını öğrenmek, Kur’an okumada tavır, eda, sada ve ses tekniklerini geliştirmek üzere İstanbul’a Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na gitti. Bu kursta Hafız Hasan Akkuş Hocaya öğrenci oldu. 1952 yılında Nuruosmaniye Kur’an Kursundaki Kur’an kıraatı eğitimini tamamlayarak köyüne döndü. Cemalettin Çimen’in köyü 10-15 haneli çok küçük bir köydü. Bu nedenle köyünde herhangi bir resmi eğitim göremedi. İlkokulu dışarıdan sınava girmek suretiyle bitirdi.  

Görevleri 

 Hafız Cemalettin Çimen, ilk dini hizmet görevine 1953 yılında kendi köyüTurnalı Köyü imam-hatipliği ile başladı. İki yıl bu görevi yaptı. 01.02.1956 tarihinde Etlik Anakadın Camii müezzinliğine atandı. 1957-1959 yıllarında vatani görevini yaptı. 02.8.1959 tarihinde İbadullah Camii müezzini, 12.8.1963 tarihinde Çankaya Maltepe Camii müezzini oldu. Bu görevini emekli oluncaya kadar sürdürdü. Maltepe Camii müezzini iken 17.7.1990 tarihinde emekli oldu. 

Evliliği ve Çocukları

Hafız Cemalettin Çimen, 1955 yılında Turnalı Köyü imam-hatibi iken Mürüvvet Hanımla evlendi. Bu evlilikten Sedat, Nail, Selami isimli oğulları ile Nadide isimli kızı dünyaya geldi. Oğlu Sedat Çimen Diyanet İşleri Başkanlığı merkez kuruluşunda Başkanlık Makamı Özel Kalem Müdürlüğü’nde Basın Bürosu Uzmanı olarak çalışmaktadır. Nail Çimen uzun yıllar Türkiye Diyanet Vakfı’nda çalıştıktan sonra “Kervan Turizm” isimli özel turizm şirketini kurdu. Halen buşirketle turizm işletmeciliği yapmaktadır. Selami Çimen ise Türkiye DiyanetVakfı’nın bir iştiraki olan Komaş şirketinde makam şoförlüğü yapmaktadır. Kızı Nadide ev hanımıdır.  

Vefatı ve Defni 

Hafız Cemalettin Çimen, 2002 yılında Yüce Allah’ın rahmetine kavuştu.Meslektaşlarının ve sevenlerinin katılımı ile Ankara Yenimahalle Sami Efendi Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Yenimahalle Karşıyaka Mezarlığında defnedildi. Kısa bir süre sonra eşi Mürüvvet Hanım da vefat etti. Aynı mezarlıkta eşi Cemalettin Çimen’in bitişiğindeki mezara gömüldü. Yüce Allah her ikisinede geniş rahmetini esirgemesin.  

Genel Bir Değerlendirme 

 Hafız Cemalettin Çimen’in ruhları ürperten bir sesi vardı. Kur’an’ı Kerim okuyuşu zevkle dinlenirdi. Kur’an okumadaki yeteneği meslektaşlarınca da kabul edilirdi. Hafız Cemalettin Çimen’in en önemli özelliği okuduğu ezanlar ve özellikle Cuma günleri, Cuma namazlarından önce okuduğu “SALA”lar idi. Maltepe Camii’nin yüksek minarelerinden, güçlü hoparlörlerle okuduğu ezan ve “sâlâlar, gerek cami cemaati ve gerekse Maltepe Camii çevresinde oturan halk tarafından kalpleri ürpererek dinlenirdi. Değerli hocamız ve meslektaşımız HafızRıza Çöllüoğlu “ben ölürsem, Hafız Cemalettin Çimen de hayatta olursa, benimcenaze selamı Cemalettin Çimen okusun” diye vasiyet ederdi. Fakat neyazık ki, Cemalettin Çimen Rıza Çöllüoğlu’ndan önce vefat etti. Onun bu içtendileği yerine gelemedi. Yüce Allah Rıza Çöllüoğlu hocamıza uzun ve sağlıklı ömürler versin. Hafız Cemalettin Çimen, emekli olduktan sonra yaz aylarında Kızılcahamam merkezinde oturuyordu. Kızılcahamam merkezde olduğu aylarda zaman zaman Kızılcahamam’ın camilerinde ezan ve sâlâ okur, Kızılcahamam halkına da duygulu anlar yaşatırdı.

 




0 Yorum - Yorum Yaz

HAFIZ İSMET AYDIN

 

 

Doğumu ve Eğitimi 

Hafız İsmet Aydın, 1935 yılında Kızılcahamam İlçesininÜçbaş Köyünde dünyaya geldi. Baba adı Ahmet, anneadı Fatma’dır. Beş sınıflı ilkokulu köyünde bitirdi. 1948 yılındakendi köyünde hafızlığa başladı ve 1950 yılında hıfzını tamamladı.Aynı yıl İstanbul’a gitti, Atikali Camii baş imam-hatibi ve Kur’an öğreticisi Hacı Fahri Kiğılı’nınKur’an kursunda, Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun olarak okuma dersleri almayabaşladı. 1951 yılında Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na kaydını yaptırdı ve HafızHasan Akkuş Hocanın öğrencisi oldu. Hafız Hasan Akkuş’da iki yıl eğitimgördükten sonra 1953 yılında usulüne uygun Kur’an’ı Kerim okuma eğitimini tamamladı.Aynı yıl Sultanahmet Camii baş imam-hatibi, büyük bestekar SadettinKaynak’tan 5 ay Türk musikisi, ilahi ve nota dersleri aldı. Daha sonra nota derslerive usulleri öğrenimini Beyoğlu ilçesi Cihangir Camii imam-hatibi MustafaTüzün’de sürdürdü.  

Görevleri

 

Hafız İsmet Aydın, dini hizmet mesleğinde ilk resmi görevine Beyoğlu Müftülüğü’nün açtığı müezzinlik imtihanını kazanarak 1954 yılında Beyoğlu Hoca ali Camii  müezzini olarak başladı. 1956 yılında vatani görevine başladı. Vatani görevini bitirdikten sonra yeniden İstanbul’a döndü ve Beyoğlu Mahmutağa Camii müezzinliğine atandı. Bu görevi 4 yıl sürdü. 1960 yılında aynı ilçe AynalıÇeşme Camii müezzinliğine nakledildi. 1962 yılında İstanbul İl Müftülüğü’nünaçtığı imam-hatiplik imtihanına girdi. İmam-hatiplik imtihanını kazandı ve BeyoğluKaim Ahmet Camii imam-hatipliği görevine atandı. Bu görevini iki yıl sürdürdüktensonra, 1964 yılında yine İstanbul İl Müftülüğü’nce açılan imtihanı kazandıve Beyoğlu Ağa Camii imam-hatipliğine nakledildi. Ağa Camii’nde imamhatiplikyaptığı yıllarda aynı camide bir Kur’an kursu açarak Kur’an’ı Kerim öğretimiçalışmalarını sürdürdü. Ağa Camii’ndeki imam-hatiplik ve Kur’an kursu öğreticiliği çalışmalarındaki başarıları dikkate alınarak, 1973 yılında ªişli İlçe Müftülüğü’ne bağlı BehramÇavuş Camii imam-hatipliğine ve Kur’an Kursu öğreticiliğine naklen atandı.1985 Yılında emekli oldu.

  

Evliliği ve Çocukları  

Hafız İsmet Aydın, Kezban Hanımla evlendi. Bu evlilikten Fuat ve Aykuthanisimli oğulları ile Latife ve Fatma isimli kızları dünyaya geldi. Fuat ve Aykuthanisimli oğulları güvenlik makinaları programlama işi yapıyorlar. Kızları Latife ve Fatma evli ve ev hanımıdırlar. Hafız İsmet Aydın’ın eşi ve çocukları hayattadır.Allah hepsine sağlık ve mutluluk dolu uzun ömürler versin.

 

Genel Bir Değerlendirme

 

Hafız İsmet Aydın, özellikle Behram Çavuş Camii Kur’an Kursu öğreticisi olarak hizmet verdiği 13 yıllık sürede çok sayıda öğrenciyi, öğreticisi olduğu Kur’an kursundan mezun etti. Mezun ettiği öğrenciler, Şişli Müftülüğü’nce açılan sınavlarda başarılı olarak Kur’an’ı Kerim kursu bitirme belgesi aldılar.Hafız İsmet Aydın, yüksek perdeli sesi, musiki bilgisi ve dokunaklı okuyuşuile cemaatini ve dinleyenlerini etkiledi. Resmi görevler yaptığı camiler dışında1959 yılından günümüze kadar çeşitli radyo ve televizyon kanallarındaKur’an’ı Kerim ve mevlid okudu. İstanbul’da birinci sınıf Kur’an’ı Kerim ve mevlid okuyanlar arasındaki yerini aldı.İstanbul Hafız’ı Kur’an ve Mevlidhanlar Derneği Genel Sekreterliği yaptı.

 


Kaynak: ESYAV




1 Yorum - Yorum Yaz

 

 

 

MİHRAPTA GEÇEN UZUN YILLAR

HAFIZ OSMAN EMİROĞLU

 

 Doğumu ve Eğitimi

 Hafız Osman Emiroğlu, 1934 yılında Çamlıdere İlçesininElmalı Köyünde dünyaya geldi. İlk soyadı “GEÇİM”idi. Daha sonra soyadını “EMİROĞLU” olarak değiştirdi.Köylerinde aile isimleri “EMİROĞULLARI” idi.Bu nedenle soyadını değiştirirken, bu soyadını aldı. Babasınınadı Musa Kazım’dır.Hafız Osman Emiroğlu, 1944 yılında Kur’an eğitimialmak üzere babası tarafından Sayrak Köyünde imam-hatiplik yapmakta olanamcasına götürülüp teslim edildi. Babasının amcasında önce Kur’an’ı Kerim’i yüzüneokumayı öğrendi, sonra da hıfza başladı ve her cüzden 10 sayfa ezberledi.1946 yılına kadar Sayrak Köyünde kaldıktan sonra bu kere Kazan İlçesi KaralarKöyünde yerleşmiş bulunan kendi amcasının yanına gitti. Hıfzını Karalar Köyündeamcasının yanında bitirdi.Amcası İstanbul’da Ayasofya İmam-Hatibi İdris efendi’de okumuş, İstanbul’utanıyan birisi idi. Bu nedenle Osman Emiroğlu’nu 1948 yılında Kur’an eğitiminiilerletmek üzere İstanbul’a götürdü.Hafız Osman Emiroğlu, İstanbul’da Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun olarakokumayı öğrenmek üzere Eminönü İlçesi Çemberlitaş Semtinde bulunan HacıFahri Kiğılı’nın Kur’an Kursu’na öğrenci oldu. Bu arada NuruosmaniyeKur’an Kursu’nda Hafız Hasan Akkuş’tan da ders aldı. 1950 yılının 10. AyındaNuruosmaniye Kur’an Kursu’ndan usulüne uygun Kur’an’ı Kerim okuma belgesialdı ve köyüne döndü.Hafız Osman Emiroğlu’nun babası Musa Kazım Efendi, onun dini-meslekibilgisini ilerletmesini, Kur’an okuma eğitimi dışında Arapça öğrenmesini istiyordu.Bu nedenle onu Yenimahalle Yuva Hatibi Mehmet Ali Bilgin’e götürüp,teslim etti. 1951 yılında Yuva Köyünde bir süre Arapça okudu ise de yeniden köyünedöndü. 25 Ekim 1954 tarihinde Çamlıdere’de dışarıdan imtihana girerek beşsınıflı ilkokul diploması aldı.

 

Görevleri

Hafız Osman Emiroğlu, İstanbul’da Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun olarakokuma eğitimi alırken ramazan aylarında Bandırma İlçesinde ramazan mukabelesiokudu. 1952-1953 yıllarında kendi köyünün bir mahallesi olan Kargalar’daücreti köy halkı tarafından ödenmek üzere imam-hatiplik yaptı. 1954 yılında aynışekilde kendi köyü Elmalı’da imam-hatiplik görevini sürdürdü. 1954-1955 yıllarındavatani görevini yaptı. 26.12.1956 tarihinde Kızılcahamam İlçesi MerkezKur’an Kursu öğreticiliğine atandı. Kur’an öğreticiliği ile birlikte KızılcahamamMerkez Camii’nin imam-hatipliğini de yaptı. 1960 yılında Kur’an öğreticiliği sonaerdi. Aynı camideki imam-hatiplik görevine devam etti. 26.04.1967 tarihindeKızılcahamam Merkez Yukarı Camii imam-hatipliğine nakledildi. Bu görevini aralıksız 20 yıla yakın sürdürdü ve 23.07.1996 tarihinde emekli oldu.Hafız Osman Emiroğlu, Kızılcahamam ilçe merkezinde bulunduğu zamanlarda ve gerektiğinde cami görevlisi bulunmayan mahallelerde dini hizmet mesleğini sürdürmektedir.

Evliliği ve Çocukları

Hafız Osman Emiroğlu, 1952 yılında Hakime hanımla evlendi. Bu evliliktenKazım isimli bir oğlu ile Fatma, Tayyibe, Zehra, Cahide isimli kızları dünyayageldi. Kızları evli ve ev hanımıdır. Eşi ve çocuklarının hepsi hayattadır.

Genel Bir Değerlendirme

Hafız Osman Emiroğlu, Kızılcahamam merkezinde 30 yıl aralıksız görevyaptı. Nispeten küçük bir ilçe olan Kızılcahamam da bu kadar uzun süre dini hizmetgörevi yapabilmek zor bir iştir. Osman Emiroğlu görevindeki titizlik ve ağırbaşlılığıile bu zoru başarmıştır. İyi bir hafızdır. Tok sesi ve Kur’an’ı Kerim’i usulünegöre okumadaki titizliği ile bilinir. Sakin tavırları ve ciddi duruşu ile cemaatinin,meslektaşlarının ve amirlerinin sevgi, saygı ve takdirlerini kazanmıştır.

  

 




0 Yorum - Yorum Yaz
  1.  

 

YILLARIN KUR’AN ÖĞRETMENİ

HAFIZ SEYFETTİN FİDAN

 

Doğumu ve Eğitimi  

Hafız Seyfettin Fidan, 1934 yılında Kızılcahamamİlçesi’nin Kırkırca Köyü’nde dünyaya geldi. Babası Hilmi Efendi, annesi Kezban Hanım’dır. İlkokulu 3 sınıflı köyokulunda okudu.

İlk Kur’an’ı Kerim okuma derslerini köyün imam hatibi İsmail Efendi’den aldı. Kur’an’ı Kerim’iokuma derslerine Kırkırca Köyü’nün yetiştirdiği “TOPALHOCA” ismiyle çevre köylerde tanınan Ahmet Efendi’dedevam etti.

Daha sonra Kur’an eğitimini köyün imam hatibi İstanbullu Hoca ismiile bilinen Muhsin Efendi’de sürdürdü.

1944 yılında komşu köy Alpagut’a gitti.Alpagut’lu ünlü hafız Ali Güran’da hafızlığa başladı. Daha sonra hafızlığını aynıköyden Hafız Mehmet Yılmaz’da bitirdi.

1946 yılında İstanbul Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na gitti. Nuruosmaniye Kur’an Kursu öğretmeni Hafız Hasan Akkuş’ta tecvit ve Kur’an’ı Kerim’iusulüne uygun okuma dersleri aldı.

1949 yılında köyüne döndü. 1952-1953 öğretim yılında önce dışarıdan 5 sınıflıilkokul diploması aldı ve sonra da Ankara İmam Hatip Lisesi’ne öğrenci kaydını yaptırdı.

Ankara İmam Hatip Lisesi’nin lise kısmını 1958-1959 öğretim yılındabitirdi. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne girdi. 1963 yılında İstanbul Yüksekİslam Enstitüsü’nü bitirdi.

 

Görevleri

Hafız Seyfettin Fidan, dini hizmet mesleğine 1949 yılında İstanbul’dan köyünedöndüğünde, köy bütçesinden imam-hatip olarak görevlendirilmek suretiylekendi köyünde başladı.

1951 yılında Ankara Kurşunlu Camii müezzinliğineatandı. Bir yıl sonra 1952 yılında imam-hatiplik imtihanını kazanarak, Ankara içkalede bulunan Müsafir Fakih Camii imam hatibi oldu. Anılan camide bu görevi 7 yıl sürdürdü.

14.12.1959 tarihinde Yüksek İslam Enstitüsü öğrencisi olduktan sonra,imam-hatiplik görevini İstanbul Eminönü İlçesi Köprülü Mehmet Paşa Camii’nenaklettirdi. Bu camide iki yıl görev yaptı.

Daha sonra aynı ilçe Yerebatan Camiiimam-hatibi oldu. 1963 yılında Ankara Merkez İmam-Hatip Okulu meslek dersleriöğretmenliğine atandı.

1966-1968 yılları arasında Ankara Etimesgut ZırhlıBirlikler Komutanlığı’nda tank teğmeni olarak vatani görevini tamamladıktansonra, yeniden Ankara Merkez İmam-Hatip Lisesi meslek dersleri öğretmeni vemüdür yardımcısı olarak atandı.

1972 yılına kadar bu görevini sürdürdü. Dahasonra idarecilik görevinden ayrıldı. Meslek dersleri öğretmeni olarak 1994 yılınakadar çalıştı.

1994 yılında Ankara Merkez İmam-Hatip Lisesi meslek dersleri öğretmeniolarak emekli oldu.

 

Evliliği ve Çocukları

Hafız Seyfettin Fidan, kendi köyünden Zeynep Hanım ile evlendi. Bu evliliktenNeslihan isimli kızı, Nurullah ve Lütfullah isimli oğulları dünyaya geldi.

Oğlu Nurullah, Diyanet İşleri Başkanlığı Teftiş Kurulunda Başmüfettiş olarakgörev yapmaktadır. Başkanlığın yurtdışı kuruluşlarında da aktif görevlerde bulunmuştur.

Oğlu Lütfullah, Diyanet İşleri Başkanlığı merkez kuruluşunda çeşitli görevlerdeçalışmıştır. Her ikisi de Başkanlık merkez kuruluşundaki görevlerini sürdürmektedirler.

Genel Bir Değerlendirme

Hafız Seyfettin Fidan, Ankara İmam-Hatip Okulu meslek dersleri öğretmeni olarak binlerce öğrenciye Kur’an’ı Kerim dersleri okuttu. Ankara camilerinde,zaman zaman radyo ve televizyon kanallarında, yüksek sesi ile Kur’an’ı Kerimokudu.

Meslektaşları, hemşehrileri ve Ankara halkı tarafından sevildi. O, Kızılcahamam  Çamlıdereyöresinde ünlü hafızlar arasında yerini aldı. Özellikle Ankara İmam-Hatip Okulu’ndanmezun ettiği öğrencileri üzerinde derin etkileri oldu.

Ankara İmam-Hatip Okulu’ndan mezun olması ve aynı okulda uzun yıllar Kur’an’ı Kerim dersleri okutması nedeniyle,okul yönetimi, okul öğretmenleri ve öğrencileri arasında saygın bir kişi oldu.

Hocaların hocası olarak tanınan  hafız Seyfettin Fidan Ramazan Bayramının 2. günü 21 Eylül Pazartesi  Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Seyfettin Fidan Hocamızın cenaze namazı 22 Eylül Salı günü öğle namazının ardından Karşıyaka Mezarlığı Camii’nde kılındıktan sonra Kızılcahamam’ın Kırkırca köyü kabristanlığına defnedilmiştir.

Allah c.c makamını cennet etsin nur içinde yatsın.




0 Yorum - Yorum Yaz

BİR DİNİ-HAYRİ HİZMET ÖNDERİ

HAFIZ ARİF MEHMET ÖZDEMİR

 

Doğumu ve Eğitimi

 Hafız Arif Mehmet Özdemir, 1933 yılında Kızılcahamam İlçesinin Alpagut köyünde dünyaya geldi. Babası Mustafa, annesi Hafize Hanımdır.

 Hafız Arif Mehmet Özdemir, eğitimine köyünde sadece üç sınıflı ilkokul olduğu için, önce köyündeki üç sınıflı ilkokulu bitirerek başladı. Önce babası Mustafa’dan ilk Kur’an okumayı öğrendi. Daha sonra dayısı köyün hatibi Osman Güran’da hafızlık çalışmalarına başladı. Hafızlık çalışmalarını ikinci dayısı Hafız Ali Güran’da bitirdi. Köyünde dayıoğlu Kemal Güran ve bir başka hafızlık arkadaşı Kamil Yalçınkaya ile birlikte çevreden çok sayıda köy halkının da katılımı ile görkemli bir hafızlık merasimi yapıldı.

 1951 yılında, dayıoğlu Kemal Güran’la İstanbul Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na, usulüne uygun Kur’an’ı Kerim okuma ve tecvit dersleri almak için gitti. Burada uzun süre  kalamadı. Yaklaşık iki ay kadar sonra Ankara’da bir imam hatip okulu açılacağı haberleri üzerine Ankara’ya döndü. 40-50 günlük özel bir hazırlık öğreniminden sonra dışarıdan beş sınıflı ilkokul diploması aldı. Aynı yıl Ankara İmam-Hatip Okulunun ilk bölümüne öğrenci oldu.

 Ankara İmam-Hatip Okulunda 7 yıl düzenli ve disiplinli bir lise eğitimi gördü. 1958 yılında bu okul’un 7 yıllık lise bölümünden mezun oldu. İmam-Hatip okulu diploması ile herhangi bir fakülteye giremediği için dışarıdan lise bitirme sınavlarına girdi. Lise diploması aldıktan sonra 1961 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi oldu. Bu fakültede de 4 yıl süren bir eğitimden sonra Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. Hafız Arif Mehmet Özdemir, bu resmi eğitimi yanında özellikle Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun okuma çalışmalarını özel olarak da sürdürdü.

Dayısı Hafız Ali Güran’dan özel dersler aldı. Hafız Ali Osman Atakul’dan aldığı derslerdeki başarısından sonra, 1953 yılında 11 arkadaşı ile birlikte Ankara Hacıbayram Camii’nde coşkulu ve yoğun halk katılımı ile gerçekleştirilen hafızlık merasiminden sonra Kur’an kıratında başarı diploması aldı. Hafız Arif Mehmet Özdemir, hafızlığı ile ilgili olarak, şunları söylüyor:

- Diyanet işleri Başkanlığı merkez kuruluşunda idari görevler aldığım yıllarda, hafızlığımı biraz zayıflattım. Ben, kendi kendime “rahat bir görevim olsa da,  hıfzımı yeniden güçlendirsem” derdim. Yüce Allah, bana bu imkanı lütfetti. Din İşleri Yüksek Kurulu Raportörü, daha sonra da baş raportörü oldum. Bu görevlerde iken ben o sözümü gerçekleştirmeye çalıştım. Akşam eve gelince, her gün beş sayfa hazırlamadan yatmadım. Ertesi sabah işe gidince o sayfaları görev arkadaşlarıma okudum.

Benim en büyük duam “Yarabbi benim canımı hafızlığımı unutmadan al. Hafız olarak huzuruna geleyim.” dileğidir. Daha sonraki yıllarda, yaz aylarında Yalova’da kaldığım yıllarda hafızlığımı güçlendirme çalışmalarını sürdürdüm. Bu çalışmamın peşini bırakmadım.

Görevleri

Hafız Arif Mehmet Özdemir, ilk görevine 1952 yılında girdiği müezzinlik sınavında başarılı olarak Ankara Dışhisar Ramazan Şemsettin Camii müezzini olarak başladı. Aynı zamanda Ankara İmam-Hatip Okulu öğrencisi idi. Bu görevini Ankara İmam-Hatip Okulunu bitirinceye kadar 7 yıl sürdürdü. 1958 yılında İmam-Hatip Okulu’nu bitirdikten sonra 31.10.1958 tarihinde Ankara Çankaya Maltepe Camii imam-hatipliğine atandı. Çok kısa süren bu görevini vatani görevini yapmak için bıraktı.

1959-1960 yıllarında vatani görevini yedek subay olarak yaptı. Vatani görevini top teğmeni olarak tamamladıktan sonra, 20.06.1960 tarihinde Ankara Merkez Arslanhane Camii imam-hatibi olarak atandı. Daha sonra 1962 yılında Yenimahalle Esentepe Camii İmam-hatibi oldu. Bu görevleri toplam 5 yıl kadar sürdü. Aynı zamanda Yenimahalle Kız Lisesi din bilgisi öğretmenliği yaptı.

Yenimahalle Tepe Camii imam-hatibi iken Türkiye Din Görevlileri Federasyonu tarafından yayımlanan “HAKSES” dergisi yayın sorumlusu olarak çalıştı. Hafız Arif Mehmet Özdemir, 1967-1968 yıllarında Bağdat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde özel olarak eğitim veren “Yabancılar” bölümünde “Dini yüksek ihtisas eğitimi” aldı.

 Hafız Arif Mehmet Özdemir, 1965 yılında yasalaşan Diyanet İşleri Başkanlığı yeni kuruluş yasasının yürürlüğe girmesinden sonra Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez Kuruluşunda görevler aldı. Sıra ile 1966 yılında Dini Hizmetler Ve Olgunlaştırma Dairesinde müdür yardımcısı, donatım müdür yardımcısı, donatım müdürü, Din İşleri Yüksek Kurulu Raportörü, Din İşleri Yüksek Kurulu Başraportörü oldu. 1983 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Başkanlık Vaizi olarak emekli oldu. Dini hizmette 31 yıl görev yaptı. Hafız Arif Mehmet Özdemir, Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez Kuruluşunda görevli iken “Hafızlık Tespit Sınavı”, “vaizlik-müftülük sınavı”, “yurt dışı dini hizmetlerde görevlendirme sınavı” gibi çok çeşitli sınavlarda komisyon başkanı veya komisyon üyesi olarak görevler aldı.

 Hac hizmetlerinin Türkiye Diyanet Vakfı ile işbirliği halinde Diyanet İşleri Başkanlığınca yürütülmeye başlamasından sonra, hac organizasyonlarının yürütülmesinde üst düzeyde önemli görevler yaptı. Başkanlığın henüz hac organizasyonu tecrübesinin bulunmadığı ilk yıllarda bu organizasyonda hacı adaylarının kara yolu ile nakli çalışmalarının organizasyonunda en üst düzeyde görevler üstlendi.

Hafız Arif Mehmet Özdemir, diyanet hizmetlerini desteklemek amacı ile kurulan Türkiye Diyanet Vakfı’nın üst yönetimlerinde de görevler üstlendi. Türkiye Diyanet Vakfı genel kurul üyesi seçildi. Zaman zaman bu Vakfın mütevelli heyetlerine seçildi. Halen Türkiye Diyanet Vakfı’nın Genel Kurul üyesidir.

Hayır Amaçlı Dini ve Sosyal Hizmetlere Destekleri

Hafız Arif Mehmet Özdemir, hayır amaçlı dini ve sosyal hizmetlere de maddi destekler sağladı. Öncelikle doğduğu Alpagut Köyünün Camii’ne bakım ve tamir amaçlı maddi destekler verdi, köyün içme suyunun zenginleştirilmesi çalışmalarına önemli maddi katkılarda bulundu. Kızılcahamam merkezde inşa edilen YABANABAT CAMİİ’nin inşa çalışmalarını maddi katkıları ile destekledi.

Özel kütüphanesinde biriktirdiği kitaplarından bir kısmını Türkiye Diyanet Vakfı’nın bilimsel bir kuruluşu olan İslam Araştırmaları Kütüphanesine, bir kısmını da Kızılcahamam İmam-Hatip Lisesi kütüphanesine bağışladı. Yaz aylarında kalmak üzere Yalova İlçesi Koru Köy’de bir yazlık edinmişti. Yaz aylarında orada kaldığı köyün ihtiyacı olan caminin yapılmasına öncülük yaptı. Cami tamamlandıktan sonra bu camide Cuma ve bayram vaazlarını verdi. Yöre çocuklarına Kur’an okumayı öğretti. İlmihal bilgisi düzeyinde dersler verdi.

Hafız Arif Mehmet Özdemir, Türkiye Diyanet Vakfı ile ortak olarak masraflarını karşılamak üzere Kırım’da da bir cami yaptırdı. Bu camiye “Hacı Arif Bey Camii” ismi verildi. Hafız Arif Mehmet Özdemir, Kırım’da Diyanet Vakfı ile ortaklaşa inşaat masraflarını üstlendiği Hacı Arif Bey Camii ile ilgili hatıralarını da şöyle anlatıyor;

 - Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışıyorken bir ara Başkanlık dünyanın çeşitli ülkelerini gruplandırmış ve çalışanlara o ülkelerle ilgili görevler vermişlerdi. Örneğin Kemal Güran hocaya Balkanlar ile ilgilenme görevini vermişlerdi. Balkanlardaki din hizmetlerinin Türkiye adına izlenmesinden Kemal Güran hoca sorumluydu. Keza, Yakup Üstün Hoca Kırım tarafındaki din hizmetlerinin yürütülmesinden sorumluydu. Bir gün Yakup Üstün Hoca’nın yanına gittim. Vakıf’ta konuşuyorduk, bana “Kırım’da emekli bir öğretmen kadın cami yaptırıyor” dedi. Ben, bu sözle çok ilgilendim. Bu işin nasıl olduğunu sordum. Kırım o zamanlarda çok yoksuldu. Açlık vardı, halkın refahı en alt düzeye düşmüştü. Kırım halkı çok sefalet çekti. Gorbaçov hükümeti dağıldıktan sonra Kırım Türklerinin sürgünden dönmeleri ile Kırım’da bıraktıkları ev, mal, mülk talan edilmiş ve döndükleri ülkelerden kazandıkları her ne ise ellerinde o kalmıştı. Ellerinde kalan sadece o imkanlarla ülkelerini yeniden  kurdular. Ben Kırım’a gittiğimde orada yiyecek-içecek hiçbir şey bulamadım. Halk zor şartlarda ellerindekilerle yetiniyorlardı. Orada bulunduğum sırada Türk markalı bir bisküvi gördüm, onun dışında satılan bir şey yoktu. Ben orada ne doğru dürüst bir ev görebildim, ne de bir cami. Orada hiçbir şey yok, hal böyle olunca Yakup Üstün bana Kırım’da 30.000 Marka bir öğretmen kadının cami yaptırdığını anlatmıştı. Ben de “O camiyi nasıl yaptırdıysanız, ben de 30.000 Mark vereyim, bir cami daha yapın” dedim. Vakfa hemen parayı yatırdım ve Yakup Üstün ile beraber Kırım’a gittik. Kırım’da cami için uygun yer araştırdık. 40.000 m2’lik bir arsa üzerine cami inşaatını başlattık. Yüce Allah bize orada da bir cami yaptırmayı nasip etti. Vakıf, Camiye “Hacı Arif Bey Camii” diye de isim koydu. Öğretmen bir kadın tek başına bir cami yaptırmıştı. Bu benim çok ilgimi çekti.” Neden yapılmasın?” dedim. Böylesine bir hayır işine aracılık yapanlardan ve böylesine hayırları gerçekleştirenlerden Allah razı olsun.

Hafız Arif Mehmet Özdemir, emekli olduktan sonraki hayatında Yalova’da gerçekleştirdiği hayır hizmetleri ile ilgili çalışmalarını şöyle anlatıyor:

- Emekli olduktan sonra, emekli hayatım genellikle Yalova’da geçti. Yalova’da bir arsa satın aldım ve oraya bir ev yaptım. 25 senedir yazları oraya gider, gelirim. Yeri Yalova ve Çınarcık arasında Koruköy ve Akköy civarında. Oraya ilk gittiğim  zaman pek çok mahrumiyet vardı. Su yoktu, elektrik yoktu, yol yoktu. Orada evimde mahallenin çocuklarını okuttum. Mahallede cami de yoktu, cemaat de yoktu. Ezan sesi gelmeyen bir yerdi. Ankara’da Mehmet Filiz isimli bir arkadaşımız vardı. şimdi vefat etti, Allah rahmet eylesin. Kızılcahamam Çeltikçi Nahiyesi Kurumcu köyünden Ankara’ya gelmişti. Bizim de Ankara’da kiracımız oldu ve teyzemin kızı ile evlendi. Mehmet Filiz Küçükesat Mahallesinde bir gecekondu yaptı. Orada kendi arkadaşlarını ve akrabalarını topladı, bir mahalle kurdular ve orada bir mahalle camii yaptılar. Paraları olmadığı halde yaptılar, kendi güçleri ile yaptılar. Mesela; akşam birleşirler cami inşaatının betonunu kararlar, sabah erken saatlerde de betonunu atarlardı. Çok zevkli bir çalışma ile camilerini yapıp, ibadete açtılar. Ben de o caminin muhasebe defterlerini tutuyordum. Dolayısıyla caminin her şeyini yakinen bilirdim. Bana göre çok güzel bir iş başardılar, oraya bakanların imrendiği bir iş yaptılar. İçten gelerek, paraları olmadığı halde, üçer-beşer kuruş biriktirerek malzeme alıp da yaptılar. Bu durum beni çok etkilerdi. Yüce Allah acaba  bana da böyle bir iş nasip eder mi? O caminin yapımında çalışanların durumlarına çok imrendiğim için Yalova’da kaldığım zamanlarda acaba Yalova’da benim oturduğum köyde de bir cami yapılır mı? diye düşünürdüm. Yalova’da arsa çok kıymetli, civardaki camiler de halka bu mahalle için çok uzaktı. Bu köy için bir cami ihtiyacı olduğunu, bunun da her şeyden önce bir arsa temini ile olabileceğini anlattım. Allah rızası için bir Müslüman çıksa da cami için bir arsa verse, “camiyi ben yaptırmayı taahhüt ediyorum” derdim. Yüce Allah birisinin kalbine ilham verdi herhalde. Kışı Ankara’da geçirdiğim bir zamanda bana haber gönderdi. “Hocam gelsin, ben caminin yerini vereceğim” diye. Kış aylarında cami için arsayı verdi ve 1986 yılında yaz aylarında inşaata başladık. İki sene sonra cami inşaatı tamamlandı ve ibadete açıldı. İki senede o cami nasıl bitti, o kubbe nasıl çatıldı, o minare nasıl yükseldi? Hâlâ aklım almıyor. Yüce Allah bu zevki bana tattırdı. Aynen, Mehmet Filiz kardeşimin yaptığı cami gibi bir cami yapmayı bana nasip etti. Bundan dolayı Yüce Allah’a çok şükrediyorum. Caminin inşaatı safhasında şöyle olaylarla karşılaştım; köy halkı ve çevresinde  oturanlardan eli keser tutan adamları çağırıyordum, halktan komşulara“şu kalıp çakılacak” diyordum. Hemen eli keser tutanlar tarafından kalıp çakılıyordu ve ertesi gün mahallede ilan ediyorduk. “Beton dökülecek, haydi gelin” diyorduk. Hemen traktörlerle kum taşınıyor, hep birlikte orada betonu imece usulü hazırlayıp, döküyorduk. Öyle düşünüyorum ki, Yüce Allah, Mehmet Filiz ve komşularının yaptığı camiye imrendiğime acıdı da bana bu camiyi yapmayı nasip etti herhalde. Yalova’da bulunduğum bir sırada evimdeydim. Bir gece hepimizin çok iyibildiği Sakarya, Kocaeli ve Yalova çevresinde meydana gelen büyük deprem oldu. Bizim caminin de minaresi yıkıldı.  Başka tarafına bir şey olmadı. Yalova benim hayatımın en verimli olduğu zamanlarımda meyvelerimi topladı, kendine hizmet ettirdi: anlattığım camii yaptık, Kur’an Kursu açtık, öğrenci yetiştirdik, inşa ettiğimiz ve hizmete açtığımız camide din görevlisi olmadığı zamanlarda imam-hatiplik yaptım. Camiye resmi imamhatip tayininden sonra vaizliğini yaptım, müezzinliğini yaptım. Yüce Allah bana bu değişik hizmetlerin hepsini tattırdı.

Evliliği

Hacı Arif Mehmet Özdemir, Afet Hanımla evlendi, çocukken geçirdiği bir hastalık nedeniyle çocukları olmadı. Halen her ikisi de hayattadır. Yüce Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin.




0 Yorum - Yorum Yaz

 

HAFIZ MUSTAFA ÜNAL



Doğumu ve Eğitimi

 Hafız Mustafa Ünal, 1932 yılında Kızılcahamam İlçesininYakakaya Köyünde doğdu. Babası Ali Efendi, annesiEmine Hanımdır. Köyünde 3 sınıflı ilkokul vardı. Üçsınıflı ilkokulu köyündeki ilkokulda bitirdikten sonra, köyününimam-hatibinde Kur’an’ı Kerim’i yüzünden okumayave ilk dini bilgileri almaya başladı.1947 yılında Alpagut’lu “Büyük Hafız” ismi ile tanınanve yörede çok hafız yetiştiren Hafız Mehmet Yılmaz Yakakaya Köyüne geldi.Hafız Mehmet Yılmaz, Mustafa Ünal’ın babasının dostu idi. Bu nedenle onlarınevine misafir oldu. Bu ziyaretten sonra Mustafa Ünal hafızlık yapmak üzereAlpagut Köyüne gitti, hafızlığa başladı. 11 sayfaya kadar hafızlık çalışmasını HafızMehmet Yılmaz’da yaptı. 1948 yılında Hafız Mehmet Yılmaz’ın ölümü üzerineköyüne döndü. Köyünün yeni imam-hatibi, komşu Kızık Köyünden HafızAsım Çetinkaya’da hıfz çalışmasını sürdürdü. Asım Çetinkaya’nın bir başka köyeimam olarak, Yakakaya Köyünden ayrılmasından sonra 1949 yılında İstanbul’aNuruosmaniye Kur’an Kursu’na gitti. Kursun öğretmeni Hafız Hasan Akkuş,Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda yatılı öğrenci kapasitesi dolu olduğu için MustafaÜnal’ı Hacı Fahri Kığılı’nın yönetimindeki Kur’an Kursu’na gönderdi.Hafız Mustafa Ünal 1950 yılında hıfzını tamamladı. Bu arada Hafız YahyaEskişehirli’den Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun okuma dersleri aldı. NuruosmaniyeKur’an Kursu öğreticisi Hafız Hasan Akkuş’dan da iki ay kadar talim ve tecvitdersleri aldı. Beyazıt Camii’nde bir kısım arkadaşı ile birlikte hafızlık merasimleriyapıldı.1951 yılında Ankara’ya geldi. Ankara’ya geldikten sonra imam-hatip okulunaöğrenci olmak istedi. Fakat 5 sınıflı ilkokul diploması yoktu, yaş durumu bakımındanda bu okula öğrenci olması mümkün değildi. Bu nedenlerle imam-hatipokuluna öğrenci olamadı. 1952-1954 yılları arasında vatani görevini yaptı.1954 yılında dışarıdan imtihana girmek suretiyle beş sınıflı ilkokul diplomasını aldı.

Görevleri

Hafız Mustafa Ünal, 10.12.1954 tarihinde Ankara Müftülüğü’nce açılan imam-hatiplik imtihanına girdi. Bu imtihanda başarılı görüldü. Ankara Tacettin Camii imam-hatipliğine tayin edildi. 12.05.1960 tarihine kadar bu görevi sürdürdü.Kendi isteği ile Ankara Yenimahalle Tepe Camii’ne nakledildi. 12.06.1961tarihinde Yenimahalle 5.durak Çavuşoğlu Camii imam-hatibi oldu. Bu camide aralıksız 1997 yılına kadar 26 yıl imam-hatiplik görevi yaptı. Vatani görev süresiile birlikte 44 yıl fiili hizmetten sonra 20.01.1997 tarihinde emekli oldu.Hafız Mustafa Ünal, İstanbul’da Kur’an kursu öğrencisi olduğu dönemlerde ramazan aylarında çeşitli ilçelerde ramazan mukabeleleri okudu. Ankara’daki görevleri süresince de Ankara’nın çeşitli camilerinde mukabele okumayı sürdürdü.

Evliliği ve Çocukları

Hafız Mustafa Ünal, Tacettin Camii imam-hatibi olduğu yıllarda NerminHanımla evlendi. Bu evlilikten Suat, Esat ve Ahmet Sami isimli üç oğlu dünyayageldi. Suat Ünal, Atom Enerjisi Kurumu’nda kimya mühendisi olarak çalışıyor.Esat Ünal da kimya mühendisidir ve özel bir şirkette çalışmaktadır.Hafız Mustafa Ünal, üçüncü oğlu Ahmet Sami’yi kendisi gibi hafız yapmakistedi. İstanbul Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na gönderdi. Önce hafız olmasınısağladı. İmam-hatip okulunda öğrenci oldu. Bu okulun son sınıfında iken birkurban bayramında Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda birlikte hafızlık yaptığı arkadaşlarıile görüşmek üzere İstanbul’a gitti. Bayramdan iki gün önce arkadaşlarıile Karasu ilçesine balık tutmaya gittiler. Balık tutma sırasında, Hafız Ahmet Sami’nin ayağı kaydı ve bindiği kayıktan düştü. Başını kayığa vurdu, muhtemelen beyin kanaması sonucunda ve genç yaşında Yüce Allah’ın rahmetine kavuştu.Başta anne ve babası olmak üzere sevenlerinin üzüntü ve kederi ile cenazesi AnkaraYenimahalle Asri Mezarlığı’nda defnedildi. Ruhu genç yaşında ezberine aldığı Kur’an’ı Kerim’in nuru ile aydınlansın.

Genel Bir Değerlendirme

Hafız Mustafa Ünal, güçlü sesi ile okuduğu Kur’an’ı Kerim’le dinleyenlerin beğenisi kazanır. Okuyuş üslubu hocası Hafız Hasan Akkuş’u andırır. Cemaati, hemşehrileri ve meslektaşları arasında kendi halinde ve sakin kişiliği ile tanınır.

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

HAFIZ İHSAN BULUT





Doğumu ve Eğitimi

Hafız İhsan Bulut, 1943 yılında Kızılcahamam İlçesinin Süleler Köyünde dünyaya geldi. Babası Sadullah Efendi, annesi Anahanım’dır.

 Hafız İhsan Bulut’un eğitim hayatı çok zor koşullar adlında, değişik yerlerde, değişik zamanlarda, değişik hocalardan ders alarak, canlı ve heyecanlı şekilde sürüp gitti. Hafız İhsan Bulut henüz 6 yaşında iken Kur’an okumaya başladı ve köyün 25-30 kadar çocuğuna özel olarak dini eğitim veren Emin Hoca’da Kur’an’ı Kerim’i başından sonuna kadar okuyarak hatmini bitirdi.

Daha sonra yakın köylerden Yayalar köyüne gitti ve orada Halil Hoca’da “Yasin” ve “Mülk” sureleri gibi bir kısım sureleri ezber yaptı. Hafız İhsan Bulut, Komşu köy Çatak’da imamlık yapan Gerede İlçesinin Avşar Köyünden Seyit Mehmet Hoca’da henüz 10 yaşlarında iken hafızlığa başladı ve 1955 yılında hafızlığını bitirdi. Hafızlığını tamamladıktan sonra 1956 yılında talim, tecvit ve usulüne uygun Kur’an’ı kerim okuma dersleri almak için Ankara’ya geldi ve Hafız Ali Osman Atakul’un öğrencisi oldu.

1957 yılında Gerede Müftüsü Merhum Hafız Şeref Danışman’dan Arapça dersleri almak için Gerede’ye gitti ve Gerede’de 1960 yılına kadar Arapça ve dini bilgiler eğitimi aldı. 1958 yılında yayla mevsiminde Süleler Köyü yaylasında hafızlık merasimi yapıldı. 1960 yılının temmuz ayında Arapça öğrenimini ve dini bilgiler alanındaki eğitimini tamamlamak için Diyarbakır Silvan ilçesinde bu tür eğitimler veren Hadi Efendiye öğrenci oldu ve orada bir yıl bu eğitimini sürdürdü.

Hafız İhsan Bulut’un resmi herhangi bir öğrenimi yoktu. Sadece okur-yazardı. 1963-1965 yıllarında vatani görevini tamamladıktan sonra gece okuluna devam ederek ilkokul diploması aldı. 5 sınıflı ilkokul diploması ile yetinmedi, gece ortaokulunu da bitirdi. İmam-hatip birinci devresinin fark derslerini verdi. Ankara’da yıllarca “Aşere-Takrib” eğitimi veren Hacı Bayram Veli Camii imamhatibi Saffan Çakıroğlu’ndan “Aşere-Takrib” tersleri almaya başladı. Ancak araya ramazan ayının girmesi nedeniyle Kur’an’ı Kerim’in 1.cüzünü (Kur’an’ın ilk 20 sayfası) tamamladıktan sonra bu eğitimini tekrar sürdürme imkanı bulamadı.

Görevleri

Hafız İhsan Bulut, kendisini dini-mesleki hizmete hazırlamak için köyünde, çevre köylerde, Gerede’de, Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde eğitimini sürdürüp giderken, vatani göreve çağrıldı. 1963-1965 yıllarında vatani görevini yaptı. 1967 yılında Ankara Merkez Müftülüğünce açılan müezzinlik imtihanını birincilikle kazandı ve Yenidoğan Merkez Camii müezzini oldu.

 Hafız İhsan Bulut’un eğitim hayatı çok zor koşullar altında geçtiği gibi, ilk kez dini-mesleki alanda bir resmi göreve atanması da çok zor şartlar altında oldu. Kendisi ilk resmi görevi olan Yenidoğan Merkez Camii müezzinliğine atanması ile ilgili olayları şöyle anlatıyor:

- 23 Temmuz 1963 tarihinde fiilen vatani görevimi yapmaya başlamıştım. 24 ay askerlik yaptım ve 25 Temmuz 1965 tarihinde vatani görevimi tamamlayarak Ankara’ya geldim. Merhum Arif Mehmet Güran Hoca vardı, vekaleten Altındağ Müftülüğü’ne tayin olmuştu. Kendisi ile görüştük, bana “Seni kanuni yollardan göreve alacağım” dedi. Göreve başlayabilmek için sınava girmek gerekiyordu. Ben ilkokulu okumadım, sınavlarda sözlü sınavlardan geçiyordum ama yazılıyı yapamıyordum. 4 sene gece okuluna gittim ve dışardan ilkokulu, ortaokulu bitirdim ve imam-hatip okuluna girdim. Müftülüklerin açtığı sınavlara girdiğimde matematik ve tarih derslerini daha önce görmediğim için başaramıyordum ve çok zorlanıyordum. Daha sonra müezzinlik sınavlarının yalnızca Kur’an okuma ve dini bilgilerden yapılacağı açıklandı. Bu şekilde yapılan  sınavda birinci  oldum. Benimle birlikte merhum Mehmet Bayram ve Fethi Yeğen de müezzinliksınavına giriyorlardı. İki boş kadro var ama sözlü sınavda ilk üçe girenleri çağırmışlar. Ben birinci olduğum için 1967 Temmuz ayında Yenidoğan Merkez Camii’ne müezzin oldum.

Hafız İhsan Bulut, Yenidoğan Merkez Camii’nde aralıksız 6,5 yıl görev yaptı. Bu görevi sırasında da boş durmadı. İmam-hatip okulunun birinci devresinden dışarıdan girdiği imtihanlar sonucunda mezun oldu ve 1974 yılında Altındağ İlçesi Önder Mahallesi Hacımusa Camii imam-hatipliğine atandı. Bu camide bir yıla yakın imam-hatiplik yaptıktan sonra Ankara Merkez İlçe Tabakhane Camii imam-hatibi oldu. Bu görevi aralıksız 14,5 yıl sürdü.

Kısa bir süre Hacıbayram Camii’nde de imam-hatiplik yaptı. Daha sonra Keresteciler ve Marangozlar Sitesi Merkez Camii imam-hatibi oldu. Hafız İhsan Bulut, 1988 yılında Keresteciler ve Marangozlar Sitesi Merkez Camii imam-hatipliğine atandı. Bu görevi 3,5 yıl sürdü. Bu görevde iken 1992 yılında vatani görevi dahil 28 yıl 7 ay devlet hizmeti yapmış olarak emekli oldu.

Evliliği ve Çocukları

Hafız İhsan Bulut, 1960 yılında kendi köyünden Ayşe Hanımla evlendi. İlk çocukları uzun süre yaşayamadı, daha sonra Anahanım, Suna ve Saliha isimli kızları ile Sadullah, Yusuf ve Orhan isimli oğulları dünyaya geldi. Suna isimli kızı iyi bir hafızdır. Hacıbayram Camii imam-hatibi Saffet Çakıroğlu’ndan kıraat ve tecvit dersleri aldı. İlk çocuğunu kendisi hafız yaptı, ikinci çocuğunu da kendisi hafız yapmaya çalışıyor. Orhan isimli oğlu deniz pilot üsteğmendir.

 Genel Bir Değerlendirme

Hafız İhsan Bulut, dini hizmet mesleğine çok zor koşullar altında kendini hazırladı. Uzun yıllar özel dini eğitim alma çabası verdi. Bu amaçla değişik yerlerde, değişik hocalardan dersler aldı. Resmi eğitimini tamamlayabilmek için ilerlemiş yaşına rağmen büyük çaba harcadı ve başarılı oldu.

 

Amirlerince dini hizmet mesleğinde Ankara’nın Hacıbayram gibi önemli bir camiinde imam-hatiplik yapabilecek nitelikte görüldü. Kısa bir süre de olsa bu önemli görevde bulundu.

Ankara’nın Marangozlar ve Keresteciler Sitesi Merkez Camii gibi diğer önemli bir camiinde de aralıksız 3,5 yıl gibi uzunca bir süre görev yaptı. Hafız İhsan Bulut, dini hizmet mesleğindeki başarısını durmak bilmeyen uzun, yorucu ve azimli çalışmaları ile sağlayan ve eşi az görülen bir dini hizmet mesleği elemanı olarak görülmektedir.


 

Kaynak:ESYAV




2 Yorum - Yorum Yaz

HAFIZ FERDA ÇİMEN

Doğumu ve Eğitimi

 Hafız Ferda Çimen, 1940 yılında Kızılcahamam İlçesinin Turnalı Köyünde dünyaya geldi. Babası İsmail Efendi, annesi Fatma Hanımdır. Köyünde ilkokul bulunmadığı için ileri yaşlarda dışarıdan sınava girmek suretiyle beş sınıflı ilkokul diploması aldı. Dedesi Ömer Ağa’nın yönlendirmesi ile Kur’an’ı Kerim öğrenimine önce köyün imam-hatibi Hafız Hakkı Çoban’da başladı. Hakkı Çoban’ın köy imam-hatipliğinden ayrılmasından sonra köy imamı olan Hafız Ali Çalık’ta hıfza başladı ve hafızlığının ilk 1. sayfasını onda tamamladı. Hafızlığını amcasının oğlu rahmetli Cemalettin Çimen’de bitirdi, 1953 yılında hafız oldu.

Görevleri

Hafız Ferda Çimen, dini hizmet mesleğine Ankara Müftülüğü’nce açılan sınavı kazanarak 1959 yılında Karacabey Camii müezzini olarak başladı. 1960 yılında Ankara Çankaya İlçesi Kurtuluş semtindeki Abdülhadi Camii müezzinliğine atandı. 1960-1961 yıllarında vatani görevini yaptıktan sonra Ankara Merkez Yeşilahi Camii müezzinliğine atandı. 1965 yılında aynı ilçe Cenab-ı Ahmet Paşa Camii müezzinliğine nakledildi. Aynı yıl kendi isteği ile Tacettin Camii müezzini  oldu. Dokuz yıl bu görevde kaldıktan sonra 1974 yılında Ankara Yenimahalle İlçesi Kızılırmak Camii müzezzinliğine nakledildi.

Hafız Ferda Çimen, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca açılan bir imtihanla başarılı görülerek 1980 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne imam-hatip olarak görevlendirildi. Fakat ücret göndermede karşılaşılan bir takım olumsuzluklar nedeniyle iki buçuk ay kadar Kıbrıs’da görev yaptıktan sonra Türkiye’ye geri dönmek zorunda kaldı ve aynı yıl Yenimahalle İlçesi Çavuşoğlu Camii müezzinliğine atandı. 1985 yılında kendi isteği ile emekli oldu.

Hafız Ferdi Çimen, emekli olduktan sonra 1988 yılında Almanya’nın Köln şehrine gitti. Ücreti Köln’deki Türk işçileri tarafından ödenmek üzere Köln’de 6 yıl süre ile imam-hatiplik yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra ücreti ilgili dernek tarafından ödenmek üzere Demetevler Aziziye Camii imam-hatibi oldu. Bu görevi de bir süre devam ettirdikten sonra dini mesleki hizmet hayatı sona erdi. Halen özel bazı toplantılara katılarak Kur’an’ı Kerim ve mevlid okuyarak mesleki hayatını kısmen de olsa sürdürmektedir.

Evliliği ve Çocukları

Hafız Ferda Çimen, 1958 yılında kendi köyünden Gülhanım’la evlendi. Bu evlilikten, Rıdvan, Salih, Ömer ve Mehmet Akif isimli oğulları ile Hafize isimli kızları dünyaya geldi. Gülhanım 1985 yılında vefat ettikten sonra aynı yıl ikinci eşi Ümmiye hanımla evlendi. Hafız Ferda Çimen ve ikinci eşi Ümmiye hanım halen hayattadır.

Genel Bir Değerlendirme

Hafız Ferda Çimen, yüksek perdeli sesi ve kıraat kurallarına uygun Kur’an’ı Kerim okuyuşu ile dinleyenlerin dikkatini çeker, beğenisini kazanır. Sesinin yüksekliği yanında, okuyuşunun ruhlara nüfuz eden bir yönü de vardır. Özellikle okuduğu ezanlar ve mevlidler dinleyenler üzerinde oldukça etkilidir. Sesi ile orantılı olarak bir musiki eğitimi görebilmiş olsa idi, sınıf üstü bir Kur’an okuyucusu olmaması için hiçbir sebep yoktu.

Hafız Ferda Çimen, sessiz ve uyumlu kişiliği ile de meslektaşları, cemaatı ve hemşehrileri arasında sevilen ve sayılan özelliklere sahiptir. Yurtiçinde ve yurtdışında ifa ettiği dini-mesleki hizmetlerinde başarılı olmuştur. Hafız Cemalettin Çimen’den sonra aynı ailenin yetiştirdiği ikinci bir ünlü Kur’an’ı Kerim okuyucusudur.




0 Yorum - Yorum Yaz

 BİR GÖNÜL ADAMI  

 

 

HAFIZ DURSUN ALTUNDAL 

 Doğumu ve Eğitimi  

Hafız Dursun Altundal, 1936 yılında Kızılcahamam  ilçesinin Yukarı Kise Köyünde doğdu. Dursun Altundal  hafızlığı 18 - 19 yaşında, evli ve bir çocuk sahibi iken babası Hafız Süleyman Altundal’da bitirdi.

Daha sonra İstanbul Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda Hafız Hasan Akkuş’dan Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun okumadersleri aldı. Nuruosmaniye Kur’an Kursu’ndaki eğitimibir yıl sürdü. Dursun Altundal’ın ailesi dededen toruna üç nesil ünlü Kur’an okuyucusu yetiştirdi. Dede Mehmet Altundal, oğul Süleyman Altundal, torun  Dursun Altundal. 

  Görevleri 

İstanbul’daki eğitimini tamamladıktan sonra 1956 yılında vatani göreviniyaptı. Dönüşte, köyünde ücreti köy halkı tarafından ödenmek üzere 6 ay imamhatiplikyaptı. Daha sonra Kızılcahamam Merkez Camii imam-hatipliğine atandı.06.05.1967 tarihinde Ankara Altındağ İlçesi Ahievran Camii imam-hatipliğinenakledildi. 09.03.1972 tarihinde Yenimahalle İlçesi Ulu Camii imam-hatibi oldu.17.01.1994 tarihinde bu cami imam-hatibi iken emekli oldu. Bir süre görevliolarak aynı ilçe Çavuşoğlu Camii’nde de imam-hatiplik yaptı. 

 

 Evliliği ve Çocukları 

 Hafız Dursun Altundal, 1952 yılında Hacer Hanımla evlendi. Bu evliliktenSüleyman ve Eyüp isimli oğulları ile Fatma ve Hatice isimli kızları dünyayageldi. Eşi ve çocukları halen hayattadır.  

  

 Vefatı ve Defni 

 Hafız Dursun Altundal, 1996 yılı Ramazan ayında yurtdışındakivatandaşlarımıza dini hizmet vermek üzere Almanya’nın Stutgart şehrine gitti. 21Nisan 1996 günü orada iken ikindi namazında Rahmet-i Rahman’a kavuştu.Cenazesi Türkiye’ye getirildi ve 24 Nisan 1996 günü kendi köyünde defnedildi.Ruhu esen kalsın.

 Okuduğu Kur’an’ın nuru ile kabri aydınlansın.

Emekli İmam-Hatip Kamil Çöllüoğlu, Hafız Dursun Altundal hakkında şudeğerlendirmeyi yapıyor:

- Ben Dursun Altundal’ın nerede ve nasıl dini ve mesleki eğitim aldığınıbilemem. Babası Süleyman Altundal’dan Kur’an okuma eğitimi aldığınıduyardım. Dursun Altundal’ın Kur’an’ı Kerim okuyuşunu dinlerken,okuyuşunun insanı ürperten güzelliğini hep merak ederdim. Meşhurmevlithan ve gazel okuyucu, Hafız Sebilci Hüseyin gibi okuduğu duygusubende uyanırdı. Aynı zamanda hoş sohbet bir meslektaşımızdı. Kendisi ileilk kez Kızılcahamam’da görev yaptığı yıllarda tanıştık. GöreviniAnkara’da bir camiye nakletmeyi düşünüyordu. Bu düşüncesini banasöyledi. Ben de Ankara’da bir göreve nakli için yardımcı oldum.Ankara’ya görev nakli yaptıktan sonra, Ankara cemaati ve meslektaşlarıarasında sevilen ve sohbeti aranan bir kimse oldu. Son görev yeri olanYenimahalle 4.Durak Camii’nde görev yaptığı sürece, kendisini cemaatinede çok sevdirdi. O camiden emekli oldu. Emekli olduktan sonrada haftadabir gün görüşür, sohbet ederdik.Ömrünün son yıllarında zaman zaman yurt dışına batı Avrupa ülkelerinegitmeye başladı. Oğlu Süleyman da oradaydı. Kalbi rahatsızdı. Son kezgidişi öncesinde kendisi ile görüştük, ben kendisine “sen birazrahatsızsın, gitmesen iyi olur, biraz dinlen” dedim. Fakat, Avrupa’ya gittive bir ikindi namazı öncesinde Yüce Allah’ın rahmetine kavuştu. Allahrahmetini ondan ve bizlerden esirgemesin.

Hemşehrisi ve meslektaşı İhsan Bulut, Hafız Dursun Altundal hakkında şudeğerlendirmeyi yapıyor:

- Dursun Altundal Hoca Gençlik Parkında çok otururdu. Çok efendi, çokkibar, çok tatlı bir ağabeydi. Ben de bazı meslektaşlarla beraber fırsatbulunca Gençlik Parkına giderdim. Dursun Altundal Hoca’nın iyi giyimlive sükseli tavırları vardı. Güzel yürürdü, ben kendisine takılırdım,“Dursun ağabey, ben senin gibi bir giyinebilsem, Ankara bana vız gelir”derdim. Dursun Altundal Hoca bana, “İhsan senin başka işin yok mu,sen benimle neden uğraşıyorsun?” derdi. Allah rahmet eylesin, çok tatlıbir insandı. Beraber konuşurduk, sohbet ederdik. O hiçbir zamanarkadaşlarının, meslektaşlarının aleyhinde konuşmazdı. O zamanlarYenimahalle Ulu Camii’nde görevliydi. Kendisine has tatlı bir okuyuşuvardı ve o tavrından hayatı boyunca vaz geçmedi. 

  

 Genel Bir Değerlendirme

Hafız Dursun Altundal, gönülleri ürperten etkili sesi ile okuduğu Kur’an’ıKerim, kaside ve ilahileri ile dinleyenlere zevkli dakikalar yaşatırdı. Dost bir insandı. Dost toplantılarında hoş bir ortamın oluşmasına sebep olurdu. Yaptığı şakalarla meslektaşları arasındaki toplantılarda dikkatleri üzerine toplardı. Bu türtoplantılarda hiç beklenmedik zamanlarda bir “AH!” çeker, bazen bir kaside,bazen bir ilahi okuyarak, toplantının havasına manevi zenginlik kazandırılmasınaönayak olurdu. Bu ve benzeri davranışları ile meslektaşları arasında sevilirdi.Güzel yüzlü bir insandı. Güzel giyinirdi. Ahlakı da güzeldi. Taşıdığı dini hizmet mesleğinin vakarını ve onurunutitizlikle korurdu. Büyüklerine karşı büyük saygısı vardı. İyi bir aile reisi idi.

 

 

 

 




1 Yorum - Yorum Yaz

HAFIZ KAMİL ÇÖLLÜOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Doğumu ve Eğitimi

Hafız Kamil Çöllüoğlu 1932 yılında Kızılcahamam İlçesinin Korkmazlar köyünde dünyaya geldi. Babasının adı Hüseyin, annesinin adı Fatma’dır. Hafız Kamil Çöllüoğlu, Kur’an’ı Kerim’i yüzünden okuma bilgilerini köyün imamı Mehmet Karataş’tan aldı.

Ağabeyi Rıza Çöllüoğlu’nda hıfzını tamamladı. Kamil Çöllüoğlu köydeki Kur’an eğitimini ve daha sonra Kur’an eğitimi için İstanbul’a gidişini ve oradaki eğitimini şöyle anlatıyor:

-Ben 1940 senesinde Mehmet Karataş hocada okumaya başladım ve Kur’an’ı Kerim’i yüzüne okuyarak bitirdim. Ağabeyim Rıza Çöllüoğlu, Çamlıdere’de hıfzını tamamlayarak 1944 yılında köye dönünce, köyümüzde imamlık yapmaya başladı. Köy imamlığı yaparken öğrenci de okutuyordu. Bizim yöreye (Berçin yayalar, Korkmazlar, Gebeler, Çatak, Şahinler, Eskice köyleri) “Berçin Ortalığı” denir. O yörede Berçin Yayalar hatibi dışında din adamı yoktu. Bu nedenle Rıza Hoca öğrenci okutmaya başlayınca çevreden ve bizim köyden öğrenciler toplanmaya başladı. Onların arasında ben de vardım. Bir yıl sonra Rıza Hoca babamın ve annemin dahi haberi olmaksızın İstanbul’a gitti. Öğrenciler hocasız kaldı. 1946 yılında yeniden köye geldi, yeniden öğrencilerini topladı, fakat ikinci kez İstanbul’a gitti. Ben ve arkadaşlarım diğer öğrenciler gene öğreticisiz kaldık.

 

1948 yılında rahmetli babama “Ben de okuyacağım, hoca olacağım” dedim. Babam “Bir ailede bir tane hoca yeter, sen de hayvanları güdeceksin dedi. O yıl babam bir hayvan satmıştı. Onun parasını anneme vermişti. Annemden o parayı aldım, ben de İstanbul’a geçtim gittim. Fatih Camii’nde ağabeyim Rıza Hoca’yı buldum. Ağabeyim Rıza Çöllüoğlu, beni İskender Paşa Camii’ndeki Mehmet Zahit Kotku’ya götürüp teslim etti. Daha sonra Mehmet Gönenli Hoca’nın Üçbaş Kur’an Kursu’na girdim. O yılın ramazan ayında, Rıza Hoca İpsala’ya gitti, daha sonra beni de çağırdı. Rıza Çöllüoğlu imamlık yapıyor, vaaz ediyor, ben de müezzinlik yapıyordum. Ramazan bitince birlikte İstanbul’a döndük.

Hafız Kamil Çöllüoğlu, İstanbul’daki Kur’an’ı Kerim eğitimini 1949 yılının son aylarına kadar İstanbul’da sürdürdü. Bu dönemde Fatih Camii müezzini Hüsnü Efendi’de Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun olarak okuma dersleri aldı.1949 yılının son aylarında ağabeyisi Rıza Çöllüoğlu ile birlikte Ankara’ya döndüler ise de 1950 yılı başlarında Kamil Çöllüoğlu yeniden İstanbul’a gitti.

1950 seçimleri sonrasına kadar İstanbul’da kaldı. Altı ay kadar Mahmut Ustaosmanoğlu Hoca’dan Arapça dersleri aldı. Hafız Kamil Çöllüoğlu, 1954 yılında Dikmen gazino durağındaki camide imam-hatiplik ve Kur’an kursu öğreticiliği yaptığı yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere ve Dini Eserler İnceleme Kurulu Başkanı ve aynı caminin cematinden olan Hasan Fehmi Başoğlu’ndan tecvit ve kıraat derslerini, ağabeyisi Rıza Çöllüoğlu’dan aldığı derslerle sürdürdü.

Zaman zaman ağabeyisi Rıza Çöllüoğlu’ndan Arapçayı öğrenmek için ‘Sarf-Nahiv’ dersleri okudu. İlkokul diplomasını 1955 yılında dışarıdan sınava girmek suretiyle aldı. Verilen bu bilgilerden anlaşılacağı üzere; Hafız Kamil Çöllüoğlu’nun eğitim hayatı köyünde, İstanbul ve Ankara’da dağınık bir şekilde sürüp gitti. Kendisi bu dağınık ve daha çok kendisini yetiştirme biçiminde sürüp giden eğitim-öğretim hayatını şöyle özetliyor;

- 1940-1950 yılları arasında orada-burada okudum. Ara-sıra Ankara’ya gelip hamallık yaptım. Yazları davar güttüm, kışları okudum. Tevazudan söylemiyorum, fakat tevazu edip de zillete düşmemek lazım. Bu gün Ankara’da kendi kendini yetiştiren veya yetiştirmeye çalışan iki kişi varsa, birisi benim. Kader böyle tecelli etmiş, ben kendi kendimi yetiştirdim. 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Görevleri

Hafız Kamil Çöllüoğlu, ilk resmi görevine 1950 yılında Ankara Müftülüğü’nce açılan imtihanı ve sözlü sınavı kazanarak, Leblebicioğlu Camii müezzini olarak atandı.

1952 yılında vatani görevini yapmak için bu görevinden ayrıldı. 1954 yılında vatani görevini tamamladı. Ankara Müftülüğü’nce açılan imam-hatiplik imtihanına girdi. İmtihanı kazanarak Çankaya İlçesine bağlı bugün Dikmen Merkez Camii olarak bilinen cami imam-hatipliğine tayin edildi.

Daha sonra sıra ile Ankara Merkez Mehmet Çelebi, Yenimahalle İlçesi 10.Durak Esentepe Camii imam-hatibi olarak görev yaptı.Hafız Kamil Çöllüoğlu, Yenimahalle Esentepe Camii’nin hizmete açılışı ile ilgili hatıralarını şöyle anlatıyor:

- Cami ramazandan önce hizmete açıldı. Merhum Başbakan Adnan Menderes açılışa davet edilmişti. Açılışa Suudi Arabistan ve Irak büyükelçileri katıldı. Rahmetli Adnan Menderes açılışa katılamamıştı. Ramazanın 3.günü sabah namazından çıktık, bir araba gelip caminin önünde durdu. İçinden Başbakan Adnan Menderes çıktı ve bize, “Ben caminin açılış davetinize katılamadım” dedi. Ben ömrümde Rahmetli Menderes kadar kibar ve temiz giyinen bir insan görmedim. Camiye girerken bir terlik vermek istedim, “Yok öyle şey olmaz” dedi, ayakkabılarını çıkarıp, içeri girdi.

Rahmetli Menderes ellerini önünde bağlamış olarak, üstün bir saygı içinde camii geziyordu. Bana, “Hoca efendi, caminiz çok güzel olmuş, sakın buraya levha astırmayın, namaz kılanları meşgul eder” dedi. Onun hatırası olarak hala o camide levha yoktur. Dışarıya çıktık, yanında Ankara Valisi Dilaver Argun da vardı. Önce bize “Bu caminin minaresine bir lamba takın” dedi ve Ankara Valisi’ne dönerek, “Bahçeler müdürlüğüne söyleyin, bu caminin bahçesini düzenlesin” emrini verdi.

Hafız Kamil Çöllüoğlu, 1960 yılına kadar Esentepe Camii’ndeki görevini sürdürdü. Aynı yıl Çankaya İlçesi Çankaya Camii imam-hatipliğine naklen atandı. Bu camide 4 yıl görev yaptı. Bu görevi sırasında 1960 askeri darbesinden sonra Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel’i yakından tanımıştı. Çünkü, Süleyman Demirel’in İlkiz sokaktaki evi Çankaya Camii’ne çok yakındı. Demirel, Cuma ve bayram namazlarını Çankaya Camii’nde kılardı. Kamil Çöllüoğlu, Süleyman Demirel ve Onun din-dinayet politikaları ile ilgili tutum ve davranışlarını da kendi orijinal üslubu içinde şöyle anlatıyor:

Çankaya Camii imam-hatipliğim sırasında başta Süleyman Demirel olmak üzere, Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Mehmet Turgutlar, şu Turgutlar, bu Turgutlar, Hacı Ali Demirel de aralarında olmak üzere onların hepsi ile iç içeydim. Hükümet ile din görevlileri arasında dolaşıp duruyordum. Ankara’da Din Görevlileri Cemiyetini Rahmetli Mustafa Maden ile beraber kurduk.

Türkiye Din Görevlileri Federasyonu kuruluş çalışmalarına öncülük edenlerden birisi Mustafa Maden, diğeri de ben idim. Hükümet ve Cemiyet arasında geliver-gidiver derken ben yanımda ağabeyim Rıza Çöllüoğlu’nu da sürükledim.

Din görevlileri yöneticisi olduğum, 1965 yılında ittifak ile Süleyman Demirel iktidara geldi. Kemal Güran, Mustafa Maden, Ali Osman Atakul ve birçok arkadaşımızla Süleyman Demirel’i ziyaret ettik.Bize dedi ki, “Biz sizin kıymetinizi anladık, din görevlileri bize çok büyük yardımda bulundu ve size hemen vaat ediyorum, Konya’da Selçuk üniversitesini kuracağım ve orada bir ilahiyat fakültesi açılmasını sağlayacağım dedi.

Bu üniversite ve Konya Yüksek İslam Enstitüsü senelerce sonra kuruldu. Demirel bize o gün “Ne işiniz olursa emrinizdeyim” diyerek, bizi alladı, pulladı ve bizi gönderdi. Daha sonra bizim Elmalılı kavgamız çıktı.

Rahmetli İbrahim Elmalı’nın Diyanet İşleri Reisi olması için Kemal Güran, Mustafa Maden Hocalar Onu İstanbul Müftülüğü’nden aldılar, geldiler. O arada Yaşar Tunagür, İbrahim Elmalı ile ikisi takıştılar. YaşarTunagür, Süleyman Demirel’in Diyaneti tedvirle görevlendirilen adamı idi. Biz de din görevlilerini teşvik ettik, dedik ki, “Biz Elmalı’yı istiyoruz” ve bir müddet yazışmaların ardından biz Süleyman Demirel’e tekrar çıktık. Kapıdan girerken, hani eskiden “Selçuk Üniversitesi kuracağım ve  orada bir ilahiyat fakültesi açacağım” demişti ya, bu sefer de, “Siz bu işlerin neden bu kadar üstünde duruyorsunuz? Bu işleri böyle yaparsanız, bu işler kopar! Karışmayın” dedi.

Ben o zaman anladım ki, bunlar din adamlarını bir manivela olarak kullanıyorlar, din adamlarının diyanet hizmetleri ile dahi yakından ilgilenmesini hiçbir zaman istememişler. Hem din adamı olacaksın, hem de bu işlerde aktif olacaksın, olmaz böyle şey demişler. Bizi Süleyman Demirel oradan kovdu ve ağabeyim Rıza Çöllüoğlu Hoca ile Muammer Dolmacı’ya gittik.

Muammer Dolmacı, Süleyman Demirel’in müsteşarı ve benim de cemaatimden. Dedik ki, “Yaşar Tunagür’ü alsın, üç gün sonra da Elmalı’lıyı alsın.” Allah rahmet eylesin, Muammer Dolmacı bize vaaz ediverdi; “Fitne çıktığı zaman yürürken duracaksınız, dururken oturacaksınız, otururken yatacaksınız” diyor. Bunları bana anlatıyor görünüyor ama gerçekte Rıza Çöllüoğlu’na anlatıyor. Ben dedim ki, “Muammer bey, sizde hiç akıl yok, ben dinimi senden öğrenecek değilim, sen bana ne diye vaaz ediyorsun.” Ben Çankaya Camii’nde 4 sene görev yaptım, iyi günlerim geçti ve o caminin yapılmasında büyük rolüm oldu. Şevket Alptekin Doğuda Atatürk Üniversitesi’nin inşaat işlerini yapmıştı. Rahmetli Menderes demiş ki, “Atatürk Üniversitesi’ni yaptın, şu camiyi Çankaya Camiini de yap.” Bunun üzerine inşaata başlandı. Bu sırada 1960 askeri darbesi oldu, askeri darbe sonrası günlerde Şevket Alptekin’i “sen cami yaptın” diye süründüre  süründüre öldürdüler. 

Hafız Kamil Çöllüoğlu, 1964 yılında Altındağ İlçesi Marangozlar Sitesi Camii imam-hatipliğine atandı. Emekli oluncaya kadar bu camide görev yaptı. 1977 yılında emekli oldu. Emekli oluncaya kadar aralıksız 14 yıl görev yaptığı Marangozlar Sitesi’ndeki imam-hatiplik görevi ile ilgili olarak da şunları anlatıyor:

Marangozlar Sitesi Camii imam-hatipliğine atandığım zaman, caminin dernek başkanı merhum Tahsin Kahraman idi. Ben de dernek yönetim kuruluna seçildim. Derneğin yıllarca muhasipliğini yaptım. Camide müezzin yoksa müezzin oldum, imam yoksa imamlık yaptım.

Hafız Kamil Çöllüoğlu, emekli olduktan sonra da dini-mesleki alanlardaki hizmetlerini aralıksız sürdürdü. 1982 yılında Fransa Lyon’a gitti ve orada bir yıl ücreti Lyon’da bulunan Türk işçileri tarafından karşılanmak üzere imam-hatiplik yaptı, cemaatini dini konularda aydınlatmak için vaaz etti.

 

 

 

Bir yıl sonra eşini ve hafızlığa çalışırken kendisinin Fransa’ya gitmesi nedeniyle, hafızlık çalışmasına ara vermek zorunda kalan oğlu Hazım’ı da yanına alarak yeniden Lyon’a döndü.

Orada bir yıl daha görev yaptı. Lyon’da bir taraftan imam-hatiplik ve vaizlik görevlerini sürdürürken, bir taraftan da oğlu Hazım’ın hafızlığını tamamlamasını sağladı.

Hac mevsiminde Lyon ve çevresinden toplanan hacı adayları ile hacca gitti ve onlara din görevlisi olarak rehberlik yaptı.

1987 yılında TEKDAV Vakfı’nın temsilcisi olarak Hollanda’ya gitti. Hollanda’da Türk işçilerine bir yıl süre ile imam-hatiplik yaptıktan sonra 1988 yılında Türkiye’ye geri döndü.

Hafız Kamil Çöllüoğlu, imam-hatipliği yanında cemaatini dini konularda irşat etmek için gücü yettiğince, dili döndüğünce ve samimi duygularla vaazlar etti. Yaptığı vaaz ve irşat hizmetlerini de şöyle özetliyor:

Ben dilim döndüğünce cemaatimi ve bulunduğum yerdeki Müslümanları aydınlatmak için, içten duygularla vaaz ettim. Niyetimiz doğru olduğu için Yüce Allah yaptığım konuşmalardan dolayı bana hiçbir sıkıntı yaşatmadı. Halbuki pek çok hatalarım oldu, samimi olduğum için hiç sıkıntıya düşmedim. Kendim iyi bir hoca olmayı, güzel Kur’an’ı Kerim okumayı çok istedim. İslami konulardaki geniş bilgileri ile iyi hoca olanların, güzel Kur’an’ı Kerim okuyanların aşığı oldum.

Hiçbir zaman “Hocayım” iddiasında olmadım. Hiçbir meslektaşıma haset (kıskançlık, çekememezlik) etmedim. Elimden geldiğince, gücüm yettiğince meslektaşlarıma yardımcı olmaya çalıştım. Herkesin derdine ortak olmaya çalıştım. Bunu kendi yararım için, Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için yaptım, hiç kimseden bir şeyler beklemedim.

Bunlardan çok büyük manevi haz aldım. Son yıllarda idari makamlar benim gibi karşılıksız dini-mesleki hizmet verenlere pek fırsat vermiyor. Bundan dolayı herhangi bir rahatsızlık duymuyorum. Halk ifadesi ile “Harç bitti, yapı paydos!” diyorum. Yaşım 77, şu anda bir görevim yok. Sağlığım da yapmaya uygun değil.

Evliliği ve Çocukları

Hafız Kamil Çöllüoğlu, 1950 yılında Elmas Hanımla evlendi. Bu evlilikten Melahat isimli kızı ile Kazım, Mustafa ve Hazım isimli oğulları dünyaya geldi.

Eşi, kızı ve oğulları hayattadır.




0 Yorum - Yorum Yaz

 

HAFIZ ALİ OSMAN ATAKUL 

TÜRKİYE GENELİNDE ÜNLÜ BİR KUR’AN OKUYUCUSU

 


Doğumu ve Eğitimi

Hafız Ali Osman Atakul, Kızılcahamam İlçesi’ninYukarı Kese köyünde, 1931 yılında dünyaya geldi. Dedesininismi Osman, babasının ismi Ali idi. Ona, her ikisininismini birlikte verdiler, “ismi Ali Osman” olsun dediler.
 
Annesi aynı köy halkından Cevriye Hanımdır. Ali OsmanAtakul’un babası Ali Efendi, yakın köy Çanlı köyününköy bütçesinden maaşlı imam-hatibi idi. Daha sonra yakınköylerden Kavaközü köyünde de imam-hatiplik yaptı.Hafız Ali Osman Atakul, 1938 yılında köyünde üç sınıflı ilkokula başladı. Köy şartlarında geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlardı.

Üç sınıflı ilkokulu bitince babası Ali Efendi “Ben bir rüya gördüm. Davarları-sığırları satacağım sizi hafızlığa başlatacağım” dedi. Ali Osman’ın ağabeyi ile Ali Osman’ı hafız yapmak üzere Çankırı’nın Çerkeş ilçesine götürdü. Hafız Ali Osman Atakul Çerkeş ilçesindeki eğitimini ve hocasını şöyle anlatıyor:

- Çerkeş’de babamın bir asker arkadaşı varmış. Babam o arkadaşı ile 11 yıl askerlik yapmış. Arkadaşı ile kardeş gibi olmuşlar. Bizi arkadaşına emanet etti. Biz Çerkeş Merkez Camii imam-hatibi Abbas Efendi’de hafızlıkyapmaya başladık.
 
Onda 10 sayfaya kadar hafızlığımı tamamladım. Hafızlığa çalıştığımız yer resmi bir Kur’an kursu değildi. Pek disiplinli biryer değildi. Bu nedenle hafızlığı orada tamamlayamadım, köyüme döndüm.
 
Köyümde Hafız Mehmet Altundal da öğrenci okutuyordu. O babamınarkadaşı idi. Beni babamın hatırına hıfza çalıştırmayı kabul etti. Ben hafızlığımı 4 senede bitirdim. Aynı yıl beş sınıflı ilkokulu da tamamladım.
 
1945 senesi mayıs ayında köyümde hafızlık cemiyetim yapıldı.Gürcü köyünden Hafız Necip Efendi vardı. İstanbul’da yüksek öğrenim görmüş bir alimdi. Kur’an’ı Kerim okumada eşi az bulunan bir kimse idi.Benim hafızlık cemiyetime de geldi. Merasimin son duasını da o yaptı. 
 


 
 
Yukarıkese Köylü Deli İmam’la İlgili Hatıraları 

Yukarıkese köylü “Deli İmam”, Kızılcahamam yöresinde efsane olmuş bir kişiliktir. Bu kişi (veya kişiler) hakkında Ali Osman Atakul’un orijinal bilgilere sahip olduğu anlaşılmıştır. O kendi ailesi ile de yakınlığı olan bu kişileri şöyle anlatıyor:

- Kızılcahamam’ın bütün köylerinde bilinen Kese Köylü “Deli İmam” birdeğil, iki kişidir. İki kardeştir. Büyüğünün ismi Mustafa, küçüğünün ismi Durmuş Efendi’dir. Her ikisi de vatani görevlerini yaparken yüzbaşı rüt-besine kadar yükselmişler, yüzbaşı olarak emekli olmuşlardır. Ben büyüğünü fazla tanımıyorum.
Kızılcahamam merkezinde bir “deli imam çeşmesivar. O çeşmeyi büyük Mustafa Efendi yaptırmış. Her ikisinin bilinen ünleri “Kese köylü Deli İmam” olduğu için, halk bu çeşmeyi de Durmuş Efendi’nin yaptırdığını sanıyor. Bu ikisinin üçüncü bir kardeşleri daha vardır. İsmi Molla Halil’dir. Molla Halil benim öz dedemdir. 
 
Deli İmam Durmuş efendi’nin beyaz bir atı varmış. Bu atı ile Kızılcahamam, Çubuk ve Çerkeş’in köylerinde, köyden köye gezermiş. Zaman zamanda kendi köyüne gelirmiş. Nasrettin Hoca gibi şakalar yaparak konuştuğu için yöre halkı ona “Deli İmam” dermiş. Belki de “Veli İmam” dır.
 
Çerkeş’te Hafız Abbas Efendi’de öğrenci olduğum zamanda bizim yanımıza geldi. 20-25 öğrenci idik. Hocamıza “Hafız Abbas Efendi, burada benimbir yeğenim var? dedi. Hocam da “hangisi o?” dedi. Beni gösterdi. 
 
Biz yanına yaklaşamadık, küçük olduğumuz için korkardık. Parmağı ilebeni gösterdi. O günün parası ile bana bir lira verdi. O bir lira ile 9 kilo kuru üzüm aldım. “Yeğenim, bu üzümden her gün 40 tane yiyeceksin, senin zihnini açar” dedi.
 
O günlerde Çerkeş’te büyük kuraklık vardı. Çerkeş halkı, Onu yağmur duasına götürdüler. İnsan, hayvan ne varsa kırda toplanmıştı. Çocukları ve kuzuları analarından ayırdı. Hepimiz yağmur duasını okuduk, öğle namazını kıldık. Kavurucu bir sıcak vardı. Deli İmam duaya başladı “Ey Yüce Allah’ım! Bu Çerkeş’liler akıllıları çağırmışlar yağmur yağdıramamışlar, şimdi de benim gibi bir deliyi çağırdılar. Beni şu Çerkeş’lilere utandırma, yağmurunu gönder” dedi.
 
Gökyüzünde küçük bir yağmur izi yoktu. Birden şimşek çaktı. Pişirilen pilavları ve etleri yiyemeden gelen sağanak yağmurdan ayaklarımızı sıvayarak kaçtık. Hala o kazandaki bulgur pilavı burnumda tütüyor.
 
Deli İmam Durmuş Efendi böyle bir kimseydi.Onun içten duası üzerine yağan yağmur eğer kerametse, bu kerameti benşahsen gördüm.Şapka kanunu çıktıktan sonra, “şapka giymiyor” diye İstiklal Mahkemesi’ne çağırmışlar.
 
Deli İmam’a mahkemede hakimler sormuşlar. “Hoca Efendi, sen kimsin, ne yaparsın?” demişler. O da “Ben ekerim, biçerim, okurum, üflerim” demiş.
 
Hakimler “Ne okursun, bir hastamız var, hastamıza okuyuver bakalım” demişler. O da “Yok efendim, ben Kur’an’ı Kerim okurum” demiş.
 
Hakimler “üflerim” diyorsun deyince, “Efendim ben Mevlevi tarikatına mensubum, güzel ney üflerim” demiş. (Deli İmam’ın babası da Galata Mevlevihanesi’nin ‘baş semazeni’ imiş, Padişah 4. Murat zamanında saray müezzinlerindenmiş.)Üfle bakalım neyini” deyince, neyini üflemeye başlamış.
 
Hakimler ney çalışını çok beğenmişler. Yeniden sormuşlar “Sen şapkayı giymemdemişsin, “neden giymiyorsun?” Deli İmam “Efendim ben şu kasket denen şeyi giymem, çünkü melekler bu kenarsız kasketten düşerlerdiye giyemem” demiş. Ama şu kenarı geniş olanlar var ya (foterigöstererek) onları giyerim” demiş.
 
Hakimler bir foter vererek, giymesini istemişler, o da giymiş. Böylece mahkemeden yakayı kurtarmış. Bu olaydan sonra da zaman zaman fötr şapka giymeye devam ederdi. Deli İmam, fötr şapkayı Mevlevi külahına benzetirdi. Boyun kaşkolunu foterin üstüne sarardı. Ancak il ve ilçelere giderken kaşkolu foterinin etrafından çıkarırdı.
 
Köylüler, “Hoca Efendi, o foteri neden giydin?” diye sormuşlar.“Ben onu sünnet ettim” demiş. Foterin fitilini kesmiş ve onu İslami bir biçime soktuğunu söylemek istemiş. Deli İmam her hali ile nükteli,her hali ile şakacı idi, halkı davranışları ve sözleri ile güldürdü.
 
 
Kur’an Eğitimi İçin İstanbul’a Gidişi
 
Hafız Ali Osman Atakul, İstanbul’a gidişini de bir rastlantıya bağlı olarak çok canlı bir şekilde anlatıyor:
-

Bir gün babam bana “
Oğlum, seni Çamlıdere’de Halil Okur hocaya götüreceğimdedi. Bir köylüsünden 100 lira borç aldı. O parayı Çamlıdere’deharcamak üzere bana verecekti. Seyhamamı’na geldik. Yıl 1945 Haziranayı idi. Cuma namazını kıldıktan sonra Çamlıdere’ye gideceğiz. Camiye girdik.
 
İstanbul’dan Hafız Hasan Akkuş gelmiş, Kur’an’ı Kerim’denİnsan Suresi”ni okuyordu.
 
Oğulları Hayrunnas ve Osman ile birlikte gelmişlerdi. Hasan Akkuş Hoca, annesinin ölüm yıldönümü nedeniyle,oğulları ile birlikte köyüne gelmişlerdi. Annesinin Güvem köyüne yakın yolüzerinde kabri vardı. Bana da öğrencisi olduktan sonra “Oğlum, buradan geçerken mutlaka anneme oku” derdi.
 
Ben de oradan geçerken, iner deokuyuverirdim. şimdi kabrinin yerini bulamıyorum.O gün Hasan Akkuş Hoca Cuma namazını kıldırdı. Camiden çıktık. Gürcü Köyünün imamı Hafız Necip Okur “Hafız Ali Osman Efendi evladım merhabadedi. Ben de elini öptüm.
 
Hafız Hasan Akkuş’u kastederek, “Oğlum,seni Hasan Efendi’ye teslim edelim” dedi. Ben de; “Biz babamla Çamlıdere’ye Hafız Halil Efendi’ye gidiyoruz” dedim.
 
Necip Okur Hoca,“şimdi Çamlıdere’yi bırak. Baban nerede? Ali molla nerede?” dedi. Bende “merkebin yanında, yol için merkebi hazırlıyor” dedim. Necip Okur Hoca, bana “hemen acele babanı çağır” dedi.
 
Babama gittim ve “Baba seni Hafız Necip Efendi istiyor” dedim. Babam “ne yapacakmış?” dedi.Ben de; “sanırım beni İstanbul’a gönderecekmiş” dedim. Babam bana kızarak; “senin yüzünden Çerkeş’lilerle uğraştım. Beş senede zor hafız yaptım. Bir de seninle İstanbul’da mı uğraşacağım? Senden adam mı olur? Bırak şimdi İstanbul’u” dedi.
 
Ancak Necip Okur Hocanın yanına gelmeden edemedi. Hafız Necip Okur, babama “Ali Molla, Hafız Hasan Efendi’ye şimdi senin oğlanı vereceğiz” dedi. Bana karşı gelen babam, Hafız Necip Efendi’ye “olur hocam” dedi.
 
Hafız Hasan Akkuş hocam bir semerci dükkanında, semerci ile konuşuyorlardı,gülüp, şakalaşıyorlardı. Onların yanına gittik. Hafız Necip Okur Hasan Efendi, sana bir filiz getirdim” dedi. Hasan Akkuş “getirdin ama sesi nasıl?” dedi.
 
Hafız Necip Efendi “Ankara’da birinci olur, ama Türkiye’yi bilmiyorum” dedi. Akkuş Hoca, “tamam o zaman” dedi. Babam Akkuş Hoca’nın elini öpmek istedi. Akkuş Hoca elini vermedi. Babamamaddi durumunuz nasıl?” dedi. Babam da “Hocam, buranın durumunu biliyorsunuz, üç arpalık tarlam var. Her yıl birini satar gönderirizdedi.
 
Önce beni İstanbul’a göndermek istemeyen babamda, beklenmedik bir değişiklik olmuştu. Ailesinin tek geçim kaynağı olan arpalık tarlalarını dahi satmayı göze alıyordu. Hasan Akkuş Hoca, “bırak şimdi arpalığı falan, cebine harçlık koyacak bir şeyler var mı?” dedi. Babam beni Çamlıdere’ye götürmek için ödünç aldığı 100 lirayı Akkuş Hoca’ya verdi. Hoca Efendi de “şimdi tamam” dedi ve “gelecek yıl ramazan ayı sonrasında ben bunu 600 lira olarak geri gönderirim” diye ekledi.
 
Babam Hasan Akkuş Hoca’ya “Hocam sizden bir ricam olacak. Okutmanın dışındabuna edep öğretmenizi de rica ediyorum. Galata köprüsünde insangibi yürümesini öğrensin de öyle gelsin” dedi. Hafız Hasan Akkuş Hocam ve oğulları ile bizim yörede kaldıkları günlerde yaylalarda gezdik.
 
Bizim okuyuşlarımızı ve sesimizi dinledi. Hafız Hüseyin Kılıç ile çam ağaçlarının üstüne çıkarak ezan okudular. Bana ”Temmuz ayının birinde Hüseyin Kılıç’la İstanbul’a gelin. Ben Samsun’a gidiyorumdedi.Ben Hüseyin Kılıç’la Ankara’ya geldim. 1945 yılı Temmuz ayının 5’inde İstanbul’a gittik. Akkuş Hoca henüz dönmemişti. Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nda Akkuş Hoca’mın yardımcıları Hafız Sırrı ve Hafız Bekir’den ders okumaya başladık.
 
İstanbul’da Kur’an Eğitimi
 
 
Hafız Ali Osman Atakul İstanbul’daki Kur’an öğrenimi anılarını da şöyle anlatıyor:

- Hasan Akkuş Hoca birkaç gün sonra Samsun’dan İstanbul’a döndü. Beniokutmaya başladı. İstanbul’a geldiği günün akşamı beni yanına alarak Kayseri’li Kolsuz Mükremettin Efendi’nin oteline götürdü.
 
Mükremettin Efendi’nin çalıştırdığı Mahmudiye Oteli’nde bazı öğrencilerini ücretsiz barındırıyordu. Akkuş Hoca otele varınca “Mükremettin Bey arslanım,kim geliyor? Akkuş geliyor. Sana bir okuyalım da, bir talebe daha barındır,onu otelde yatır” dedi.
 
Mükremettin Efendi de: “Hocam başüstüne.Siz getirirsiniz de reddedilir mi?” karşılığını verdi. Önce bana bir Kur’an okuttu. Kendisi de Mükremettin Efendi’nin sağlığı, kazancının bereketli olmasıiçin dua etti. O otelde bir ay kadar ücret ödemeden kaldım, derslerimedevam ettim.
 
O yıl 22 Temmuz’da ramazan oluverdi. Ramazan boyunca Akkuş Hocamındelaleti ile MARPUÇCULAR CAMİİ’nde müezzinlik yaptım. Bayramdan sonra da Akkuş Hocamda Kur’an talimi derslerime devam ettim.
Ben
Kur’an talimi derslerine çok dikkatli idim. İlmi konularda pek yetenekli değildim. Eğer ilmi konularda da yatkın olsaydım, Rıza Çöllüoğlu gibi, Abdullah İşler Hocamız gibi dini ilimler alanında da başarılı olabilirdim.
 
Ben dudak, gırtlak talimi, Kur’an okumada eda-sada vb. konulara önem veriyordum. Bütün dikkatimi bu konular üzerine yöneltmiştim. Ben, MARPUÇCULARCAMİİ’nde müezzinlik görevi yaparken Hasan Akkuş Hoca,Esat GEREDE ve İstanbul’un ünlü Kur’an okuyucuları, Marpuçcular Camii’nde mukabele okudular. Ben onları sürekli ve dikkatle dinledim. KendilerindenKur’an okuma usulleri bakımından çok yararlandım.
 
Akkuş Hocam’la Ayasofya Camii imamı ünlü Hafız İdris Efendi, Perşembe günleri YENİCAMİ’de mukabele okurlardı. Mukabele okurken kendilerini dinleyen öğrencilere de bir tür eğitim verirlerdi. Öğrenciler mahreç ve dudaktalimlerini öğrensinler diye öğrencilere talim dersi verir gibi okurlardı.
 
Ben İdris Efendi’nin okuduğu mukabeleleri, Temmuz ayından Kasımayına kadar dinledim. Ondan da çok yararlandım. Bir taraftan Akkuş Hocamdandüzenli dersler alırken, bir taraftan da İstanbul’un ünlü Kur’anokuyucularını dikkatle dinleyerek Kur’an okumadaki yeteneklerimi geliştirdim.

Hafız Ali Osman ATAKUL, İstanbul’da ikibuçuk yıl kadar kaldı. Bu süreiçinde ciddi bir akciğer hastalığı da geçirdi. Hastalığını şöyle anlatıyor:


- Hasan Akkuş Hocam İstanbul’da eğitimimi sürdürürken, Marpuçcularesnafına benim için bir yatak yaptırdı. Evinin giriş katındaki boş bir odadayatıp-kalkmamı, evin bazı çarşı-Pazar işlerini de benim karşılamamı uygun gördü. Böylece Hocamın evinde yatıp-kalkmaya, evin çarşı-Pazar ihtiyaçlarını da karşılamaya başladım.
 
Sabah namazına kalkınca Hocamla beraber, Sabah namazına Nuruosmaniye Camii’ne de birlikte gidip-geliyordum.
 
Bir gün Çemberlitaş Hamamında banyo yaptım. Hava yumuşaktı. Beyazıt’a kadar yürüdüm. Mevsim Mart ayı idi. O gün akciğer hastalığına yakalanmışım.Ertesi gün sabahleyin nefes alamıyordum. Hasan Akkuş hocam doktor getirdi. Doktor muayeneden sonra ilaçlar verdi. “Akciğer hastası olmuş. Gıdasına iyi bakın, en az on kilo alması lazım.” dedi.
 
Hocamın hanımı bana 25 gün baktı. Ben “Hocam, ben herhalde öleceğim,beni hastaneye kaldırın.” dedim. Hocam ne demek istedi anlayamadım,ama “senin zekatın verildi.” diyerek ağladı ve benim tedavimi evinde sürdürdü.
 
Hastalığın yıpratıcı günlerinde rüyalar görmeye başladım. Evimizin çatısı yanıyordu. Öküzümüzün biri yüksek bir yerden aşağı atlıyordu. Meğer ogünlerde babam ölmüş.
 
Hocam Hasan Akkuş’a bir mektup yazmışlar.Mektupta “Ali Osman’ın babası öldü. Onun artık babası da, anası da sensin. Babasının vasiyeti var, Kur’an eğitimini tamamlayıncaya kadar senin yanında kalacak” diye yazmışlar.
 
Babam hastalanınca, köy komşuları babama “oğlunu getirtelim mi?” demişler.Babam “hayır getirtmeyin, o orada Kur’an eğitimini tamamlamadan gelmesin, bir daha gidemez.” demiş.
 
Meğer Hocam Hafız Hasan Akkuş’un “senin zekatın verildi.” diyerek ağlamasının sebebi babamın öldüğü bilgisini almış olması imiş. Ben “Hocam ben sizin evi rahatsız etmeyeyim, hastanede öleyim.” deyince, Akkuş Hoca duygulanmış ve ağlamış.
 
 
Köye Dönüş
 

Hafız Ali Osman Atakul, 1947 yılı Ramazan ayında da Hocası Hafız Hasan Akkuş’un uygun görmesi ile İstanbul’un zengin ailelerinden DİLBERZADELER’inevinde Ramazan boyunca mukabele okudu. Biraz parası da olmuştu. Köyüne izinli gidecekti. Köy için uygun hediyeler aldı.
 
Akkuş Hoca’dan izin alıp ayrılırken, Hocası ona “Oğlum, köye varınca Ayşe kıza, Fatma kıza takılma.Eğer bir acı haber alırsan, hiç kafana takma. Hemen dön. İstanbul’da tüm maddi ihtiyaçlarını karşılamak bana ait.” dedi. Babasının ölümünü haber vermedi.
 
Babasının ölümünü köye dönünce öğrendi. Köye dönünce babasının alacaklıları,alacaklarını istemeye başladılar. Babasının tüm borçlarını ödedi. Hocası Mehmet ALTUNDAL da vefat etmişti. Onun ölümüne de çok üzüldü.

Görevleri ve Kur’an Öğretimine Hizmetleri

Hafız Ali Osman Atakul, meslek hayatına İstanbul’da Kur’an eğitimine devamederken cami cemaatinden ücretli olarak Marpuçcular Camiimüezzini olarak başladı. Hocası Hafız Hasan Akkuş Onu maddi yönden korumakiçin bu görevi almasını sağlamıştı. Bu görevi alışını şöyle anlatıyor:

- Mısır Çarşısı’nın yakınında bulunan Marpuçcular Camii İstanbul’un ünlüzenginlerinden Halil Karaca ve bir kısım esnaf tarafından tamir ettirilmiş.Ramazan yaklaşmış, caminin imamı 80, müezzini 70 yaşında yaşlı kimseler. Cemaati tatmin edemiyorlar. Camii tamir edenler imamlığa İstanbul’unünlü vaizlerinden Küçük Cemal Efendi’yi uygun görmüşler. Halil Karaca Akkuş’un dostudur. Ondan camiye bir müezzin istiyor.
 
Nuruosmaniye Camii kursunda eğitime başladığım günlerden itibaren fırsat buldukça ve camii müezzinleri izin verdikçe Nuruosmaniye Camii’nde vakitn ezanları okuyordum. Bu arada kursun kıdemlilerinden Hafız Saim’den de ezan okuma öğrenimi alıyordum.
 
O bana “Ali Osman, sesinin iyi duyulmasıiçin sesini minareden aşağı doğru vereceksin” demişti. Bir gün Nuruosmaniye’deyatsı ezanı okudum. Akkuş Hocam duymuş, ezanımı beğenmiş.O ezan benim Marpuçculara Müezzin olmama sebep oldu.
 
Bir gün Hasan Akkuş Hocam beni Marpuçcular Camii’ne götürdü. Cemaatnamaz için abdest alıyordu. Ezan vakti geldi, ben ezana başladım.“TANRI ULUDUR, TANRI ULUDUR” dedikten sonra sesimi duyan çevre esnafı, seyyar satıcılar durdu.
 
Başlarını kaldırıp minareye bakıyorlardı.Ezanı vakitsiz mi okuyorum diye korktum. Çevredeki fabrikaların pencerelerinden işçi hanımlar da minareye bakmaya başladılar. Ezan okumamı beğenmişlerdi. Namazda müezzinliği de ben yaptım. Müezzinlikteki becerimi çok yeterli bulmamışlar.
 
Halil Karaca, “müezzinliği ezan okumasıgibi değil” dedi. Hasan Akkuş Hocam “sen onu bir ay sonra gör” diyekarşılık verdi.Halil Karaca’nın yazıhanesine gittik. Halil Karaca ve Akkuş Hoca banaverilecek ücreti konuştular. Ben İstanbul’a eski körüklü pantolonla gitmiştim.Hasan Akkuş Hoca, Halil Karaca’ya “bunun kılığını düzeltin. Böyle müezzin olmaz” dedi. Hemen terzi çağırdılar, ölçümü aldırdılar. Birde ayakkabı aldılar.
 
Hasan Akkuş ve Esat Gerede’yi dinleye dinleye ramazan sonunda Halil Karaca ve Marpuçcular Camii cemaatinin tam beğenisini kazanan bir müezzin oldum. Bayram sonrasında Marpuçcular Camii’ndeki görevime gitmemeye başladım.Görevimin ramazan ayı ile sınırlı olduğunu sanıyordum.
 
Bir gün Hasan Akkuş Hocam “Halil Karaca’lar ne yapıyorlar?” dedi. Ben de “bilmiyorum efendim” dedim. Hocam “Oğlum sen müezzinlik görevine devam etmiyor musun?” dedi. Ben de: “Hocam, ramazan bitti, ben de gitmiyorumdedim. Akkuş hocam “Oğlum sen orada devamlı müezzinsindedi. Meğer ben orada sürekli müezzinlik yapacakmışım. Hocam banagit görevine devam et” dedi. Yeniden göreve başladım. O camide bir yılsüre ile müezzinlik yaptım.


Hafız Ali Osman Atakul, 1947 yılı sonlarında köyüne döndükten sonra 6 aykadar halk tarafından ücreti ödenmek üzere Kızılcahamam Merkez Camii’ndemüezzinlik yaptı.
 
O yıl Kızılcahamam’da meslektaşı Hafız Ali Güran ile tanıştı.1948 yılı ramazan ayında Ankara’ya mukabele okumaya gitti. Hacı Bayram, Zincirli,Kurtuluş Camilerinde mukabeleler okudu.
 
Yaşı küçük yazıldığı için resmi bir görev alamadı. Ankara’nın Kayaş semtindeKIBRIS KÖYÜ diye bilinen bir köyde hafız yetiştiriliyordu.
 
Hocaları vatani görevini yapmaya gitmişti, öğrenciler hocasız kalmıştı. Ali Osman Atakul, buradaki öğrencileri okutmak için ücreti halk tarafından ödenmek üzere Kur’an öğreticisi oldu. 1950 yılına kadar burada görev yaptı. 10-15 kadar hafız yetiştirdi.Bu görevi sırasında arkadaşı Hafız Ali Güran ile de sık sık görüşüyordu. Bu görüşmelerleilgili olarak şunları söylüyor:

- Rahmetli Hafız Ali Güran ile sık sık görüşüyordum. Onu görmeden edemezdim.Onu ziyaret eder, ondan gıdamı alırdım.

Hafız Ali Osman Atakul, 1951 yılında İsmetpaşa Uzunyol Camii imam-hatipliğine bizzat Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi AKSEKİ’nin özel emri ileAnkara Altındağ İbadullah Camii imam-hatibi olarak atandı ve İsmetpaşa Uzunyol Camii imam-hatipliğinde görevlendirildi.
 
1954 yılında vatani görevini yapmaküzere bir süre bu görevden ayrıldı.Uzunyol Camii imam-hatibi iken, Kıbrısköy’de hıfzını bitiremeyen bir kısımöğrencileri ile yeni öğrencileri kendisine gelip ders alıyordu. Camiimüezzini “öğrenciler camiyi karıştırıyorlar, kirletiyorlar” diye şikayet etti.Yaptığı öğreticilik resmi değildi. Bu şikayet üzerine arkadaşı ve meslektaşı Hafız Ali Güran “yaşı uygun olan öğrencilerin isimlerini, doğum tarihlerini bir liste halinde yaz, Ankara Müftülüğü’ne müracaat et, fahri Kur’an öğreticiliği iste” dedi.
 
Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun makamına çağrıldı.Hayırlıoğlu ona “sen kaçak Kur’an okutuyormuşsun” dedi. Ali Osman Atakulda “Efendim, ben imamlık görevimden önce Kıbrısköy’de talebe okutuyordum,hafız yetiştiriyordum. Hafızlığı yarım kalanlar oldu. Bana gelenlerin hıfzını tamamlattırmaya çalışıyorum” cevabını verdi.
 
Hayırlıoğlu “Neden izin almıyorsun?” deyince, Ali Osman Atakul “izin verirseniz talebeleri okutayım” dedi. Bunun üzerine Başkan Hayırlıoğlu, Ali Osman Atakul’a bir aşrışerif okuttu. Ağladı ve sakalından aşağı gözyaşları aktı.Kur’an’ı Kerim okuma bittikten sonraki gelişmeleri de Ali Osman Atakulşöyle anlatıyor:


- Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu güzel Kur’an okumayaaşık bir insandı. Benim okumam bittikten sonra, başkanlık merkezindeki müdürleri makamına çağırdı. Beni göstererek “bu genci tanıyor musunuz?dedi. Bana dönerek “Oğlum, ‘AFERİN’ var ya bizim yörede ‘Eferim’derler” dedi. “Osmanlı işi. Ben de sana Kur’an okuyuşun için ‘Eferim’diyorum” dedi. Nerede ve kimlerde okuduğumu sordu.
 
Özlük işleri müdürüne “Bu hafıza 150 liralık bir Kur’an öğreticiliği kadrosu vererek,Kur’an öğreticiliğine tayin edelim” diye emir verdi. Bana da “Kur’an kursu tabelasını hemen bugün yaptırt. Camiye gidince Kur’an Kursu tabelasını astırt” dedi. 125 liralık Kur’an öğreticiliği kadrosuna atandım. Böylelikle maaşlı Kur’an kursu öğreticisi oldum. Cami müezzininin şikayeti benim için yüce Allah’ın lütfu ile böyle hayırlı bir sonuç getirdi.


Hafız Ali Osman Atakul, 7.8.1956 tarihinde Altındağ Balaban CamiiKur’an Öğreticisi olarak atandı. Bu görevi sırasında isteyenlere hafızlık yaptırdı.İsteyenlere talim dersleri verdi, tecvit dersleri okuttu.
 
Güzel Kur’an okuyuşu veözellikle Kur’an harflerinin çıkış yerlerini göstermekteki üstün becerisi ile öğrencilerinikendine bağladı. Çok sayıda öğrenciye diploma verdi. Bir kısım öğrencileriiçin 1953 yılında Hacı Bayram Camiinde Ankara halkının büyük bir toplulukhalinde katılımı ile coşkulu bir hafızlık merasimi gerçekleştirdi. Ben de bu merasimde diploma alan öğrencileri arasında idim.
 
Hafız Ali Osman Atakul, daha sonraki yıllarda da öğrencilerini okutmayısürdürdü. Ankara’nın merkezi bir yerinde bulunan GENEGİ MESCİDİ’nde toplanançeşitli eğitim düzeyindeki öğrencilerine Kur’an’ı Kerim’i güzel okuma kurallarıokutmaya, tecvit dersleri vermeye devam ettim.
 
Hafız Ali Osman Atakul vatani görevini tamamladıktan sonra Ankara MüftülüğündeCami Görevlileri Kontrol Memuru olmak istedi. Bu isteğini arz içinDiyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun makamına çıktı. Hayırlıoğlu,“Oğlum Ali Osman, iki tane Kızılcahamam’lı kontrol memuru olmaz. Sanaistediğin camide imamlık ve Kur’an öğreticiliği vereceğim. Fakat kesin olarakkontrol memuru olacağım dersen, isteğini geri çevirmeyeceğim. Senikontrol memuru tayin edeceğim. şimdi git, düşün, kararını ver” dedi.
 
Konuyu annesine danıştı. Annesinin “Oğlum sen Diyanet İşleri Başkanı’ndaniyi mi bilirsin” O ‘Odacı ol’ derse, odacı ol; ‘müezzin ol’ derse müezzinol. Başka ne diyorsa, sen onu yap” demesi üzerine, Ankara’nın çok önemli entellektüel muhitinin camii olan Maltepe Camii’ne 10.02.1960 tarihinde imam hatipolarak atandı. O sıralarda Başkan Hayırlıoğlu da Maltepe Camii’ne yakın bir sokakta oturuyordu. Maltepe Camii’nin cemaatindendi.Hafız Ali Osman Atakul, Maltepe Camii imamı iken bir anısını şöyle anlatıyor:


- Ben namaz kıldırırken, cemaatim arasında bir hafız olursa, her nedense ürkerim. Bu nedenle de namazda yanlış okurum. Ali Güran Hoca, DEMİR HAFIZ’ın öğrencisi. O Kur’an’ı Kerim’i ‘FATİHA SURESİ’gibi okur. Başkan Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, cemaat arasında olursa ben bazen yanlış okuyorum.(Hafız Ali Osman ile Başkan Hayırlıoğlu arasında sevgi ve saygı ilişkisi vardır.)
 
Bir gün Başkan Bey’e “siz neden hep Maltepe Camii’ne geliyorsunuz?” dedim. Bana “Ben Başkanım, istediğim yere giderimdedi. Ben de “siz gelince ben namazda okuduğum ayetlerde yanlış yapıyorum. dedim.
 
Hayırlıoğlu bana “ben Başkanım. Ancak, burada Başkansensin. Hepimizin önüne geçip namazı sen kıldırıyorsun. Sen istesen de istemesen de ben buraya geleceğim. Sen istersen yanlış oku, ben yine de seni dinlemek istiyorum. Ama sen de ben geldim diye korkma. Rahat ol. dedi.


Hafız Ali Osman Atakul, Maltepe Camii’nde kısa bir süre imamlık yaptı.Evi Maltepe Camii’ne uzaktı. Zaman zaman görevi aksatıyordu. Bu nedenle MaltepeCamii imam-hatipliğinden ayrıldı.
 
Ankara Yenimahalle Çavuşoğlu Camiiİmam-Hatipliği (35.10.1960), aynı ilçe Aslantepe Camii İmam-Hatipliği(01.06.1963) ve Hacı Baki Camii İmam-Hatipliği (6.6.1966) yaptı. Bir ara sesindemeydana gelen kısıklık nedeni ile son görevi Yenimahalle Müftülüğü Cami Görevlileri Kontrol Memurluğu idi.
 
Bu görevi aralıksız 4 yıl sürdürdü. Önceki yıllardaki okuyuşlarına Ankara halkı sürekli özlem duydu. Kontrol memurluğuna atanmasının nedeni de ses rahatsızlığı idi. Fakat Yüce Allah’ın lütfu ile ses rahatsızlığıbir süre sonra geçti. Eski günlerine geri döndü. Yenimahalle Hacı Baki Camii İmam-Hatipliğine atanarak fiili meslek hizmetine yeniden başladı. Bu görevindeiken, 1977 yılında maddi nedenlerle emekli oldu (1.4.1977).

Hafız Ali Osman Atakul, emekli olduktan sonra da Kur’an öğretimi hizmetlerine son vermedi. İsteyenleri her zaman ve her ortamda okuttu. İlerlemiş yaşına rağmen halen son görev yeri olan Yenimahalle Hacı Baki Camiinde Caminin imam-hatibi başta olmak üzere güzel sesli ve usulüne uygun Kur’an okuma-yı öğrenmek için kendisine başvuran kimseleri okutmayı sürdürüyor.
 
Allah kendisinesağlık ve uzun ömür versin de, Yüce Allah’ın sözü Kur’an’ı Kerim’i güzelokumayı öğrencilerine öğretmeye devam etsin.Hafız Arif Mehmet Özdemir, Hocası Ali Osman Atakul için şunları söylüyor:


- Dayım Hafız Ali Güran, beni ve Kemal Güran’ı yaz aylarında Kur’an talimive tecvit okumak için Ali Osman Atakul’a gönderirdi. Bizi kendisi deuzman olmasına rağmen, kendisi okutmazdı, işi de buna uygun değildi.Yüce Allah kimi insana öğreticilik özelliği veriyor. Sesi güzel ve Kur’an’ıKerim okuyuşu da çok güzel. Ali Osman Atakul, 80 yaşına yaklaşmış olmasınakarşın hala Kur’an öğreticiliğini sürdürüyor.
 
Ankara Radyosunda İlk Kez Canlı Yayında Kur’an’ı Kerim Okuyuşu
 
Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, güzel Kur’an’ı Kerim okuyanhafızları sever, korur ve onlara değer verirdi. Hafız Ali Osman Atakul da Onun sevdiği, koruduğu, değer verdiği hafızların en başında idi.
 
Henüz Diyanetİşleri Başkanlığı’nda resmi görevi olmadığı günlerde dahi, Ona “Oğlum Ali Osman,Cuma günleri Cuma namazından önce benim makamıma geleceksin,makamda bana Kur’an okuyacaksın. Ondan sonra ben hangi camiye gidersem,birlikte o camiye gideceğiz” derdi.
 
1950 yılında DEMOKRAT PARTİ’nin iktidara gelmesinden sonra dini ortamdameydana gelen rahatlama sonrasında o yılın ramazan ayında ilk defa AnkaraRadyosunda dini yayınlar başlatıldı. Canlı olarak Kur’an’ı Kerim okutulmasıve dini sohbetler yapılması başlatıldı.
 
Özel radyoların, televizyon kanallarının olmadığı o yıllarda Ankara Radyosu adeta Türkiye’nin tek sesi idi. Türk halkının tek haber kaynağı da Ankara Radyosu idi.
 
Bu nedenle Ankara Radyosundan yapılacak dini bir yayının önemi büyüktü. Özellikle ramazan ayında, iftar öncesinde yapılacak bir dini yayın bütün Türkiye halkının ilgi odağı olabilirdi.Ankara Radyosunda, ramazan ayında başlatılan canlı yayında ilk kezKur’an okuma onuru Hafız Ali Osman Atakul’a nasip oldu. Kendisi bu olayın nasılgerçekleştiğini şöyle anlatıyor:

- 1950 yılı ramazan ayının ilk günleri idi. Ali Güran Hocamız ile birlikteAnkara camilerinde mukabele okuyorduk. Bir gün “Diyanet işleri BaşkanıAhmet Hamdi Akseki sizi istiyor” haberi geldi. Hafız Ahmet Köksal, Ali Güran ve ben Başkanın huzuruna çıktık. Üçümüze de birer Kur’an’ı Kerim okuttu. Makamdan ayrıldık.
 
Daha sonra Ali Güran hocamla beni yeniden çağırdı. Başkan Bey ile birlikte Ankara Radyosuna gittik. Başkan Bey ile Ankara radyosu müdürü de yanımızda olarak ses alma stüdyosuna girdik. İkişer sahife Kur’an’ı Kerim okuduk. Her ikimizin okuyuşları dabaşarılı bulundu. İlk gün ben okudum, ikinci gün Ali Güran Hocam okudu.Sıra ile Ramazan ayı boyunca Ali Güran hocamla birlikte canlı yayındabirer gün ara ile Kur’an okuduk.
 
Radyoda ilk Kur’an okuyacağım gün, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan birgörevli bana gelerek “Başkan Hamdi Akseki seni evine iftara bekliyordedi. İftara Başkan Bey’in evine gittim. Ankara’nın zenginleri, Diyanet İşleriBaşkanlığı’nın yüksek seviyeli memurları, büyük hocaları hepsi orada idi. Ahmet Hamdi Akseki radyoyu açtı. İftara 10 dakika vardı. RadyodanAziz dinleyiciler, şimdi Hafız Ali Osman Atakul’dan Kur’an’ı Kerim dinleyeceksiniz. İSRA SURESİ’ni okuyacak” anonsu yapıldı. Okuyuşum hep birlikte dinlendi.
 
Orada bulunan büyük hocaların bir kısmı beni tanımıyordu.Kim bu?” diye soranlar oldu. Ahmet Hamdi Akseki, “yanınızdaoturan şu çömez” diyerek beni onlara tanıttı. Okuyuşum ile ilgili hepsinin değerlendirmesini istedi. Bazıları “pek iyi”, bazıları da “yıldızlı pekiyinotları verdiler.
 
O akşam teravih namazını da cemaate ben kıldırdım.Başkan Akseki, kıldırdığım teravih için de büyük hocaların kanaatlerini sordu. Müşavere ve Dini Eserler İnceleme Kurulu Başkanı büyük alim Hasan Fehmi Başoğlu “onun cevabını Kütüphane Müdürü Şükrü Bey versindedi. Şükrü Bey, “teravih namazı tesbih sayar gibi ŞIKIR-ŞIKIR çok güzel oldu” dedi.
 
Hasan Fehmi Hoca”da “güzel oldu” dedi. Bu hatıramınbenim üzerimde çok büyük etkisi oldu. Büyük âlim, Diyanet İşleriBaşkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin evinde, Diyanet İşleri Başkanlığının büyük hocaları önünde cübbe-sarık giyerek onlara teravih namazı imamı olmak benim için büyük onurdu. Meslek hayatımın en değerli ve en anlamlı günü o gündür.

Arkadaşı, hemşehrisi ve meslektaşı İsmail KUZ, Ali Osman Atakul içinşunları söylüyor:

- Ali Osman Atakul, Diyanet İşleri Başkanları Ahmet Hamdi Akseki veEyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun ilgilerine ve sevgilerine nail olmuştur. Hafız Ali Osman Atakul Kur’an okurken telefonu açar, onun Kur’an okuyuşunu bazı sevdikleri kimselere de dinletirlerdi. Onunla daima övünürlerdi. Özellikle Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Ali Osman Atakul hayranıydı.
Ramazan aylarında teravih namazını Maltepe Camiinde Onun arkasında kılmaktan büyük zevk alırdı.
 
Hafız Ali Osman Atakul anlatıyor.
 
- Ben radyoda Kur’an okumadan evvel 29 lira aylıkla vekil imamlık yaptığım günlerde, Ankara Radyosu müdürünün de bulunduğu bir cemiyette Kur’an’ı Kerim ve mevlit okudum.
 
Aynı zamanda Ankara Radyosunda musiki korusu şefi de olan, radyo müdürü daha sonraki günlerde beni odasına davet etti. Cemiyette okuduğum mevlidi tekrar okumamı rica etti. Bende tekrar okudum. Okuyuşumu, sesimi, makamımı ve musiki kabiliyetimiçok beğenmişti. Bana, aylık 300 lira maaş, artı aylık 150 lira mesai ücreti ile radyo sanatçısı olmayı teklif etti.
 
Hafız Hasan Akkuş Hocama verdiğimölünceye kadar Kur’an öğreteceğim” sözünden dolayı, bu cazip teklifi kabul etmedim. Hayatımı Kur’an okuyup, okutmaya hasrettim.
 
Kur’an hâdimi olarak Yüce Allah’ın huzuruna varacağım. Ne hikmettir ki, ben radyo sanatçısı olarak gitmediğim Ankara Radyosunda ilk defa canlı yayında Kur’an’ı Kerim okuma ve daha sonra da yıllarca aynı radyoda ve çeşitli yayın kuruluşlarında Kur’an’ı Kerim okumayı nasip etti. Yüce Allah’a binlerce şükürler olsun.
 

Eşi ve Çocukları:
 

Hafız Ali Osman Atakul, babasının dostu, Kızılcahamam posta memuru Hasan Basri Uğur Bey’in kızı Şaziment Hanımla 1951 yılında evlendi.
 
Bu evlilikten Nazım, Necla ve Nuran isimli çocukları dünyaya geldi. Oğlu Nazım emekli memur, kızları Necla ile Nuran öğretmenlik yapıyorlar.
 
Hanımı vefat etmiş 12.07.2010 tarihinde defnedilmiştir. Çocukları halen hayattadırlar.  Yüce Allah sağlıklı, uzun ömürler versin.
 
Hafız Ali Osman Atakul, 23 Aralık 2019 tarihinde vefat etmiş, naaşı 24.12. 2019 tarihinde Hacı Bayramı Veli  Camiinde kılınan öğle namazına müteakip Karşıyaka mezarlığına defnedilmiştir. Rabbim Rahmeti ile muamele etsin, kabri Kur'anın nuru ile dolsun, mekanı cennet olsun..
 



2 Yorum - Yorum Yaz

SANKİ YÜRÜYEN BİR KUR’AN

HAFIZ ALİ GÜRAN

 






Doğumu, Eğitimi Ve Evliliği

Hafız Ali Güran, 1925 yılında Kızılcahamam İlçesinin Alpagut Köyünde dünyaya geldi. Babası köyün hatibi Arif Mehmet, annesi aynı köyden Zahide Hanımdır.
 
Ali Güran, onların en küçük çocukları idi. Babası Arif Mehmet, Ali Güran iki yaşında iken vefat etmişti. Artık kendisinden16 yaş büyük olan ağabeyi Osman Efendi’nin himayesinde idi. Osman Efendi, kardeşi Ali’yi kendi çocuğu gibi sevdi, korudu ve büyüttü. Onu köyün erkek çocuklarının yapmak zorunda olduğu köy işlerinden uzak tuttu, 6-7 yaşında köyün imamı Keşenüz’lü (şimdiki adı Yeşilöz)  “Demir Hafız” ismiile ünlü hocaya teslim etti.
 
Küçük Ali 7 yaşında hafız oldu. Hıfzı çok kuvvetli idi. Kur’an’ı Kerim’in tamamını “Fatiha Suresi” kadar yanlışsız okurdu. Kur’an’ı Kerim ezberi hayatta kaldığı sürece böyle devam etti. Ömrü boyunca gündüz-gece hemen her gün Kur’an’la beraber oldu. Yolda yürürken, kırda gezerken, evinde ve işinde boş kaldığı zamanlarda hep Kur’an okurdu.
 
 
 
Onunla yolda karşılaşanlar, dudaklarının hep hareket halinde olduğunu görürler, Kur’an okumakta olduğunu bilirlerdi. Bu nedenle, o sanki tüm yaşamı boyunca “YÜRÜYEN, GEZEN, KUR’AN’LA DOLAŞAN BİR İNSAN” gibi idi. Meslek arkadaşı ve candan dostu Hafız Rıza Çöllüoğlu Onun hakkında şunları söylüyor:
 
 
- Hafız Ali Güran, Çavuşoğlu Camii’nde bir gün ikindi namazından önce bir cüz (20 sayfa) Kur’an’ı okuyuverdi. Bu kolay bir iş değildir. Ali Güran gerçek bir hafızdı. Gerçek hafız; “Fatiha” suresinden başlayıp, “Nas” suresinde bitiriveren kişiye denir. Ali Güran böyle bir hafızdı.

Hafız Ali Güran’ın köyünde ilkokul yoktu. Ağabeyi Osman Efendi, Hafız Ali’yi Alpagut Köyüne 5 km. uzaklıktaki Çeltikçi Nahiyesine gönderdi. Orada bir yakının evinde yatıp kalkarak 5 sınıflı ilkokulu bitirmesini sağladı.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Hafız Ali, Alpagut Köyünün okuma yazma bilen, beş sınıflı ilkokul diploması olan tek kişisi oldu. Osman Efendi daha sonra hafızlığını daha da güçlendirsin ve Kur’an okuma tekniklerini öğrensin diye Hafız Ali’yi Alpagut Köyüne insan yürüyüşü ile 3 saat uzaklıktaki Keşenüz (şimdiki adı Yeşilöz) Köyüne “SARI HOCA” namı ile bilinen hocaya, arkasından da İstanbul Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na, Hafız Hasan Akkuş’a gönderdi.
 
Osman Efendi, kardeşi Hafız Ali’nin iyi bir Kur’an okuyucusu olması için hiçbir özveriden kaçınmadı. Hafız Ali de bu ilgi ve sevgiye layık bir kardeşti. Hafız Ali İstanbul’daki eğitiminden sonra köyüne döndüğü zaman, Kur’an okuyuşu ile yörede halkın büyük ilgi ve sevgisine mazhar olmuştu. Onun adı Alpagut Köyü çevresinde dillerde dolaşır olmuştu.
 
Osman Efendi, Hafız Ali’ye iyi bir evlilik yaptırmış, yörenin Çırpan Köyünden Ulviye Hanımla mutlu bir yuva kurmasını da sağlamıştı.

Resmi Görevleri
 

Hafız Ali, küçük yaşlardan itibaren ramazan aylarında Ankara, Kayseri, Eskişehir gibi illere ramazan mukabeleleri okumak için giderdi. 1948 yılı Ramazan ayında da mukabele okumak için Ankara’ya gitti.
 
Zamanın Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, güzel Kur’an okuyanlara aşık bir kimse idi. Yoğun işlerinden fırsat buldukça camilere gider, ramazan vaazlarını ve mukabelelerini dinlerdi.
 
1948 yılı Ramazan ayında okuduğu mukabeleleri beğenerek izlediğihafızlardan biri de Hafız Ali Güran’dı. Hafız Ali Güran aynı ramazan ayında Ankara İçhisar Sultan Alaattin Camii vekil imam hatipliğine de atandı. Kısa süre sonra (17.11.1948) bu göreve asaleten tayin edildi.
 
1940’lı yıllar dini hizmet bakımından yetersiz yıllardı. Halk dini konularda dönemin yönetiminden son derece şikayetçi idi. 1946 seçimlerinden sonra halkın bu şikayetlerini iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi dikkate almak zorunda kaldı. Bu amaçla halkın ihtiyaç duyduğu din görevlilerini yetiştirmek amacı ile ortakokul mezunlarının kabul edildiği 10 aylık imam-hatip kursları açıldı. Bu kurslardan biri de Ankara’da açıldı.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Hafız Ali Güran, Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin seçimi ile ve ek görev olarak Ankara İmam-Hatip Kursu’nun Kur’an’ı Kerim dersleri öğretmeni oldu.
 
1950 yılında genel seçimler yapılmış, Demokrat Parti iktidara gelmişti. 1950 yılına kadar İmam-hatip, müezzin gibi din görevlilerinin atama, nakil, görev denetimi ve cami hizmetlerinin yönetimi vb. hizmetler Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne aitti. 1950 yılında çıkarılan bir kanunla cami görevlilerinin tayin, nakil ve denetimleri ile cami hizmetlerinin yürütülmesi Diyanet İşleri Başkanlığına devredildi.
 
Bunun üzerine ve Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin seçimi ile Hafız Ali Güran, 29.06.1950 tarihinde Ankara Müftülüğü Cami Görevlileri Kontrol Memurluğu’na atandı.
 
Bu görevi uzun yıllar sürdürdü. Bu görevi sırasında Rıza Çöllüoğlu, Ali Osman Atakul, Asım Çetinkaya, Cemal Özcan, İbrahim Özdoğan, Kazım Yalçınkaya, Kamil Çöllüoğlu, Mustafa Maden vb. gibi yüzlerce hemşehrisinin Ankara camilerinde imam-hatip ve müezzin olarak atanmalarını sağladı.
 
Cami görevlileri kontrol memurluğu sırasında, cami görevlileriyle sıcak ve samimi ilişkiler kurdu. Ankara’da görev yapan meslektaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Hemşehrileri dışındaki meslektaşlarının da atama ve yer değiştirmelerinde de yardımı olurdu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hafız Ali Güran, Ankara Müftülük Kontrol Memurluğu sonrasında, Ankara’nın çok önemli camilerinde (Hacı Bayram, Maltepe, İçcebeci, Yenimahalle Çavuşoğlu Camileri) imam-hatiplik yaptı.

(24.04.1962 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere ve Dini Eserler inceleme Kurulu Katipliği, 17.03.1966 Ankara Altındağ Müftülük Şefliği, 10.10.1966 Ankara Altındağ Hacıbayram Camii imam-hatipliği, 29.06.1968 Ankara Yenimahalle Karşıyaka Camii imam-hatipliği, 16.05.1970 Çankaya Cebeci Camii imam hatipliği, 27.04.1976 Yenimahalle Çavuşoğlu Camii imam-hatipliği.)

İmam-hatiplik yaptığı camilerde cemaatinin büyük sevgi ve saygısını kazandı. 16.05.1980 tarihinde Yenimahalle Çavuşoğlu Camii imam-hatibi olarak emekli oldu.

Demokrat Parti’nin 1950 yılında iktidara gelmesinden sonra, din eğitim ve öğretimi alanında önemli değişiklikler oldu. Ülkenin ihtiyacı olan din görevlilerini yetiştirmek için ilkokula dayalı, yedi yıl süreli, lise dengi imam-hatip okulları açıldı.

1951-1952 öğretim yılında 7 ilimizde açılan bu okullardan biri de Ankara’da açılmıştı. Hafız Ali Güran, bu kere de zamanın Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun uygun görmesi ile Ankara İmam-Hatip Okulu Kur’an’ı Kerim dersleri öğretmenliğine ek görevle atandı. Bu görevi aralıksız olarak 1963 yılına kadar 12 yıl süre ile devam ettirdi.

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’nin önemli işlerinden biri de ilk defa Ankara Radyosunda canlı olarak Kur’an’ı Kerim okutması, dini sohbetler yapılmasını sağlamış olmasıdır.

Hafız Ali Güran, ilk defa 1950 yılı Ramazan ayında başlatılan bu uygulamada hemşehrisi ve meslektaşı Hafız Ali Osman Atakul’la birlikte görev aldı. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin uygun görmesi ile Ali Osman Atakul ve Hafız Ali Güran ramazan ayı boyunca iftar saatinden önce canlı olarak Ankara Radyosundan tüm Türkiye halkına Kur’an dinleme zevkini tattırdılar.

Böylece Hafız Ali Güran’ın Kur’an’ı Kerim okumadaki üstün nitelikleri tüm ülkeye yayılmış oldu. O artık Türkiye çapında, Kur’an’ı Kerim okumadaki üstün yetenekleri ile tanınan bir hafızdı.

Hafız Ali Güran ve benzerleri, 70 yıl önce bir yerlere gelmek için hafız olmadılar. Onlar Allah Elçisi’nin müjdesine kavuşmak için hafız oldular. Fakat Yüce Allah’ın lütfu ile ummadıkları yüksek makamlara da ulaştılar.

 

Kişisel Özellikleri

Hafız Ali Güran, son derece edepli, başkalarına sevgi ve saygı telkin eden ahlaki özelliklere sahipti. Kişisel ve mesleki hayatında kimse ile çekişmemiş, kimseyi gücendirmemiştir.
 
Özel aile yaşamında da eşine ender rastlanır özelliklere sahipti. Kendisinin yetişmesinde büyük emeği olan ağabeyi Osman Güran’a,bir evladın babasına olan saygısından daha çok saygı göstermiştir.
 
Hayatı boyunca ağabeyisi Osman Efendi’ye saygıda kusur etmemiştir. Annesi Zahide Hanıma çok yüksek görevlerde iken dahi bir “anakuzusu” evlat sevgi ve sıcaklığı ile davranmıştır. Annesi hayatta olduğu sürece sabahları işe gitmek üzere evden ayrılırken onun elini öpmeden evinden çıkmamıştır.
 
Akşam evine döndüğünde de annesinin hal ve hatırını sormadan edemezdi. Hafız Ali Güran, üç ablasına da büyük sevgi ve saygı ile bağlı idi. Onlar da Hafız Ali Güran’ı bir başka severlerdi. Onların birbirlerine olan sevgileri başka kardeşlerden çok farklı idi. Bu ortamın oluşmasında Hafız Ali Güran’ın ahlaki özellikleri başlıca etkendi.

Hafız Ali Güran, cömert bir insandı. Evinin kapısı herkese açıktı. Sofrası sık sık misafirlerin ağırlandığı bir sofra idi. Eşi Ulviye Hanımın da cömertliği ve hizmet ehli bir hanım olması nedeniyle, onun sofrası bir başka bereketli olurdu.
 
Yeğenleri Kemal Güran, Arif Mehmet Özdemir, Kamil Yalçınkaya ve Cemalettin Çimen, yıllarca ailenin birer çocuğu gibi Hafız Ali Güran’ın koruması altında geleceğe hazırlandılar.

Hafız Ali Güran, ömrünün son günlerine kadar kişisel incelik ve nezaketi yanında, kılık-kıyafeti ile de dikkat çekerdi. Kısaya yakın orta boylu, güzel yüzlü, beyaz ve uzun sakallı, zayıf bedenli idi.
 
Güzel giyinirdi. Tüm hayatı boyunca, küfür, yemin, yalan, aşırı ve taşkın sözler onun dilinde yer edinmemişti. Öfke ve kızgınlık nedir bilmezdi. Hayâ duygusu son derece zengindi. Kur’an ve sünnet ahlakı ile yaşamaya büyük özen gösterirdi.

Meslek Hayatında Bir Sıkıntılı Dönem 
 
Hafız Ali Güran’ın kişisel ve meslek hayatı mutluluklarla geçti. Ancak bir önemli olay, meslek hayatında sıkıntılı günler geçirmesine neden oldu.
 
1960’lı yılların sonları idi. Zamanın Yargıtay başkanı İmran Öktem “Allah’ı da insanlar yarattı, insanlar olmasaydı, Allah da olmazdı” türünden sözler etti. Bu sözler basına yansıdığında, inançlı çevreler, bunu Yüce Yaradan’ı inkar etmek şeklinde değerlendirdi ve bunun sonucu olarak toplumda büyük rahatsızlıklar oluştu.
 
İmran Öktem, bu sözlerini yalanlamadı, tersine sözlerinin arkasında olduğunu söyledi. Bunun üzerine Türkiye Din Görevlileri Federasyonu bir bildiri yayımlayarak, şayet İmran Öktem’in cenazesi cami önüne getirilir, musallaya konulursa, din görevlileri olarak onun cenaze namazını kıldırmayacaklarını bir basın bildirisi ile kamuoyuna deklare ettiler.
 
Aradan bir süre geçtikten sonra İmran Öktem vefat etti. Cenaze namazı Maltepe Camii’nde kılınacaktı. Hafız Ali Güran, o tarihte Maltepe Camii ikinci imam hatibi idi. Cenaze namazının kılınacağı gün görev nöbeti de Hafız Ali Güran’da idi. Hafız Ali Güran, bağlı bulunduğu din görevlileri topluluğunun kamuoyuna deklare ettiği söze uydu. Bir günlük rapor alarak, o gün görevine gelmedi.
 
İmran Öktem yandaşları böyle bir durumla karşılaşabilecekleri düşüncesi ile Maltepe Camii’ne başka bir imamı cenaze namazını kıldırmak üzere getirmişlerdi. Ancak, camide toplanan birtakım kimselerin protestoları ile İmran Öktem’in cenaze namazı Maltepe Camii’nde kılınamamıştır.
 
Zamanın ana muhalefet partisi lideri İsmet İnönü’nün de katıldığı cenaze merasimi şiddetli bir protesto ortamında sonuçlanmıştı.
 
Bu olay hükümeti de ürkütmüş, olay sonrasında sıkı güvenlik önlemleri alınmıştı. Olaylarda ön safta görünen ve olayı provake ettikleri tespit edilen birtakım kimseler tutuklanmıştı. Bu arada raporlu imam Hafız Ali Güran da nasibini almış, Ankara Valiliği’nce aynı gün görevden alınmıştı.
 
Ancak Hafız Ali Güran’ın sevenleri çoktu. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı ve Ankara Müftülüğü, Hafız Ali Güran’a sahip çıktılar. O sıkıntılı günler çok uzun sürmedi. Bir süre sonra yeniden Ankara’daki huzurlu görev ortamına dönüldü.

 

                 Hafız Ali Güran bir kır gezisinde Namaz Kıldırırken

 

Evlilikleri ve Çocukları

Hafız Ali Güran’ın ilk eşi Ulviye Hanım, 1976 yılında vefat etti. Bu evlilikten üçü oğlan, dördü kız yedi çocukları dünyaya geldi. En büyük oğlu Mustafa Güran, İçişleri Bakanlığı’nda Kaymakamlık ve genel müdür yardımcılıkları görevlerinde bulundu. Halen Bu Bakanlıkta Hukuk Müşaviri olarak görevini sürdürmektedir.

İkinci oğlu Nevzat Güran, İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde İktisat Profesörü ve şu anda emeklidir. Küçük oğlu Ahmet polis memuru olarak görevini sürdürmektedir.

Hafız Ali Güran ilk eşi Ulviye Hanım’ın vefatından sonra ikinci evliliğini Hatice Hanım’la yaptı. Hafız Ali Güran, Hatice Hanım’la da 30 yıla yaklaşan mutlu bir hayat sürdürdü. Bu evlilikten çocukları olmadı.

Ölümü ve Defni

Hafız Ali Güran, 2006 yılının mart ayında, yaklaşık üç ay kadar süren bir hastalık sonrasında Yüce Allah’a kavuştu. Ankara Sami Efendi Külliyesi’nde çok kalabalık bir cemaatin katılımı ile kılınan cenaze namazından sonra, Yenimahalle Karşıyaka Mezarlığında defnedildi.

Ağır hastalık halinde geçirdiği son üç aylık süreye kadar, her gün evinde yüksek sesle Kur’an okumaya devam etti. Bütün hayatı boyunca Kur’an okumak, onun vazgeçilmez işi idi. Yüce Allah kabrini Kur’an’ın nuru ile aydınlatsın.

 

 

Hafız Ali GÜRAN’ı Tanıyanların Değerlendirmeleri

Hafız Ali Güran’ın ölümünün ikinci yılı vesilesiyle, 07 Mart 2008 tarihinde Keçiören Muradiye Külliyesi Kültür Merkezi Salonu’nda düzenlenen mevlit merasiminde, hemşehrisi ve meslektaşı Abdullah İşler bir konuşma yaptı. Bu konuşmada şunları söyledi:

- Muhterem kardeşlerim,
 
Bugün burada okunan Kur’an’ı Kerim’ler, söylenilen ilahiler taş olan kalpleri yumuşatacak bir şekilde cereyan etmiştir. Bir hava esmiştir ki, başka yerde bulunmayacak bir manevi hava. Ümit ederim gönüllerimiz ürpermiştir, gözlerimiz yaşarmıştır, gönüllerimiz coşmuştur ve gidenlerden ibret almışızdır. Günlerimizi değerlendirmeye karar kılmışızdır.
 
Gecelerimizi, gündüzlerimizi boş geçirmemeye Allah katında Cenabı Hakk’a içten bir söz vermişizdir. Yüce Allah gelecek zamanlarımızı, dünyamızın gidişine ve ahiretimizin başlayacağı gün için elimizden geldiği kadar gecesinde-gündüzünde, işimizde-aşımızda, her anımızda Cenabı Hakk’ı düşünen ve ahreti düşünen, ora için ne yapması gerekirse elinden geldiğini yapmaya çalışan kullarından eylesin.

Muhterem kardeşlerim,
Okunan ayetlerde öyle Allah kelamı geçti ki, öyle haberler verildi ki, eğer gönüller biraz daha uyanık olsaydı o toplumun içerisinde Allah bilir ama yerinden fırlayıp tavana kafası vuranlar olurdu. Belki de “Allah” diyerek yere düşenler olurdu. Ama ne diyelim, Cenab’ı Hakk’a şükürler olsun ki, hiç olmazsa buraları da bize nasip eyledi. İnşallah akıbetimiz hayırlı olur. Büyüklerimiz insanoğlunun taşımış olduğu kalpleri 4’e ayırmışlar. Diyorlar ki; kalpler 4 tür. Birinci diri kalp, ikincisi ölü, üçüncüsü zakir kalp, dördüncüsü gafil kalpmiş.

Diri kalp, gerçekten Allah’a iman etmiş, her an Allah ile kalbinin attığını duyan kişilerdir. Ve ona göre de gün ve gecesini değerlendiren kişilerin kalpleridir. İman dolu, aşk dolu, gereken amelleri yapanların kalpleridir.
 
Ölü kalp, Allah şerrinden korusun imansız kalptir. Allah, peygamber tanımayan kalptir. Kitap, sünnet tanımayan kalptir. Ve birde bunlara karşı duran, iffetsiz, şerefsiz, namussuz sözler söyleyen, dinimize “çağ dışı kalmış” diyenlerin kalpleri ki, Allah onların ve kalplerinin şerrinden cümlemizi muhafaza eylesin.
 
Zakir kalp, gücünün yettiği kadar Allah’ın emrini, peygamberlerin sünnetini, bilhassa peygamberimizin sünnetini yerine getirme gayreti içerisinde, 5 vakit namazı, her sene ramazan orucunu, malının zekatını, hac ve umresini yerine getirmeye çalışan, mümkün olduğunca da Cenab’ı Allah’ı diliyle, kalbiyle, gönlüyle zikretmeye çalışan kişilerin kalpleridir.
 
Ne mutlu onlara. Dördüncüsü ise gafil kalptir. Allah korusun dünyada iken aklımızı başımıza alıp kendimizi onların şerrinden korumaya çalışmalıyız. 

- Muhterem kardeşlerim,
Gafil kalplerden mümkün olduğu kadar uzak durmaya çalışalım. Gafil kalp, Allah’ın emirlerini, peygamberimizin sünnetlerini ve buna benzer; üzerine düşen şeyleri yapmayı ihmal eden, yapmayan, günahkar olanların, böyle bir gaflet içerisinde olanların kalpleridir. Akıbetlerinden çok korkulur. Allah korusun, Cenab’ı Hakk’a dua edelim de gözlerimiz hakkı görenlerden olsun, kulaklarımız hakkı duyanlardan olsun, dilimiz hakkı söyleyen ve onunla meşgul olanlardan olsun.

Böylece Allah’a ve peygambere itaat eden büyüklerimizin yolunda kendisini oraya bağlamaya çalışanlardan olalım. Aklı ve fikri olan insanlardan, kalbi ve vicdanı olan insanlardan, Allah’ı 
inkar etmenin mümkün olmadığını itiraf edenler çoktur.
 
Cenab’ı Hakk’ın lütfettiği şu İslam nimetinin kadrini bilelim. Kur’an gibi bir kitaba, kainatta ne varsa hepsini hakkıyla anlatan bir kitaba nail olmanın da kıymetini bilelim. Dünyamızdaki zamanımızın çok sıkıntılı ve ölçülü olduğunu da iyi düşünelim. Geçmişlerimiz hatırlayalım.

Değerli kardeşlerim,
Kabre inerken ya da dünyamızdan kabrimize gittikten sonra üç arkadaşımız vardır. Dördüncüsü yoktur. Akraba, eş-dost seni kabre götürür. Mal ve mülkünü oraya gelene kadar harcar o kadar. Ondan sonra hepsi kabrin başına gelirler. Hiç kimse cenaze ile kabre girip orda kalmaz, geri dönerler. Onunla kabre giren ameli vardır. Dünyadan ahirete ne götürebildiğimizi iyi düşünelim.

Ana karnından indik girdik pazara, bir kefen aldık döndük mezara.” İşte dünyanın hülasası budur.
 
Sözün özü; Cenab’ı Hakk cümlemize dünyada sıhhat ve afiyetler ihsan eylesin. Doğru yolun yolcularından olanlardan eylesin, ahirete gittiğimizde de Cenab’ı Hakk kabrimizi cennet bahçesinden bir bahçe eylesin. Cenab’ı Hakk cümle geçmişlerimize rahmet eylesin. Cümlesinin kabirlerini pür nur, makamlarını cennet eylesin.

Değerli kardeşlerim,
Bugün ölümünün ikinci yılı vesilesiyle düzenlenen toplantı için bir araya geldiğimiz değerli meslektaşımız, değerli ağabeyimiz Hafız Ali Güran, ömrü boyunca Kur’an’la yaşadı. O adeta yürüyen bir Kur’an’dı. Kendisini genç yaşlarından itibaren tanıdım. Güzel bir insandı, güzel giyinirdi.
 
Kılık kıyafeti ile temiz, ahlakı ile temizdi. Kur’an ahlakı ile ahlaklanmıştı. Kendisini çok severdim. O halk ve meslektaşlar tarafından da çok sevilirdi. Yüce Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun. Hepiniz Allah’a emanet olun.
 
Hemşehrisi, uzun yıllar birlikte yaşadığı meslek arkadaşı  İsmail Kuz, Hafız Ali Güran’ı şöyle anlatıyor:

- Allah rahmet eylesin, Ali Güran Hoca’dan -güzel ahlakından dolayıhoşnut olmayan kimse olmamıştır. Yumuşak huylu idi, kimseyi arkasından çekiştirmezdi. O hep Kur’an’ı Kerimle birlikte olurdu. Kur’an’ı Kerim kendisine nasıl teslim edildi ise O da öylece Allah’a götürdü. Benim tanıdığım Diyanet İşleri Başkanları Ali Güran Hoca için soyadını da ima ederek- “Kur’an geliyor” derlerdi. Ona mutlaka Kur’an okuturlardı, dinlerlerdi.
 
Ali Güran ve Ali Osman Atakul, ikisi de Diyanet İşleri Reisleri Ahmet Hamdi Akseki ve Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun sevgisini kazanmışlardı. Ali Güran Hoca oturur, sanki yeni inmiş gibi, Cebrail Aleyhisselam kulağına fısıldıyormuş gibi Kur’an’ı Kerim’i hiç tereddüt etmeden 20-30-40 sayfa okur, kalkardı.
 
Hafız Ali Güran’ın belleği, sanki kitabın iki kapak arasındaki Kur’an’ı Kerim’in içindeki Kur’an gibiydi. O her an Kur’an’ı Kerim’le birlikte olurdu, Kur’an’ı Kerim okurken hiç yanlış yapmaz, yanılmayı aklına bile getirmezdi.

Hafız Ali Güran, hayatının sonuna kadar 60 yıl, belki de daha çok Ankara Camilerinde ramazan mukabelesi okudu. O içimizde bizler arasında yetişenlerin en seçkini idi. Kızılcahamam yöresinin Hafız Hasan Akkuş’tan sonra yetiştirdiği tek kurra hafızdır. Ankara’ya ilk gelenlerden ve yöremizden Ankara’ya gelen meslektaşlarımıza yol gösteren, önder olanlardandır. Pek çok hemşehri meslektaşımız, onun yönlendirmesi ile mesleğinde ilerleyip, yol almıştır.

Hafız Ali Güran’ın çok sevdiği, 40 yıldan fazla dini hizmet mesleğine birlikte hizmet ettiği Ali Osman Atakul’un Onunla ilgili anıları, görüş ve düşünceleri:

- Ben İstanbul’dan 1947’de Kur’an talimini tamamlayıp döndükten sonra, beni halk Kızılcahamam’da müezzin olarak görevlendirmişti. Ben orada görev yaparken Çeltikçi Alpagut köyünden Hafız Ali Güran Hoca’nın ismini duyardık. Rahmetli Hafız Ali Güran bizden yaş itibariyle 5-6 yaş büyüktü. Ben İstanbul’da okurken Hafız Ali Güran askerdeydi. O senelerde Alman harbi vardı.
 
Ali Güran Hoca 4 sene askerlik yapmış ve askerlik elbisesini şubeye teslim etmek için Kızılcahamam’a gelmişler. Benim sesimin methini de Alpagut Köyünden bilirlermiş. Ali Güran Hoca da duymuş ve merak etmiş. O gün Ali Güran arkadaşımız namaz kıldırdı, zannederim mevlitte okuduk.
 
O günlerde ilçelerde de mevlit okunurdu, biz sık sık mevlit okuduk ve orada tanıştık. Daha sonra bahara yakın cemaat bizim maaşımızı biraz kıstılar ve bir müddet sonra da maaşımız kesilince benim de Kızılcahamam’dan hevesim kaçtı. Ben de Ankara’ya yerleşmeye karar verdim,
 
1948 senesinin ramazan ayında Ankara’ya geldim. Ankara’ya geldikten  sonra Ali Güran kardeşimiz de o sene mukabeleye Ankara’ya gelmişti. 1948’de Hafız Ali Güran Hoca ile mukabele okumaya başladık. O günlerde Hisar da SultanAlaaddin Camiinde imam-hatip vekilliği sınavı açılmıştı. Ali Güran Hoca, o sınavı kazandı ve Hisar Sultan Alaaddin Camiine imam olarak tayin oldu.
 
1948’den 1988 senesine kadar, Hafız Ali Güran Hoca ile devamlı mukabele okuduk. Hafız Ali Güran Hoca kardeşimiz Demir Hafızdı, Türkiye’de hafızlık kuvveti onun ki kadar güçlü olan ya bir kişidir ya da yalnız Ali Güran Hocadır. Hiç Kur’an’ı Kerim’e bakmadan Fatiha’dan başlar sonuna kadar okuyabilirdi.
 
Hatta bir ramazan ayı boyunca ezberden 27 hatim okuduğunu duydum. Ali Güran Hoca Efendi’nin sene-i devriyesinde Abdullah İşler Hoca kardeşimiz güzel tarif etti, “Canlı Kur’an” dedi, Ali Güran Hoca için.Ali Güran Hoca kardeşimiz gerçekten canlı bir Kur’an gibiydi. Ben Kur’an’ı Kerim okurken, biraz kuvvetsiz okurdum. Ben çok kuvvetli hafız değildim. Benim mahreçlerimi ve okuyuşumu çok beğenirlerdi ve o yönden çok itibar görürdüm.
 
Ben Ali Güran Hoca ile birlikte okursam kendimde cesaret bulur daha iyi Kur’an okurdum. Benim yanlışımı cemaatin anlamayacağı şekilde örter, ustalıkla benim önümden okumaya geçerdi. Rahmetli Ali Güran Hoca hiç hatalı okumazdı. Bir gün hata yapsa da ben hatasını düzeltsem diye düşündüğüm olmuştur. Bu gün yaşıyor olsaydı “Reisü’l Kurra” olacaktı.
 
Reisü’l Kurralık da; kurralar arasında icazet sırasına göre hafızlar kıdem alıyorlar ve en kıdemli olan da Reisü’l Kurra oluyor. Eski Eyüp Camii imamı Hafız Ahmet Aslanlar şu anda Reisü’l Kurra görevini yapıyor ve kurra cemiyetlerini o idare ediyor. İcazet sırası bakımından en kıdemli kimse, Reisü’l Kurra o oluyor. Ali Güran Hocamızın bir üstün özelliğini de sırası gelmişken hatırlatmak isterim.
 
Hafız Ali Güran arkadaşımız hiç dedi-kodu yapmazdı, çok sabırlı bir insandı, kin, garez yoktu arkadaşımızda. Hayatta dedikoduya yer vermezdi. Ali Güran Hoca’nın ahlakına hayran olmamak mümkün değildir.
Allah rahmet eylesin.

Hafız Mustafa Sabri Mülkoğlu, İmam-Hatip lisesinde hocası olan Hafız Ali Güran için şu bilgileri veriyor:

- Merhum Ali Güran Hocam, Kur’an’ı Kerim’i kıraat kurallarına tam bir dikkat ve ciddiyet ile okurdu. Mukabele okuyuşundaki gönüllere işleyen o hoş eda var ya, dinleyenler için huzur verirdi.
 
O okurken dinleyen yorulmaz, tersine ruhen dinlenirdi. “Vakit olsa da keşke biraz daha okusa, devam etse” denirdi. Onu Kur’an okurken dinleyenler hiçbir şekilde sıkılmazdı. Ben, hayatımda hafızlığı çok güçlü iki hafız tanıyorum: Birisi merhum hafızlık hocam, Hafız Ziya Tığlıoğlu, diğeri Ankara İmam-Hatip Okulundaki Kur’an’ı Kerim hocam Hafız Ali Güran’dır.

Emekli İmam-Hatip Hafız Kamil Çöllüoğlu, Hafız Ali Güran hakkındaki düşüncelerini şöyle anlatıyor:

Merhum Hafız Ali Güran, yaşadığı sürece yüksek ahlaki ile dikkat çeken, pırlanta değerinde bir insandı. Yıllarca Kur’an’ı Kerim’i yüzüne bakmadan okuyan ve eşi bulunmayan bir zeka idi. Ölümünün ikinci senesinde düzenlenen mevlit merasiminde Abdullah İşler Hoca, Ali Güran için “YÜRÜYEN KUR’AN”dı dedi.
 
Hafız Ali Güran ile benim dostluğum ilk görev aldığım yıllarda başladı. Hatta ben bir süre ondan Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun okuma dersleri de aldım. O ipek gibi yumuşak bir insandı. Ehli Kur’an’dı. Yüce Allah ondan rahmetini esirgemesin. Eğer yaşasaydı “REİSÜ’L KURRA” olma sırası ona gelmişti.
 
“AŞERE – TAKRİB” okumuş, 9-10 yaşlarında Ankara’ya mukabele okumaya gelmiş  büyük ses sanatçısı Necmi Rıza Ahiskan ile birlikte mukabele okumuştur.
 
1969 -1970 yılı hac mevsiminde birlikte hacca gittik. Rahmetli Hafız Ali Güran’a bir gün “Ali Ağabey! Benim seni ne kadar sevdiğimi bilir misin?”dedim. Bana “biliyorum” dedi. Ben de “benim senden başka hiç kimsenin elini öpmediğimi de biliyor musun?” dedim.
 
Bir başka zaman da “Ali Ağabey, senin hiçbir şeye kızdığın, sinirlendiğin olmaz mı?” dedim. Hafız Ali Güran, böyle yüksek ahlak ve fazilet sahibi bir insandı. Şimdi Ali Güran Hoca gibi insanlar bulunmaz. Onun gibilerini bulup da yerlerinkoymak mümkün değildir.
 
Onun gibilerin yeri doldurulamaz. Rahmetli Ali Güran Hoca, ölümünden bir-iki yıl öncesine kadar her ramazan ayında mukabele okurdu. Benim evim de onun mukabele okuduğu camiye yakındı. Ara sıra gider kendisini dinlerdim. Onun mukabele okuyacağı Ankara cemaati arasında dillenirdi. Çünkü çok güzel okuduğu bilinirdi. Bu nedenle dinleyenleri de kalabalık olurdu.
 

Ruhu esen kalsın, yeri cennet olsun, kabri Kur’an nuru ile dolsun.





1 Yorum - Yorum Yaz
GENÇ BİR YETENEK HAFIZ FAZLI ÇOBAN 





Doğumu, Eğitimi ve Müzik Çalışmaları


Hafız Fazlı Çoban 1969 yılında Kızılcahamam İlçesi’nin
Hıdırlar Köyünde dünyaya geldi. Babası Rüstem, annesi Halime Hanım’dır. Babası Rüstem Efendi’de kendiköyünde hıfzını tamamlamıştır. Annesi Halime Hanım ev hanımı idi. 3 erkek, 4 kız kardeş idiler. Diğer erkek kardeşleri de imam-hatip okulunu bitirdikten sonra değişik 
alanlarda yüksek öğrenim gördüler.

Hafız Fazlı Çoban ilkokulu köyünde bitirdi. Daha sonra Gerede İlçesi YeniçağKur’an Kursu’na gitti. Yeniçağ Kur’an Kursu’nda hafız oldu. 1984-1985yılında Ankara Merkez Tevfik İleri İmam-Hatip Lisesi’ne kaydoldu. 1991 yılında
bu okulun lise kısmını bitirdi.

Hafız Fazlı Çoban, Ankara İmam Hatip Lisesi’ni bitirdikten sonra 1991 yılındaAnkara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ne öğrenci oldu. 1996 yılında bu fakültedenmezun oldu. Değişik bir alanda yüksek öğrenim görmüş olmasına rağmen, 
özel yetenekleri nedeniyle dini hizmet mesleğinden ayrılmadı.

Hafız Fazlı Çoban’ın güçlü bir sesi vardı. Kur’an’ı Kerim okuyuşu tüyleri ürpertecek derecede tatlıydı. Ezan, kaside ve mevlit okuyuşları ile herkesin beğenisini kazanıyordu. Bu nedenle müzik eğitimine önem verdi. Diyanet İşleri Başkanlığı’ncaaçılan “TASAVVUF MÜZİĞİ” korolarına katıldı. Ses eğitimini geliştirdi.Hafız Mustafa Kont, müzisyen Ali Toprak, Hafız İsmail Coşar ve Bilal Demiryürek gibi Ankara’da müzik ve ses yeteneği olan kişilerle ilişkiler kurdu. Ancak,önemli bir noksanı oldu. Ses yeteneğine rağmen iyi düzeyde nota öğrenemedi. Bir enstrüman çalmayı başaramadı. Bu konudaki düşüncelerini şöyle ifadeediyor.- Notayı kısmen öğrendim, müzik bir derya. Ben bu günkü seviyem itibariyle uygulanabilir makamların tamamını bilir ve uygularım. Her ne kadar mektepli değilsem de, alaylı olarak belli bir düzeydeyim. Yaklaşık 15 yıllık 
bir uygulamanın içindeyim.

Hafız Fazlı Çoban, Yüce Allah’ın kendisine verdiği güzel sesle üstün biryetenektir. Bu yeteneğini derinliğine müzik çalışmaları ile geliştirmesi beklenir.
Resmi Görevleri

Hafız Fazlı Çoban, henüz Ankara İmam Hatip Okulu öğrencisi iken, 1987yılında ilk görevine başladı. Öğrencisi olduğu, Ankara Merkez İmam Hatip OkuluUygulama Camii müezzinliğine atandı. Daha sonra Yenimahalle İlçesi’nin çeşitlicamilerinde (5. Durak Cavuşoğlu, Güzelevler, Ulu Cami, Karşıyaka OğuzlarCamii) imam-hatiplik veya müezzinlik görevlerinde bulundu. İki yıldan buyana Çevre ve Orman Bakanlığı Camii imam-hatibi olarak görevini sürdürmektedir.1996 yılında kısa dönem askerlik görevini yaptı.
Evliliği ve Çocukları

Hafız Fazlı Çoban, Ankara Kocatepe Camii imam-hatibi Kadir Temel’inkızı Neslihan ile evlendi. Bu evlilikten üç çocukları dünyaya geldi. Mert Can, Yiğitve Halime Naz.  

 Kaynak: ESYAV


0 Yorum - Yorum Yaz

 

HAFIZ OSMAN KAYA

  

Doğumu ve Eğitimi  

 1944 yılında Çamlıdere İlçesi’nin İnceöz Köyü’nde doğan Osman Kaya’nın babasının adı Mustafa, annesinin adı Adile’dir. İnceöz Köyü’nde ilkokul yoktu. Hafız Osman Kaya önce köyünde yaz aylarında hindi çobanlığı yaptı. Kış günlerinde yüzüne Kur’an okumaya başladı.
 
1955 yılında köy bütçesinden ücret alan köy imam-hatibi Mehmet Efendi’de hafızlık çalışmasına başladı. Daha sonra köyünde imam-hatiplik yapan bir başka imamda hafızlık çalışmasını sürdürdü.
 
1958 yılında çevre köylerden Elmalı köyündeki Kur’an kursuna gitti ve hıfzını orada bitirdi. 1963 yılında İstanbul Kasımpaşa’daki Piyale Paşa Kur’an Kursu’na giderek, İstanbul vaizlerinden Hüseyin Kaplan’dan medrese sistemine göre Arapça ve yüksek dini bilgiler dersleri okudu.
 
 
 
 
 
Hafız Osman Kaya’nın eğitim hayatı oldukça uzun yıllar sürdü. Dışarıdan girdiği sınavla ilkokul diplomasını aldı. Daha sonra Ankara’da  Abidinpaşa Ortaokulu’ndan ve Ankara İmam-Hatip Okulu’nun ikinci devresinden mezun oldu. Hedefi dini yükseköğrenimini bitirmekti.
 
Bunun içinde uzun uğraşılar verdi. Önce Kayseri İlahiyat Fakültesi’ne öğrenci olmayı başardı. Fakat derslerine devam edebilme imkânı bulamadığı için öğrenci kaydı iptal edildi.
 
Çıkan bir öğrenci affından yararlanarak yeniden aynı fakülteye öğrenci kaydını yeniledikten sonra 1984 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi’ne yatay geçiş yaptı. 1988 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden diploma almayı başardı.
 
Diyanet İşleri Başkanlığı’nca açılan vaizlik ve müftülük kursuna katıldı. Bu kurstan da başarı sertifikası alarak müftü olmaya hak kazandı.  
 

 
 
Görevleri  
 
Hafız Osman Kaya, 1964 – 1965 yıllarında vatani görevini yaptıktan sonra ilk kez dini hizmet görevine Ankara Kazan İlçesi Yazıbeyli Köyü’nde fahri Kur’an öğreticisi olarak başladı.
 
02.06.1966 tarihinde bu göreve resmi kadrolu olarak atandı. 30.12.1969 tarihinde kendi isteği ile Ankara Mamak ilçesi Abidinpaşa Camii müezzini oldu. Bu görevini aralıksız 7 yıl sürdürdü. 14.12.1976 tarihinde Emek Camii İmam Hatipliğine atandı.
 
11 yıl burada hizmetinden sonra 1997 yılında Malatya Hekimhan İlçe Müftülüğü’ne tayin edildi. Ankara’da oturmakta olan ailesini bu ilçeye taşıyamadığı için 16.07.1998 tarihinde kendi isteği ile emekli oldu.  
 

Evliliği ve Çocukları
 
 
Hafız Osman Kaya eşi Güldan Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Mustafa, Fuat, Faruk isimli oğulları ve Betül isimli kızları dünyaya geldi. Betül ev hanımı, Mustafa Yenimahalle Belediyesi’nde memur, Fuat Gazi Üniversitesi’nde elektrik teknisyeni, Faruk ise Kültr Bakanlığı’nda uzman olarak görev yapmaktadırlar.   
 

Genel Bir Değerlendirme
 

Hafız Osman Kaya’nın eğitim hayatı son derece ağır şartlar altında ve1955-1988 yıllarını kapsayacak şekilde, uzunca bir süre (30 yılı aşkın) devam etmiştir. Bu yönü ile takdir edilecek bir başarı örneğidir.

Osman Kaya, mesleki hizmetlerdeki başarısı ile de öne çıkmaktadır. Etkili, yüksek perdeli bir sesi ve Kur’an-ı Kerim okuyuşu vardır. Bu özelliği ile müezzinlik ve imam-hatiplik yaptığı camilerde cemaatine kendisini sevdirmiştir.

Dini hizmet mesleğinde sadece müezzinlik ve imam-hatiplik hizmeti ile yetinmemiştir. Medrese eğitimi tarzında aldığı eğitiminden dini yükseköğrenime, vaizlik-müftülük ihtisas kurslarına kadar uzanan bir eğitim sürecinde edindiği bilgiler ve cemaatini dini konularda aydınlatma yeteneği ile de öne çıkmıştır. T

anıyanları, hemşehrileri ve meslektaşları arasında sevgi ve saygıya dayanan bir yeri vardır. Emekli olduktan sonra da dini hizmet mesleğine olan katkılarını çeşitli fırsatlardan yararlanarak sürdürmektedir.

Yüce Allah kendisine sağlıklı, uzun ömürler versin.


 


Kaynak:ESYAV
Hafız Osman KAYA'ya ait bilgiler  29.08.2013 tarihinde güncellenmiştir.




1 Yorum - Yorum Yaz

 

 HAFIZ HÜSEYİN AKGÜL

 

GÖREVİNİ KUR’AN ÖĞRETİMİ İLE DE TAÇLANDIRAN BİR MÜFTÜ HAFIZ HÜSEYİN AKGÜL

Doğumu ve Eğitimi  

Hafız Hüseyin Akgül, 1939 yılında Kızılcahamam İlçesinin Berçin Yayalar Köyünün Korkmazlar Mahallesinde doğdu. Babası İdris, Annesi Zeynep Hanımdır. Hüseyin Akgül, köyünün geçim şartlarını ve aile yapısını şöyle anlatıyor:

 

 - Babamın babasına “Müezzin Hüseyin Efendiderlermiş. Bana dedemin adını vermişler. Dedem köyünde imamlık yaparmış. Gençliğinde İstanbul’a gitmiş ve dini eğitimini İstanbul’da almış. Babam 97 yaşında olgun bir insandır. Korkmazlar Kızılcahamam ilçesinin en yoksul köylerindendir. Ekim-dikim için uygun toprak yoktur, orman köyüdür. Köy halkı geçimini orman ürünleri satımı, daha çok büyük ve küçükbaş hayvancılıkla sağlar. Bu nedenle1945 yılından itibaren yöre köylerinden Ankara’ya göç başlamıştır. Öyle sanıyorum ki, çevre köylerden Ankara’ya göç eden ilk ailelerden bir ailede bizim ailemizdir. Ankara’ya çok erken dönemde göç eden, Vehbi Koç ile arkadaşlık yaptığı bilinen, zamanında Ankara’nın sayılı zenginlerinden “ÇITAK MUSTAFA” ismi ile ünlü Mustafa Önen, babamın dayısı olur. Dayım Mustafa Önen, babamı Ankara’ya götürmüş, iyi insanlarla tanışmasına, büyük şehir kültürü almasına yardımcı olmuş ve Onu şehir yaşamına hazırlamış. Babam Ankara’da dayımın yanında 5 yıl kalmış. Babamın öz dayısı Çıtak Mustafa, “YABANÂBAD” yöresinden Ankara’ya gelen, bilgisi ve yetenekleri ile başarılı olmuş bir iş adamı idi. Ben kendisini tanıdım. Hayırsever bir kişi idi. Bahçelievler Camiine maddi yardımları olurdu. Kızılcahamam’daki Aşağı Merkez Camii ilk inşaatını da yaptırmıştı. Ankara Kur’an Kursu Öğrencilerini Koruma Derneğine de Dikmen Caddesi üzerindeki çok değerli bir arsasını Kur’an Kursu yapılmak üzere bağışlamıştı. Fakat orada bir Kur’an Kursu inşa edilemedi. Arsa dernek tarafından satıldı. Babam köye dönünce, köydeki geçim zorluklarını, arazi yokluğu nedeniyle köy halkı ile arasındaki geçimsizlikleri göz önünde bulundurarak Ankara’ya göç ediyor. Genelde Kızılcahamam ve Çamlıdere yöresinden Ankara’ya göç edenlerin yerleştiği Kazıkiçi Bostanlarına yerleşiyor. İlk zamanlarda bahçelerde işçi olarak çalışıyor. Zamanla Soğukkuyu’da kereste ticaretine başlıyor.

Hafız Hüseyin Akgül ilk dini eğitimini almaya başladığı günleri de şöyle anlatıyor:

- Biz üç erkek kardeştik. İbrahim ağabeyim genç yaşta vefat etti. Babamın ideali ağabeyimizi okutmaktı. Bize iş yaptırmazdı; “Ben işleri yürütürüm, siz okuyacaksınız” derdi. Babam önce İbrahim ağabeyime dini eğitim verdirmek istedi, fakat olmadı. Benim büyüğüm Mustafa ağabeyimi de okutmayı denedi. O da bir süre devam etti, ama o da okumadı. En son beni denedi. Bende başarılı oldu. Ben ilk önce Kur’an’ı Kerim okumayı Rıza Çöllüoğlu Hocamda öğrendim. O benim sadece Kur’an’ı Kerim hocam değil, hayatım boyunca dini-mesleki hayatımda kendisinden sürekli bir şekilde yararlandığım hocamdır. Her insanın pek çok hocası olur, ama asıl bir tek hocası olur. İşte Rıza Çöllüoğlu, benim asıl hocamdır.

Hafız Hüseyin Akgül’ün hafızlık hocası Hafız Ahmet Köksal’dır. HüseyinAkgül, Ahmet Köksal Hoca’da hafızlık çalışmalarını yaparken karşılaştığı olayları da şöyle anlatıyor:

- Hafızlık hocam Hafız Ahmet Köksal, Hafız Hasan Akkuş’un yetiştirdiği iyi öğrencilerinden ve en ünlü Kur’an okuyucularından biri idi. Önce İbadullah Camii’nde, daha sonra Kubbeli Mescit’de Onda hafızlığımı bitirdim. Usulüne uygun Kur’an’ı Kerim’i okuma dersleri aldım. O iyi bir öğretici idi. Herkes ilim sahibi olur, pek çok şey bilir, ama öğretme işi farklı özellik ister. Yüce Allah geniş rahmeti ile Ona rahmet eylesin, Ahmet Köksal Hocam bizi iyi eğitti. Hafız Ahmet Köksal’da hafızlık çalışması yaptığımız günlerde başımızdan geçen bir olayı da anlatayım; biz öğrenciler o zamanlar yoksul aile çocuklarıyız. Köyden gelmiş, başı önüne eğik köy çocuklarıyız, heyecanla Kur’an okumayı sürdürüyoruz. 1950 yılında Demokrat Parti iktidar olduama, iktidar olmakla bir şeyler hemen değişmiyor. 3-5 sene geçecek, bazışeyler oturacak. Cumhuriyet Halk Partisi yönetimleri tek parti yönetimi dönemindeki olumsuz uygulamalar, özellikle bürokrasi kanadındaki anlayışlar devam ediyordu. Bir gün okuduğumuz mescidi bastılar. Geçen yıllarda yanan Modern Çarşının bulunduğu yerde “Devrim İlkokulu” vardı.Bizi oraya götürdüler ve orada alıkoydular. 6-7 öğrenciydik, özellikle yaşı küçük olanları, benimle 12-13 yaşlarında olan öğrencileri uzun süre Devrim İlkokulunda alıkoydular. Devreye İsmetpaşa Mahallesi Muhtarı İbrahim Yel ve daha başka güçlü kişiler girdi, bizi oradan çıkardılar. Bize dediler ki; “Bundan sonra sizin Ahmet Köksal Hoca’da okumanız sakıncalı, bunun ileriside yok. Size hoca temin edelim, ders versin, dışarıdan ilkokul bitirme sınavlarına girin” Biz de onların dediklerini yaptık.

Hafız Hüseyin Akgül, ilk üç sınıfını dışarıdan imtihana girerek, 4. ve 5. sınıflarını Bozkurt İlkokulunda okuyarak ilkokulu bitirdi. İlkokul eğitimi sırasında Kur’an eğitimini de sürdürdü. Bu eğitimini başarı ile tamamladı, hafızlığını bitirdi. Diğer mezun arkadaşları ile birlikte Ankara Zincirli Camii’nde kalabalık bir cemaatin katılımı ile hafızlık merasimleri yapıldı.1954-1955 yılı öğretim yılında Ankara İmam-Hatip Okulu öğrencisi oldu.1961 yılında Ankara İmam-Hatip Okulu’nun ikinci devresinden mezun oldu.1962 yılında İstanbul Yüksel İslam Enstitüsüne kayıt yaptırdı. 1966 yılında bu enstitüden de diploma aldı.Hüseyin Akgül, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünde öğrenci iken sadece resmi eğitimle yetinmedi. İstanbul’da özel olarak dini ilimler okutan hocalardan Arapça, tefsir ve hadis dersleri aldı.1969 yılında bilgi ve görgüsünü artırmak üzere Irak’a gitti. Bağdat’da biryıl süre ile Bağdat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yabancılar Bölümünde dini mesleki bilgiler yüksek ihtisası eğitimi aldı. Türkiye’ye döndükten sonra da özeldini eğitimine ara vermedi. İsmail Turan Hoca’dan tefsir ve hadis dersleri almaya devam etti. Zaman zaman ilk hocası Rıza Çöllüoğlu ve benzeri meslektaşlarıi le özel olarak bir araya gelmek suretiyle yapılan dini konulu tartışmalara katıldı. Böylece dini bilimlerdeki ihtisasını zenginleştirdi.

Görevleri ve Kur’an’ı Kerim Eğitimine Katkıları

Hafız Hüseyin Akgül, 10.11.1958 tarihinde Ankara Müftülüğü’nce açılan imtihanı kazandı ve ilk dini hizmet mesleğine Ankara Arslanhane Camii Müezzini olarak başladı. Yüksek İslam Enstitüsüne öğrenci olunca müezzinlik göreviniİ stanbul Neşetağa Camii’ne naklettirdi. Daha sonra Beşiktaş Kuruçeşme Testereci Osman Camii imam-hatipliğine nakledildi. Yüksek İslam Enstitüsü öğrencisi olduğu sürece bu görevini sürdürdü. 1966 yılında Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdikten sonra Ankara’da görev istedi. Ankara Müftü Yardımcılığı’na atandı. Bu görevde iken vatani görevini yapmak üzere Ankara Müftü Yardımcılığı görevinden ayrıldı. 1967-1969 yıllarında yedek subay olarak vatani görevini tamamladı. Vatani görevini bitirdikten ve ihtisas eğitimi için gittiği Bağdat’dan döndükten sonra 30.09.1970 tarihinde Yenimahalle Müftülüğü’ne atandı. Bu görevi 17.10.1994 tarihine kadar aralıksız 24 yıl sürdü. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ilgili yönetmeliği gereğince rotasyona tabi tutuldu ve 17.10.1994 tarihinde Ankara Mamak Müftülüğü’ne nakledildi. Bu görevde 2002 yılına kadar 8 sene çalıştı.29.11.2002 tarihinde Gümüşhane İl Müftülüğü’ne atandı. Kendi ifadesi ile dini hizmetler yönünden çok yetersiz kalmış olan bu ilde gece-gündüz demeden çalıştı. Altı adet Kur’an Kursu’nu hizmete koydu. Türkiye Diyanet Vakfı Gümüşhane Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı sıfatı ile bu Vakfın çalışmalarına da hız kazandırdı.13 daireli bir binayı adı geçen Vakfa kazandırdı. Gümüşhane Müftülüğü’nde görev yaparken devlet memurları için 63 yaş sınırı getirilmesi üzerine 24.09.2003tarihinde emekli oldu. Hafız Hüseyin Akgül, resmi görevleri sırasında bu görevini yapmakla yetinmedi. Özellikle uzun yıllar süren Yenimahalle ve Mamak Müftülüklerinde imam-hatip okullarında, ilahiyat fakültesinde okuyan ve ses durumu bakımından güzel Kur’an’ı Kerim okumaya yetenekli öğrencilere görev yaptığı müftülüklerin kapısını açtı. Onlara müftülüklerde Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun okuma dersleri verdi, tecvit dersleri okuttu. Eda ve sada eğitimi yaptırdı. Bunların dışında Kur’an Kurslarında okuyan yetenekli öğrenciler de Hüseyin Akgül’ün öğrencileri arasında yer alıyordu. Aynı eğitimi onlara da verdi. Bu çalışmalarını kendisi şöyle anlatıyor:

- Benim okuttuğum öğrenciler girdikleri sınavlarda başarılı oluyorlardı. Bu durum, Türkiye genelinde bir ilgiye neden oldu. Eğitim verdiğim yüzlerce genç Diyanet İşleri Başkanlığı’nca açılan sınavlarda başarılı olarak hafızlık diploması aldılar, Kur’an Kursu öğreticisi oldular. Cami görevlisi olarak imam-hatip, müezzinlik gibi görevlere atandılar. Bazıları da eğitim gördükleri imam-hatip okullarında başarılı oldular, ilahiyat fakültelerine girdiler ve ilahiyat fakültelerinde önemli görevlere yükseldiler.

Hafız Hüseyin Akgül, emekli olduktan sonra da dini-mesleki hizmetlerini sürdürüyor. Hüseyin Akgül emeklilik sonrası dini-mesleki hizmetlerini de şöyle özetliyor:

- Evimin altında bir mescit var. 15-20 kişilik cemaatımız oluyor. Orada sabah, akşam ve yatsı namazlarını kıldırıyorum. Cemaatimizden isteyenlere Kur’an’ı Kerim’i yüzünden okumayı öğretiyorum. Ben bulunmadığım vakitlerde cemaat arasından yetiştirdiğim ehliyetli kişiler vakit namazlarını kıldırıyorlar. Benim imam-hatiplik görevini yaptığım vakitlerde zaman zaman okuduğum ayeti kerimelerin açıklamalarını yaparım, kendi aramızda bilgileniyoruz. İşte biraz dünya, biraz ahret işleri böyle devam edip gidiyor. Bu uğraşılarımın dışında en önemli işim, 97 yaşındaki babama hizmettir. Onun kişisel ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlıyorum.

Hafız Hüseyin Akgül, sesli yayın hayatında da aktif görevler üstleniyor. Butür çalışmalarını da kendisi şöyle anlatıyor:

- Beş yıla yakın zamandır Radyo Arifan’da programlar yapıyorum. Şimdide Hedef Radyo’da dini konularla ilgili sohbetlerim yayımlanıyor. 2004 yılından bu güne kadar Çarşamba günleri 10.30-12.00 saatleri arasında konuşuyorum. İzleyiciler dini konularda sorular soruyor, ben de o soruları cevaplandırıyorum. Ara sıra Dost FM’de de konuşuyorum. Radyo kanallarının çok sayıda izleyicileri var. Camilerde bu sayılara ulaşmak mümkün olmuyor. İnsanlar, özellikle kadınlar kendi evlerinde radyolarını açıp, yapılan konuşmaları dinliyorlar, sorular soruyorlar.

Basılmış ve Basılmamış Kitapları

Hafız Hüseyin Akgül’ün yayımlanmış yazılı eserleri de bulunuyor.

• İlk yayımlanmış kitabı “Kur’an Dili” isimli, Kur’an kursu öğrencileri için yazıp, yayımladığı Kur’an’ı Kerim’i okuma alfabesidir.

• İkinci kitabı “Huzur İslamdadır” isimli kitabıdır.

• Üçüncü kitabı “Temel Dini Bilgiler” isimli ilmihal türü bir kitaptır.

• Yayınlanmış dördüncü kitabı 571 dini soruya cevap niteliğindeki “Günümüz Meseleleri İle İlgili Fetvalar” kitabıdır.

• Beşinci kitabı çocuklara yönelik, resimli “Ailede Dini Sohbetler, Çocuklarıma Dinimi Öğretiyorum” isimli kitaptır.

• Altıncı kitap “Sureler-Dualar”,“Hac ve Umre” konusunda yayınlanmış bir kitaptır.

• Yedinci kitabı “İşte Dünya, İşte Ahiret” isimli kitaptır. Bu kitapta da ölüm, ölüm ve sonrası ile ilgili konular ele alınmıştır.

• Sekizinci kitabı “Peygamber Sevgisi, Kırk Hadis-i Şerif” isimli kitaptır. Bu kitapta da Hz. Peygamber’den öğütler yer almaktadır.

Bunların dışında hazırlanmış fakat basılmamış 3 kitabı daha bulunmaktadır. Bu kitaplar:

• “İslam’da Aile

• “Özel Kadın İlmihali

• “İslam’da İşçi ve İşveren Münasebetleri

 

Evliliği ve Çocukları

Hafız Hüseyin Akgül’ün eşi Zehra Hanımdır. Zeynep Beyza, Sümeyye Şule, Esra Merve, Halenur, Reyyan ve Feyza isimli kızları vardır. Bir oğlu İdris Akgül1976 yılında acıklı bir kaza sonucunda Yüce Allah’ın rahmetine kavuştu. Kızlarının tamamı yüksek öğrenim gördüler, çeşitli iş ve mesleklerde çalışıyorlar.

Genel Bir Değerlendirme

Hafız Hüseyin Akgül, çok etkili sesi ile okuduğu Kur’an’ı Kerim’le dikkatleri çeken bir dini hizmet elemanıdır. Çocukluk günlerinden itibaren bu özelliği ile Ankara halkı, Kızılcahamam ve Çamlıdere’li hemşehrileri arasında tanınmış ve sevilmiştir. İkinci önemli özelliği ise uzun yıllar Kur’an’ı Kerim eğitimine verdiği destektir. Kur’an’ı Kerim okumadaki başarısını eğitim hayatına da yansıtmayı başarmıştır. Yenimahalle ve Mamak Müftülüğü dönemlerinde bu tür eğitim ve öğretim çalışmalarını, karşılıksız bir dini hizmet olarak aralıksız sürdürmesi övünülmesi gereken bir hizmet olmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki hizmetlerini il müftülüğü düzeyinde tamamlamış olmasını önemli başarıları arasında saymak mümkündür.

 

Emekli olduktan sonra da dini hizmet mesleğinden kopmamış olmasını, sınırlı bir cemaate de olsa imam-hatiplik hizmeti vermeyi sürdürmesini, çeşitli özel radyolarda dini programlara katılmasını da dini-mesleki hizmet ve faaliyetlerinin hanesine olumlu bir not olarak eklemek gerekiyor. Dini hizmet mesleğinde görev alanların sözlü irşadda genelde başarılı oldukları hatta diğer meslekler mensuplarına göre olağanüstü başarılı oldukları bilinmektedir.Fakat yazma konusundaki başarıları, konuşmadaki başarıları ile ölçülemeyecek düzeydedir. Hüseyin Akgül’ün yazma konusunda da başarı sağladığı gözlemlenmektedir. Halkın, Kur’an kurslarının, imam-hatip okullarının ve genel öğretim kurumlarında okuyan öğrencilerin dini gereksinimlerine cevap verecek nitelikte kitaplar hazırlayarak bastırması ve dağıtması da bir başka başarı örneğidir.

Kendisine sağlık ve mutluluk dolu uzun ömür diliyoruz.


Kaynak:ESYAV

 




2 Yorum - Yorum Yaz

 

 

HAFIZ MUSTAFA SABRİ MÜLKOĞLU 


Doğumu ve Eğitimi 

Hafız Mustafa Sabri Mülkoğlu, 1935 yılında Kızılcahamamİlçesinin Korkmazlar Köyünde ((yakın köy Yayalar’ınmahallesi) dünyaya geldi. Babası Rasim Efendi,annesi Ayşe Hanımdır. Annesi Ayşe Hanım, Mustafa SabriMülkoğlu iki yaşında iken vefat etmiştir. Babası da yenibir evlilik yaptığı için Mustafa Sabri’nin korunması, bakımıve eğitimi dedesi Musa Çavuş tarafından yerine getirilmiştir.Hafız Mustafa Sabri Mülkoğlu, dedesi hakkında şu bilgileri veriyor;- Dedem Musa Çavuş, köyün ileri gelenlerindendi, yıllarca köyde muhtarlıkyapmış. Bizim Korkmazlar’ın bağlı olduğu Yayalar’da “Hatip Hocabizim köyde dedem seçimlerde köy muhtarlığını birbirine devrederlermiş.Böylece ikisi yıllarca köyün muhtarlığını yapmışlar. Köyde herhangi birolay olunca mahkemeye gidilmezdi. Dedem Musa Çavuş ile Hatip Hocabir araya gelir, o olayla ilgili karar verirler, verdikleri karar yerine getirilirmiş.Sanki mahkeme kararı gibi kabul görür, karara itiraz eden olmazmış.Hafız Mustafa Mülkoğlu, dini-mesleki hizmete hazırlıkla ilgili ilk Kur’an’ıKerim eğitimini de şöyle anlatıyor;- Eskiden köylerde bir çocuğun Kur’an’ı Kerim ile ilk tanışması köy mekteplerindeolurdu. Bu eğitim köy odasının bir yerinde veya okulun içindeolurdu. Kış aylarında köy halkı bir hoca tutardı, O hoca bu eğitimi yürütürdü.Yaz aylarında köy halkı çiftinde, çubuğunda köy işleri ile meşgulolurdu. Benim Kur’an’ı Kerim ile ilk tanışmam Korkmazlar’daki mektepteoldu. Allah rahmet eylesin, benim ilk hocam Berçinyayalarlı MehmetHoca idi. Onda Kur’an’ı Kerim’i hatmettim. Daha sonra da Mehmet Hoca’nınoğlu Ramazan Karataş hafız oldu ve imamlık yapardı. Benim içinköy hayatı, yaz aylarında köy işleri ile meşgul olmak, çift sürmek, davargütmek, sığır gütmek gibi işlerdi. Kış aylarında da köyümüzün okulundaKur’an’ı Kerim okumaktı.Ben ilkokula gitmedim, imam-hatip okuluna gitmek için ilkokul diplomasıgerekiyordu ve Kızılcahamam Kazım Karabekir İlkokulundan 1952 yılındadışarıdan imtihanlarla ilkokul diploması aldım ve daha sonra 1953-1954öğretim yılında imam-hatip okuluna giriş yaptırdım.135Hafız Mustafa Mülkoğlu, hafızlık çalışmalarına Rıza Çöllüoğlu’nda başladı.Rıza Hoca, köy imam-hatipliğini bırakarak dini eğitimini ilerletmek için İstanbul’agidince, 1944 yılında Çamlıdere’ye gitti, hafızlık çalışmalarını Çamlıdere’deZiya Tığlıoğlu hocada bitirdi.Mustafa Mülkoğlu Çamlıdere’de Ziya Tığlıoğlu’nda hafızlık çalışmalarıyaptığı yılları, daha sonra Ankara’ya gidişini, Hacıbayram Camii imam-hatibiMustafa Hoca’dan, ilk hafızlık hocası Rıza Çöllüoğlu’ndan aldığı dini-meslekihizmetle ilgili özel dersleri ve Ankara Merkez İmam-Hatip Okulu’na girişini deşöyle anlatıyor:- 1947 yılına girmeden hafızlığı tamamladım, bazen iki sayfa alırdım, üçsayfa aldığım da olurdu. Sanırım 1,5-2 yılda hafızlığımı bitirdim. HafızlığıÇamlıdere’lilerin büyük desteği ile bitirdim. Çamlıdere’lilerin 7’den 70’ehepsi beni tanırdı. Ben 9 yaşında Kur’an öğrenmeye gitmiştim, herhaldeküçük olduğum için de beni severlerdi.Ben hafızlığımı bitirerek köye döndükten sonra dedem bana Arapça okutmakiçin Ankara’da Hacıbayram Camii imamı Hacı Mustafa Efendi ile görüşmüşve bana ders vermesi için söz almış. Ankara’ya 1948-1949 yıllarındageldim, Hacı Mustafa Efendi’de Arapça eğitimi aldım. Dursun Demirve Çeltikçi’li İbrahim Yüce ile beraber Emsile, Bina, Maksut, Avamil,İzzi, Kafiye, Izhar (Arapçanın dil bilgisi ile ilgili kurallarını öğreten ‘dilbilgisi’ kitapları) derslerini aldık. Ben iki, üç yıl Ankara’da Hacı MustafaEfendi’de ders aldım. Bu yıllarda benim ablamlar Ankara’ya göç etmişlerdi,onlarda kalıyordum.Ben Ankara’dayken Rıza Çöllüoğlu Hoca Ankara’ya geldi ve Rıza Hocada Arapçamı pekiştirdim. Bir ara Hacı Mustafa Efendi ve Rıza ÇöllüoğluHoca Efendi arasında benden kaynaklandığını düşündüğüm bir soğuklukolmuştu. Rıza Hoca Efendi imam-hatip okulu açıldığı zaman benim imamhatipokuluna gitmem konusunda bana tavsiyede bulundu ve bu nedenleHoca Efendiler arasında benim sebep olduğum karşılıklı bir gönül koymaolayı meydana geldi. Hacı Mustafa Efendi benim yanından ayrılmamı istemiyordu.İmam-hatip okuluna girdiğim için Hacı Mustafa Efendi’nin yanındanayrılmam gerekti. Bu nedenle Hacı Mustafa Efendi, Rıza ÇöllüoğluHoca Efendi’ye gücenmiştir.Hafız Mustafa Mülkoğlu, 1953-1954 eğitim-öğretim yılında Ankara Merkezİmam-Hatip Okulu öğrencisi oldu. 1960-1961 eğitim-öğretim yılında Ankaraİmam-Hatip Okulu’nun lise kısmından mezun oldu. 1963-1964 eğitim-öğretimyılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü’ne öğrenci kaydını yaptırdı. Bu enstitüdende 1966-1967 eğitim-öğretim yılı sonunda “Bitirme Belgesi” aldı. 


Görevleri 


Hafız Mustafa Mülkoğlu, dini hizmet mesleğine ilk olarak Ankara İmam-Hatip Okulu’nda öğrenci iken Ankara Merkez Genegi Mescidi’nde özel müezzinolarak başladı. Mustafa Mülkoğlu bu camide sabah ve yatsı namazlarını kıldırıyor,caminin hasta ve yaşlı olan imam-hatibi kendisine bu hizmeti karşılığında bir miktarücret veriyordu. Bu görevi bir yıl kadar sürdü. Daha sonra benzer bir görevleHamidiye Camii’nde görev yapmaya başladı. Bu görevi de altı ay kadar sürdü.1961 yılında imam-hatip okulu ikinci devresini bitirdikten sonra AnkaraMerkez İlçe İskitler Camii imam-hatipliğine atandı. 1964 yılında Konya ArapoğluCamii imam-hatipliğine naklen tayin edildi. 1966 yılında Konya KarayollarıCamii imam-hatibi oldu.Hafız Mustafa Sabri Mülkoğlu, 1967 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nübitirdikten sonra dini hizmet mesleğine Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlıokullarda devam etti.1967 yılında Kayseri Develi İlçesi İmam-Hatip Okulu meslek dersleri öğretmenliğineatandı. 1969 yılında vatani görevini yapmak için bu görevinden ayrıldı.1969-1970 yıllarında vatani görevini tamamladı. 1970 yılında ZonguldakDevrek Jandarma Birliğine bağlı Kozlu Piyade Bölüğünden piyade asteğmen olarakterhis oldu.1970 yılında Ankara Çankaya İlçesi Kurtuluş Ortaokulu’nda din bilgisi öğretmenliğineatandı. 1970-1977 yılları arasında bu okulda din bilgisi öğretmenliğive müdür yardımcılığı görevi yaptı. 1977 yılında Ankara Merkez İmam-HatipOkulu meslek dersleri öğretmeni olarak atandı. Develi İlçesi ve Ankara Merkezİmam Hatip Liselerinde genelde Kur’an’ı Kerim dersleri okuttu. Buna ek olarakzaman zaman Arapça ve akait dersleri verdi. Bu okulda meslek dersleri öğretmenliğineek olarak 1978-1979 eğitim-öğretim yılında müdür yardımcılığı görevinide üstlendi.1994 yılında kendi isteği ile emekli oldu. 


Evliliği ve Çocukları


Hafız Mustafa Sabri Mülkoğlu, 1960 yılında ev hanımı ªükran Hanımla evlendi.Bu evlilikten İlhan ve İrfan isimli oğulları ile Nurşen isimli kızı dünyayageldi. Kendisi, eşi ve çocukları halen hayattadır. Yüce Allah kendilerine sağlıklıuzun ömür versin. 


Genel Bir Değerlendirme 


Hafız Mustafa Sabri Mülkoğlu sakin, ciddi ve alçak gönüllü kişiliği, etkileyicisesi ve usulüne uygun olarak Kur’an’ı Kerim okumadaki üstün becerisi iledikkatleri çekmektedir. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda özverilive başarılı görevler yapmıştır.

 



 

 

HAFIZ İSMAİL HAKKI KILINÇ 

Doğumu ve Eğitimi 

Hafız İsmail Hakkı Kılınç, 1902 yılında Kızılcahamam İlçesi’nin Yukarı KeseKöyü’nde doğdu. Babası Hüseyin, annesi Ayşe Hanım’dır. Önce babasının sıkıdisiplini altında hafız oldu. Daha sonra köyünde “Odabaşı Halil” ismi ile bilinenhoca efendinin medresesinde Arapça öğrenmeye başladı. Hocası Halil Efendi’nin vefatı üzerine Arapça ve dini ilimler öğrenimine devam edemedi.

Görevleri ve Kur’an Öğrenimine Hizmeti

Hafız İsmail Hakkı Kılınç, kendi köyünde ve çevre köylerde uzun yıllarimam-hatiplik yaptı. Köy imamlığı yaptığı yıllarda köy çocuklarını hafız yapmak,onları dini hizmet mesleğine hazırlamak için büyük çaba harcamıştır. Yetiştirdiği öğrencileri arasında oğlu Hüseyin Kılınç, İbrahim Alver, Rafet Çakır, Şakir Kazan, Hüseyin Ceylan, Osman Sarı ve Hafız Nadir bilinen öğrencileridir. Bu hafızlar   daha sonraki yıllarda Ankara’nın çeşitli camilerinde önemli görevler yapmışlardır.

Hafız Ali Osman Atakul anlatıyor:

- Oğlu Hafız Hüseyin Kılınç iyi bir hafızdır. Demirlibahçe Camii müezziniidi. Emekli olduktan sonra vefat etti. Hafız İsmail Hakkı Kılınç, çok sert biradamdı, eğer ben onda okusaydım hafız olamazdım sanırım. Fakat o yöredeçok sayıda hafız yetiştirdi.

Hafız İsmail Hakkı Kılınç, öğrencilerinden yetenekli gördüklerini İstanbul’a, Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na göndermiştir. Onun önünde diz çöküp,Kur’an okumayı öğrenen çoğu hafız olan öğrencilerin sayısı ismi zikredilenlerdenibaret değildir. Onun kendi köyünden ve çevre köylerden hafız yaptığı öğrencilerinsayısı 50-60 kadardır. Öğrencilerini çok sever, onların derslerini dinlemektenbüyük zevk alırdı. Ancak çok sert yapılı ve disiplinli bir öğretici idi.

Ölümü ve Defni

Hafız İsmail Hakkı Kılınç, ölüm kendisine geldiği günlere kadar öğrenci okutmayı sürdürmüş, bu eğitime bir gün dahi ara vermemiştir.

Ölümünden birgün önce talebelerine “yarın derse gelmeyin, hastayım, sizi okutamayacağım”dedi ve onları evlerine gönderdi.

Ertesi gün (11 Mayıs 1975 Pazar günü) ikindi namazı için abdest almaya hazırlandı. Abdestini aldı, ikindi namazını kılamadı.Yatağına girdi, Kur’an okuyarak ruhunu Yüce Allah’a teslim etti.

 Cenazesi çevre köylerden gelen kalabalık cemaatin katılımı ile köy mezarlığına defnedildi.Ruhu Kur’an aydınlığı ile nurlansın. 

 




2 Yorum - Yorum Yaz

BİR KÖY KUR’AN ÖĞRETİCİSİ

ALPAGUT’LU HAFIZ MEHMET YILMAZ

 

Doğumu, Eğitimi, Evliliği ve Çocukları

Çevrede “Alpagut’lu Büyük Hafız” ismi ile tanınan Hafız Mehmet Yılmaz, 1886 yılında Kızılcahamam’ın Alpagut Köyünde doğdu. Babası köyün ileri gelen zengin ağalarından Ömer Ağa, annesi aynı köy halkından Havva Hanımdır. Mehmet Yılmaz, bir ağa çocuğu olarak doğdu, babasının vefatından sonra, ölümüne kadar “HAFIZAĞA” diye tanındı. Mehmet Yılmaz, hıfzını köyünde tamamladı. Ankara’da çeşitli Kur’an üstadlarından Kur’an talimi ve tecvit dersleri aldı. Bir süre İstanbul’da okuduğu söylenir.

Hafız Mehmet Yılmaz, önce Akgül Hanım ile evlendi. Ondan Ziya, Emin, Hacı Ömer, Ünzüle ve Akgül isimli çocukları dünyaya geldi. Eşi Akgül Hanım’ın, kızı Akgül’ün doğumu sırasında ölümünden sonra Kezban adındaki ikinci hanımı ile evlendi. Bu hanımdan Ali isimli oğlu dünyaya geldi. Eşi vefat ettiği için dul kalan Sabire Hanımı ikinci eş olarak aldı. Ondan da Hacı İbrahim isimli oğlu dünyaya geldi.

Hafız Mehmet Yılmaz kendi çocuklarını okutmak için büyük çaba harcadı ise de bunda başarılı olamadı. Özellikle küçük oğulları Ali ile Hacı İbrahim’i okutmak için çalıştı. Ancak her ikisini de mesleğine varis etmeyi başaramadı. Önce oğlu Ali’yi, köyün imamı “DEMİR HAFIZ” ismi ile tanınan Mustafa Çoban’da hafızlığa başlatır. Ali, hareketli bir genç, yaşı da ilerlemiş, babasını, hocasını dinlemez, hafızlığa çalışmayı bırakır. Küçük oğlu Hacı İbrahim’i Çeltikçi Beldesindeki ilkokula gönderir, fakat onda da başarılı olamaz. Bir süre zihinsel bir hastalık geçirdi. Fakat daha sonra kendiliğinden iyi oldu.

Geniş arazisini ve otlaktaki küçükbaş hayvan sürülerini yönetmek onu hayli yormuş ve yıpratmıştır. Oğullarını genç yaşlarında köyün başka zengin ailelerin kızları ile evlendirmiş, ancak onlardan sahip olduğu mal varlığının yönetiminde yeterli yararı sağlayamamıştır.

Çevre köylerden işlerinde ücreti ile çalıştırmak üzere anlaşma yaptığı kimselerden de verim alamamıştır. Uzun yıllar aile uğraşıları, mal-mülk yönetimi sıkıntıları ile uğraşan Hafız Mehmet Yılmaz, 1935’li yıllara geldiği zaman ellili yaşlar olgunluğuna kavuşmuştu. Kendi köyünden ve çevre köylerden gelen öğrencilerine, kendi evinin bir özel bölümünde hafızlık yaptırmaya başladı.

 

 

Öğrencileri, Öğretim Metodu ve Öğrencileri İle İlişkileri

Hafız Mehmet Yılmaz’ın ilk öğrencisi kendi köyünden Hafız İbrahim Özdoğan oldu. Ankara’da Sultan Alaaddin, İbadullah, Kocatepe ve Aydınlıkevler Camilerinde imam-hatiplik yapan İbrahim Özdoğan, sonraki talebelerine de kalfalık yaptı. Daha sonra yine kendi köyünden Kazım Yalçınkaya, çevre köylerden gelen Seyfettin Fidan, Abdullah İşler, Mustafa Ünal, Hasan Böke, Durmuş Abacı, İsmail Fidan vb. Hafız Mehmet Yılmaz’da hıfzını tamamlayanlar arasında yeraldılar. Hafızlığını tamamlattığı öğrencilerinin toplam sayısı yaklaşık 50 kadar olduğu sanılmaktadır.

Öğrencilerinin Alpagut Köyünde kalabilecekleri özel bir yer yoktu. Diğer köylerden gelen çocukların aileleri köy halkından biri ile olan yakınlığına dayanarak çocuklarını getirir, Alpagutdaki bir dostunun evine bırakırlardı. Bu çocukların tüm kişisel ihtiyaçları (yemek-barınma-temizlik) Alpagutlu aile tarafından herhangi bir maddi karşılık beklenmeksizin karşılanırdı. Bazen bir köy evinde bu yabancı çocuklardan 1, 2, 3 yabancı çocuğun aynı zamanda barındıkları görülürdü. Bu çocuklar günlük derslerini kaldıkları evin imkanları ölçüsünde çalışır ve hazırlarlar, Hafız Mehmet Yılmaz’a dinletirlerdi. Öğretim metodu, tek tek öğrencilerinin dersini dinleme şeklinde olurdu. Öğrencilerin ders çalışma ortamı son derece yetersizdi. Bazen tek odalı bir evde, evin erkeği, hanımı, çocukları, öğrenci çocuklar aynı odada yatıp-kalkar, yiyip-içerlerdi.

Abdullah İşler Hoca, Durmuş Abacı ile birlikte, Alpagut’lu Durmuş Özbek’in tek odalı evinde aynı koşullar altında hıfzını tamamladığını anlatıyor. Genelde kış şartlarında sürdürülen bu eğitimin hangi zorluklara karşı başarıldığını tahmin etmek güç değildir. Hafız Mehmet Yılmaz’ın öğrencilerine karşı tutumu oldukça serttir. Günlük dersini veremeyen öğrenci hocasının dayağına her zaman hazır olmalıdır. Dersini iyi hazırlamamış öğrenci kesinlikle bağışlanmaz. Ancak, Hocanın bu sert tutumu, öğrencilik yıllarında hoş karşılanmasa da ileriki yaşlarda Hafız Mehmet Yılmaz’a dua vesilesi sayılmıştır.

Rahmetli Kazım Yalçınkaya’nın hocası ile ilgili hatıraları bunu ortaya koymaktadır. Hafız Seyfettin Fidan’ın değerlendirmeleri de bu doğrultudadır. Hafızağa’nın öğrencileri, onun eğitiminden yaşamları süresince mutlu olmuşlardır. Sonraki yıllarda, o yıllara ait anılarını zevkle anlatırlar. Alpagut’lu Hafız Mehmet Yılmaz’da hıfza çalışan öğrencilerin, başta evinde kaldıkları aile büyükleri olmak üzere tüm köy halkı denetçileridir. Dersini savsaklayan ya da köyde olumsuz davranışları görülen öğrenciler, köy erkekleri tarafından da sık sık uyarılırlardı. Gerekirse bu tür davranışları olan öğrenciler Hocaları Mehmet Yılmaz’a bildirilir, şikayet edilirlerdi. Hafız Mehmet Yılmaz’ın öğrencilerinin hemen tamamı onda hıfzını tamamladıktan sonra daha yüksek eğitim için Ankara ve İstanbul’a gitmişlerdir. Hatta Abdullah İşler gibi eğitimini Mısır’da Ezher Üniversitesinde devam ettirenler dahi olmuştur. Bu öğrencilerden önemli bir kısmı daha sonra ülkemizde önemli dini hizmetler yapmışlardır.

Günümüzün bazı eğitimcileri çocuklara Kur’an’ı Kerim’i ezberletmenin, onların belleklerine ömürleri boyunca bir gereksiz yük yüklenmiş olacağını savunuyor, Kur’an’ı Kerim’i çocuklara ezberletmeyi eleştiriyorlar. Bu iddia tartışmaya açıktır, “İki kere iki dört eder” gibi matematiksel bir zorunluluk değildir, çünkü biz belleğimizin tamamını kullanamamaktayız. Büyük bir kısmı işlevsiz kalıyor. Çok çalışan, çok biriktiren zihinler daha canlı, daha derin, daha güçlü oluyor.

Hafız olanların bellekleri daha canlı kalıyor. Beyin hücreleri daha sağlıklı oluyor. Bu nedenle Kur’an öğretiminde Kur’an’ı Kerim’in tamamını ezberlemek, bir şiiri, bir yabancı dil metnini ezberlemek, bir eğitim kusuru olarak düşünülemez. Kaldı ki, hafızlık yapmak o kadar zor değildir. Yüce Allah’ın bir lütfu olarak Kur’an’ı Kerim’i ezberlemek, herhangi bir Arapça metni ezberlemek gibi değildir. Kur’an’ı Kerim hem kolay ezberlenir, hem de bellekte uzun süre kalır. Bu Kur’an’ı Kerim’e özel bir niteliktir.

Hafız Mehmet Yılmaz’ın Özellikleri

Hafız Mehmet Yılmaz, kırmızı çehreli, büyük burunlu, uzun ve beyaz sakallı, orta boylu ve güzel giyimli idi. Gerçek bir hoca, aynı zamanda gerçek bir ağa idi. Çok akıllı, çok tedbirliydi. Kendisini topluma kabul ettirirdi, toplum da onun dini otoritesini kabul ederdi. Bir dini merasime katıldığı zaman sarığı ve cübbesi ile görünürdü. Halkın içinde ayrıcalıklı bir konumu vardı. Onun bulunduğu dini toplantılarda, toplantıyı yönetme yetkisi daima Onun olurdu. Başka kimseler bilgisi ve sıfatı ne olursa olsun, bu tür dini toplantıları yönetme cesaretini kendisinde bulamazdı. Örneğin bir mevlit okunuyorsa, kimin ne okuyacağına, ne kadar okuyacağına o karar verirdi. Okuyuşunu beğendiği kimseleri uzun süre okutur, beğenmez ise okuyuşunu uygun şekilde kesiverirdi. Okuyucular da bu engellemeyi saygı ile karşılardı.

Hafız Mehmet Yılmaz’ın Kur’an öğretimine başladığı dönem, tek parti hükümetleri dönemi, şeflik yönetimi dönemi. Her türlü din eğitim ve öğretiminin yasaklandığı, jandarmanın, ilköğretim müfettişlerinin çok sıkı takibine uğradığı dönemdi. Bu dönemin sıkıntılarından Hafız Mehmet Yılmaz da kısmen payını almıştır. Ancak, Hafız Mehmet Yılmaz bu baskıları göğüsleyebilecek siyasi bir güce de sahipti. Başkent Ankara’da milletvekili düzeyinde dostları vardı. Başı sıkıştığında onların korumasından yararlanabilecek olanaklara her zaman sahipti. Şu olay onun siyasi gücünü göstermesi bakımından önemli bir tespittir:

Hafız Mehmet Yılmaz’ın oğlu Hacı İbrahim hastalanmıştı. Babası onu Ankara’ya tedavi için götürmüş, baba-oğul Numune Hastanesine varmışlar, tedavi için başvurmuşlardı. Hastanenin kayıt memuru çocuğun ismini sormuş. Babası “Hacı İbrahim” deyince, kayıt memuru “haydi defolun buradan, şimdi Hacı ismi mi kaldı?” diyerek baba-oğulu hastaneden kovmuştu.

Mehmet Yılmaz Hoca, hemen dostu bir Ankara milletvekiline ulaşmış, olayı anlatmış, milletvekilionları kovan memura telefon ederek, çocuğun tedavi için hastaneye alınmasını istemişti. Baba-oğul, Numune Hastanesinde yeniden aynı memurun önüne çıkmışlar. Memur yeniden çocuğun ismini sorunca, Mehmet Yılmaz Hoca, o memura hakaret edercesine çocuğun ismini yüksek sesle “Hacı İbrahim Yılmaz, Hacı İbrahim Yılmaz!” diyerek birkaç kez tekrar etmiştir. Tabii çocuk hastaneye yatırılmış ve tedavisi sağlanmıştır.

Görülüyor ki, Hafız Mehmet Yılmaz, şeflik döneminin sıkı koşulları altında dahi amacına ulaşabilecek mali ve siyasi güce sahip bir kimsedir. Bu nedenle onun yürüttüğü Kur’an öğretimi çalışmaları ciddi anlamda bir sıkıntıya uğratılamamıştır. Hafız Mehmet Yılmaz, öğrencilerinin velilerinden herhangi bir maddi karşılık almazdı. Geniş tarla, bağ ve bahçelerinin ekim-dikim işlerinde, çeltik kaldırımı, bağ bozumu, pekmez kaynatımı vb. işlerinde öğrenci velilerinin işgücü desteğini kabul ederdi. Ancak, öğrenci velileri için bu bir zorunluluk değildi.

Vefatı ve Defni

Hafız Mehmet Yılmaz’ın ölümü de -Allah’ın takdiri- bir tuhaf oldu. Köy komşusu birinin evine bayram ziyaretine gitmişti. Ziyaret sırasında köyün onun yaşındaki başka erkekleri de vardı. Ev sahipleri, kendi evleri ile evlerine üç-beş metre uzaklıktaki bir samanlık damı arasına ağaçlar uzatmışlar, üzerine tahtalar çakmışlar, döşekler- halılar atmışlar, oturacak bir yer oluşturmuşlardı. Mevsim yaz ayları idi. Oluşturulan oturma yerinin ufku açık, seyir olanağı geniş, hava esintisi çok güzeldi. Ev sahipleri konuklarını orada ağırlıyorlardı.

Oturulan yerin alt tarafı da biraz taşlık ve dört-beş metre yükseklikteydi. Gelen ziyaretçilerin sayısı bu yerin altındaki ağaçların çekemeyeceği kadar artınca, ağaçlardan biri kırılmış, orada oturanların tümü alttaki boşluğa düşmüşlerdi. Bu kaza sırasında Hafız Mehmet Yılmaz’ın bir bacağı kırılmıştı.

Önce çevre imkanları ile tedavisi sağlanmaya çalışıldı, sonuç alınamadı. Hastanın 80 km mesafedeki başkent Ankara ile Alpagut Köyü arasında hayvan sırtı dışında taşınması imkanı yoktu. Çok zor şartlar altında bir taksi köye getirilebildi. Hafız Mehmet Ankara Numune Hastanesi’ne götürüldü, fakat iyileşemedi. Numune Hastahanesi’nde vefat etti.

Bir ay kadar sonra gene zor şartlar altında cenazesi köyüne getirildi. Çevre köylerden toplanan halk ve öğrencilerinin büyük katılımı ile köy mezarlığına defni yapıldı.

 

Genel bir Değerlendirme

Hafız Mehmet Yılmaz, Kur’an öğretimine ileri yaşlarında (yaklaşık 50-53 yaşlarında) başladı. Eğitimi on yıl kadar sürdü. Bu kısa süre çok verimli ve hızlı geçti. Ansızın ölümü ile karşılaşılmasaydı, daha uzun yıllar yöredeki yüzlerce genci hafız yapabilirdi. Onda ve Alpagut Köyü ile çevresinde bu potansiyel vardı. Ne var ki, beklenmedik ölümü ile bu hızlı eğitim sona erdi.

Hafız Mehmet Yılmaz, aynı zamanda bir köy ağası idi. Bu nedenle dünya işleri, bağ-bahçe, tarla, küçük-büyük baş hayvan yetiştirme işlerinden de uzak kalamadı. Mal-mülk işleri ile ilgili uğraşıları onu uzun süre Kur’an eğitimi çalışmalarından alıkoydu. Kur’an eğitimi çalışmaları sırasında da bu ilişkilerini sürdürmek zorunda kaldı. Bu nedenle Kur’an eğitimi çalışmalarına dünya geçimi ile ilgili çabaları her zaman baskın geldi.

Hafız Mehmet Yılmaz, çok otoriter bir Kur’an öğretimi sürdürdü. Ancak öğrencileri onun bu otoriter tutumunu yadırgamadılar; daha sonraki yıllarda onu sevgi ve saygı ile andılar. Hocalarına her zaman Yüce Allah’ın rahmetini istediler.

Öğrencisi Hafız Abdullah İşler, hocası Hafız Mehmet Yılmaz’ı şöyle tanımlıyor:

- Allah kendisine geniş rahmetini esirgemesin, hocamız Hafız Mehmet Yılmaz, talebelerine karşı görkemli, disiplinli ve sert bir insandı. Dersini iyi yapmayan öğrencilerine tolerans göstermezdi. Onu köyün bir yerinde görsek korkudan kaçardık, yanına yaklaşamazdık. Bir anımı aktarayım: Alpagut Köyünde, nehir yatağında “Eylen” denilen geniş bir su birikimi vardı. Erkekler ve çocuklar orada yüzerlerdi. Ben de suya girmiştim. Mehmet Yılmaz hocam, suyun üst tarafındaki yüksekçe kayanın tepesine gelmiş, bizi gözetliyormuş. Bana yüksek sesle seslendi, onun sesini duyunca giysilerimi apar-topar nasıl aldıysam, oradan köyün bir tarafına kaçıp gizlendim. İstanbul’a gittikten sonra, köyüme geldiğim zaman Alpagut’a da giderdim. Her gelişimde, vakit namazlarında camide bulunmamı ve Kur’an okumamı isterdi. Hatta Kur’an okumam için beni sıkıştırırdı. Köyde işlerin yoğun olduğu zamanlarda Musa Ağabeyim Alpagut’a gelir, evinde kaldığım ailenin tarım işlerinde imece usulü yardım ederdi. Hocam Mehmet Yılmaz’ın bu tür işlerinde de çalışırdı. Bu nedenle ağabeyimi çok severdi.

 Alpagutlu Hafız Arif Mehmet Özdemir, kendi köyünde hafız Mehmet Yılmaz’ın öğrencilerine Alpagut Köyü halkının verdiği desteği şöyle anlatıyor:

- O zamanlarda, bizim köyde değişik bir hava vardı. Mesela çevre köyler halkından birisi bizim köyden herhangi birine “Benim oğlan hafızlığa çalışacak, ama kalacak yeri yok. Senin evinde kalabilir mi?” dese (ki bu isteğini hiç çekinmeden söyleyebilirdi). Söylenen kimse de herhangi bir bahane ileri sürmez. Şartsız, koşulsuz “tamam kalabilir” der, “getir çocuğunun yatağını, bizim evde kalsın” derdi. Bizim köyde, Kur’an öğretimi alan öğrencilere karşı köy halkının anlayışı böyleydi. Hemen hemen her evde bir, iki veya üç çocuk bulunurdu. Bu talebelerin yeme-içme harcamalarını, o evin sahibi karşılardı. Belki, öğrenci çocukların velilerinin biraz katkısı olurdu. Ama, talebelerin çamaşırları kaldığı aileler tarafından yıkanır, yatakları yapılır, yemekleri hazırlanırdı. 1940’lı yıllarda evlerde yataklar her gün serilir, sabah olunca da kaldırılırdı. Köyde ev halkı kendisi, çoluğu-çocuğu  ile işe, çalışmaya gider, hafızlığa çalışan talebelere hiçbir iş yaptırılmazdı. Talebe sadece dersiyle meşgul olurdu. O zamanlarda Alpagut Köyünün bambaşka bir havası vardı. Köy, panayır yeri gibi idi, bilgi şöleni havası hakimdi. Böyle bir durum civar köylerde yoktu. Kazanın her yerinden Alpagut köyüne öğrenciler geliyordu. Ben, bir ara Hafızağa’da (Hafız Mehmet Yılmaz’da) okuyanların listesini yaptım. Bu listede elliden fazla öğrenciyi tespit etmiştim. Tabii bunlar benim tespit edebildiklerim. Mutlaka tespit edemediklerim de vardır.




0 Yorum - Yorum Yaz

 

HAFIZ MEHMET ALTUNDAL

 

Doğumu ve Eğitimi 

Hafız Mehmet Altundal, 1884 yılında Kızılcahamam İlçesi’nin Yukarı Kiseköyünde doğdu.

Önce babasından Kur’an’ı Kerim okumayı öğrendi. Daha sonradayısı Hatiboğlu Durmuş Efendi’de hıfzını tamamladı.

Köyündeki medreseninmüderrisi Odabaşı Halil Efendi’de Arapça ve dini ilimler eğitimine başladı.

Medreseöğrencisi iken vatani görevini yapmak üzere eğitimine ara vermek zorundakaldı.

Vatani görevini yedek subay olarak yaptı. Subay olarak orduda kalması istendiise de bu isteği kabul etmedi, köyüne döndü.

Görevleri ve Kur’an Öğretimine Hizmetleri

Hafız Mehmet Altundal, kendi köyünde ve çevre köylerde yıllarca imamhatiplik yaptı.

Kendi köyünde 24 sene imam-hatiplik yaptı. Kendi köyü dışındai mam-hatiplik yaptığı köyler arasında Kavaközü, Belpınar, Eğilli, Alveren ve Başköy de bulunmaktadır.

Hafız Mehmet Altundal, imam-hatiplik yaptığı köylerde, köyün ve çevre köylerin çocuklarını hafız yapmak ve dini hizmet mesleğine hazırlamak için de büyük emek harcamıştır.

Kendi oğlu Süleyman Altundal, Ali Osman Atakul ve Ali Aras göze çarpan öğrencileri idi.

Kur’an’ı Kerim okutmanın yasak olduğu birdönemde onlarca hafız yetiştirmiştir.

Öğrencisi Ali Osman Atakul anlatıyor:

Hafız Mehmet Altundal, çok yumuşak huylu idi. Bana “amcasının şöyle okuyacaksın” diyerek, moral vererek, hıfzı bitirmemi sağladı. İstanbul’dan döndükten sonra, ben Ankara Kayaş’ta hafızlar yetiştirdim. Torunu Dursun Altundal’ı okuttum. Bunu yaparken öncelikle hocamın ruhunu yüceltmek istedim. 

Hafız Mehmet Altundal keskin bir zekaya sahipti. Çok kuvvetli bir hafızdı.“Yeryüzünde Kur’an kaybolsa, onu noksansız olarak yeniden yazarım”diyecek kadar Kur’an’ı Kerim ezberinde idi. O eski ve yeni yazıyı çok güzelokur ve yazardı. Hitabeti güzeldi. Görev yaptığı köylerde halkı dini konularda aydınlatırdı.

Ölümü ve Defni

Hafız Mehmet Altundal, 19.07.1946 tarihinde, 63 yaşında vefat etti.

Cenazesi çevre köylerden gelen kalabalık bir cemaatin katılımı ile köy mezarlığına defnedildi.

Yüce Allah kabrini Kur’an nuru ile aydınlatsın. 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

HAFIZ NECİP OKUR

 

Doğumu ve Eğitimi

Hafız Necip Okur, 1879 yılında Kızılcahamam İlçesi’nin Gürcü (şimdiki adı Beşkonak) köyünde doğdu.

Babası Hasan Efendi, annesi Fatma Hanım’dır. Babası Hasan Efendi, İstanbul’da din görevlisi olarak hizmet etmekte idi.

Bu nedenle,Necip Okur dokuz yaşında İstanbul’a gitti. Önce hıfzını tamamladı. Daha sonra dini ilimler eğitimine başladı. İstanbul’un önde gelen din bilginlerinden dini ilimler tahsil etti.

Büyük alim İskilip’li Atıf Hoca’nın öğrencileri arasında bulundu.  

Görevleri ve Kur’an Öğretimine Hizmetleri  

Hafız Necip Okur, öğrenimini tamamladıktan sonra Ayasofya Camii’nde imam-hatiplik görevine atandı.

Toplum meseleleri ile yakından ilgileniyordu. Zamanın siyasi ve toplumsal meselelerine duyarlı idi.

İkinci meşrutiyetin ilanı,İttihat ve Terakki’nin iktidara gelmesi üzerine İttihat ve Terakki’nin politikalarına ve bu partinin önde gelen bazı isimlerine karşı eleştirilerde bulunması üzerine kendi köyünde (Kızılcahamam Gürcü Köyü) zorunlu oturmaya tabi tutuldu.

Köyüne döndükten sonra, Pazar İlçesi’nde Kadılık görevi yaptı.

1915 yılında Kızılcahamam İlçe olduktan sonra, Kızılcahamam Şer’iyye Katipliği görevin eatandı.

1940 yılından itibaren Kızılcahamam Güvem Nahiyesi ve çevre köylerinde halka vaaz ve irşad görevlerini aralıksız sürdürdü, çeşitli köylerde imam-hatiplik yaptı.

Bu dönemde Güvem Nahiyesi ve çevre köylerden gelen öğrencilerin hafız yapılması için çalıştı. O çocukların hafız olmasını ve ilk dini bilgileri almasını sağladı.

1949 yılında, zor şartlar altında hacca gitti ve bu dini görevini yerine getirdi. 

Hemşehrisi Hafız Ali Osman Atakul anlatıyor:

 - Hafız İsmail Hakkı Kılınç’ın hafız yaptığı yöre çocuklarına, Kur’an’ı Kerim’in  tecvit ve talim eğitimini Hafız Necip Okur üstleniyordu. Çeşitli kişilerde hafızlığını tamamlayanlar, ona gider Kur’an’ı Kerim’i güzel okuma bilgilerini alırlardı.     

 

Evliliği, Ölümü ve Defni  

Hafız Necip Okur, İstanbul’dan köyüne dönmek zorunda kalınca, köyünde evlendi. Bu evlilikten iki çocuğu oldu.

1954 yılında Yüce Rabbi’ne Kavuştu.Çevre köylerden gelen büyük bir topluluğun katılımı ile köyünde toprağa verildi.
 

Kabri Kur’an nuru ile aydınlansın. 

 


 

 Kaynak :ESYAV




0 Yorum - Yorum Yaz

HAFIZ KEMAL GÜRAN

 


Doğumum ve Eğitimim  




1935 yılında Kızılcahamam’ın Alpagut Köyündedünyaya geldim. Babam köyün hatibi  Osman Efendi, annemaynı köyden Safiye Hanımdır. Babam Osman Efendi,çevre köylerde “Alpagut Hatibi” olarak tanınırdı. Bazıyıllarda Alpagut Köyünde, ücreti köy halkı tarafındanödenmek üzere imamlık da yapardı. Hafız değildi, fakatyüzünden okuyuşu oldukça iyi idi. Sonraki yıllarda hercüzden beşer sayfa ezberleyerek çeyrek hafız da olmuştu.Üç sınıflı ilkokulu köyümde bitirdim. İlk Kur’an okuma derslerini babamOsman Güran’dan aldım. Babam beni daha sonra hafızlığa da başlattı. Sonundahafızlığımı bitirdikten sonra hafızlık arkadaşlarım halamın oğlu Arif Mehmet Özdemirve bir hafızlık arkadaşım Kamil Yalçınkaya ile birlikte çevre köyler halkınında davetli olduğu, geniş katılımlı ve coşkulu bir ortamda, köyün ağaç gölgeleriile serinlenen açık hava ortamındaki bir semtinde hafızlık merasimimiz yapıldı.1948 yılında Ankara’ya geldim. Amcam Ali Güran’da talim ve tecvit derslerialdım, hafızlığımı güçlendirmeye çalıştım. 1950 yılında Kore şehitleri için AnkaraHacıbayram Camii’nde Diyanet İşleri Başkanlığınca bir mevlit okutulmuştu.Bu mevlide hocam Hafız Hasan Akkuş da katılmıştı. Amcam Hafız Ali Güran,hocası Hafız Hasan Akkuş’a “Hocam, hafız bir yeğenim var, Kur’an’ı Kerimokuyuşunu ilerletmesi için size göndermek istiyorum, göndereyim mi?” demiş,Hasan Akkuş Hocam da “sesi güzelse gönder” demiş.1951 yılının başında, Ocak ayında trenle ve iki hemşehri hafız arkadaşımlaİstanbul’a gittik. Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na öğrenci olduk. Hasan AkkuşHocam, beni anne ve babası olmadığı için kendi oğlu gibi kabul edilen KonyalıHafız Mehmet Gemici ile daha sonra ilahiyat profesörü olan Konyalı Hafız İbrahimªener’in yanına, kursun dershane bölümüne yerleştirdi.

Ben Hocam Akkuş’tanders almaya başladığımda oldukça iyi düzeyde Kur’an okurdum, MehmetGemici de öyle idi. Hocam beni Mehmet Gemici’yi, benimle beraber İstanbul’agelen ve Nuruosmaniye Kur’an Kursuna öğrenci olan Hasan Çakmak’ı vebaşarılı bazı öğrencilerini zaman zaman hatim merasimine götürüyordu. Kendidavetli olduğu mevlitlerde bize de Kur’an okuma fırsatları hazırlıyordu. Böylecebir miktar harçlık almamızı da sağlıyordu. Babam da bir miktar harçlık gönderiyordu.Bu nedenle ben İstanbul’da diğer Kur’an kursu öğrencilerine göre maddiimkan bakımından oldukça rahattım. Yemeklerimi lokantada yerdim. Diğer öğ-renciler kursun yatakhane bölümünde yemeklerini kendileri hazırlayarak yiyebiliyorlardı.Bir ara Kur’an Kursunun yatakhane bölümü başkanı Hafız ªevket Yardımedicibeni kendi odasına aldı.1951 yılı Ramazan ayı, sanırım Haziran ayı sonlarına rastlıyordu. HocamHasan Akkuş benim ramazan ayında Kırklareli ilinde mukabele okumamı uygungörmüştü. Kırklareli il merkezinde, zengin bir dostuna kartını yazıp, beni Kırklareli’negönderdi. Akkuş Hoca tüm öğrencilerini düşünür ve onları ramazan aylarındabir yerlere gönderirdi. Kırklareli’ne gittim. Hocamın kart verdiği kişiyi buldum,kartı verdim. O kişi kartı okuduktan sonra beni bir otele yerleştirdi, yemeklerimiyemek için bir lokanta gösterdi. Birkaç gün misafir olmamı, namaz öncelerindeveya sonralarında Merkez Camii’nde Kur’an okuyacağımı bildirdi. Birkaçgün orada kaldım. Sanıyordum ki, benim orada birkaç gün misafir edilmeminnedeni Kur’an’ı Kerim okuyuşumu cemaate tanıtmak içindi.Kırklareli’nde birkaç gün kaldıktan sonra İstanbul’a döndüm, Hocam HafızHasan Akkuş’a bilgi verdim. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra amcam HafızAli Güran’dan bir mektup aldım. 1951 yılının ramazan ayında Ankara’nın Güdülilçesinde mukabele okuyacağımı, Güdül Belediye Başkanı’nın beni gelipKur’an kursundan alıp Güdül’e götüreceğini bildiriyordu. Durumu Hocam HasanAkkuş’a haber verdim. O da uygun gördü. Güdül Belediye Başkanı birkaç günsonra geldi, beni Kur’an kursunda buldu. Birlikte Güdül’e gittik. Beni, benimleramazan boyunca mukabele okuyacak bir hafız arkadaşı ve ramazan ayında vaazedecek olan Kesenüz’lü “Kadı Hoca”yı bir otelde aynı odaya yerleştirdiler. Ramazanayı boyunca Güdül’de, her gün öğle namazından önce Güdül İlçesi MerkezCamii’nde Kur’an’ı Kerim’den 9 sayfa mukabele okudum. Bayramdan sonraköyüme döndüm.Yaklaşık iki ay kadar köyümde kaldıktan sonra, Eylül ayı başlarında halamınoğlu, hafızlık arkadaşım Arif Mehmet Özdemir ve bir başka yakınımız HafızCemalettin Çimen’le birlikte İstanbul’a Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na döndüm.Kursun yatakhane bölümünde üçümüz de bir odaya yerleştirildik ve derslerimizebaşladık. Bir ay kadar kaldıktan sonra Kur’an Kursu öğrencileri arasındaİmam-Hatip Okulu” isimli bir dini meslek okulu açılacağı haberleri dolaşmayabaşladı. Bu okula gitme konusunda Kur’an kursu öğrencileri kararsızdı.Okulun ne gibi yararları olacağı, bitirenlere ne gibi haklar sağlayacağı bilinmiyordu.Bilinen tek şey, bu okullarda öğrenci olanlara şehir içi otobüslerde pasoverileceği, lise kısmını bitirenlerin vatani görevlerini subay olarak yapacaklarıydı.Bu haklar dahi bana çekici gelmişti. Amcam Ali Güran’a mektup yazdım.Eğer uygun görürlerse halamın oğlu Arif Mehmet Özdemir ile birlikte bu okulaöğrenci olmak istediğimizi bildirdim. Çok geçmeden amcamdan mektup aldık.Ankara’ya dönmemiz isteniyordu. Hocamız Hasan Akkuş’la görüştük, durumuanlattık, iznini istedik, elini öpüp ayrıldık ve Ankara’ya döndük.Ankara’ya döndüğümüzde benim ailem de köyümüzden Ankara’ya gelipyerleşmişti. Arif Mehmet ve ben 3 sınıflı ilkokulu bitirmiştik. Ancak imam-hatipokuluna 5 sınıflı ilkokulu bitirenler alınıyordu. Bizin için özel bir hoca bulundu.35-40 gün kadar o hocadan 4. ve 5’inci sınıf dersleri aldık. Dışarıdan 5 sınıflı ilkokulsınavına girdik, başardık ve diplomalarımızı aldık. Ankara İmam-HatipOkuluna kayıt-kabul işlemlerimizi Diyanet İşleri Başkanlığı merkezinde görevlirahmetli Sabri Sözeri’ye yaptırdık. O yıl Ankara İmam-Hatip Okulu yıl sonunadoğru gecikmeli olarak açılmıştı. O ders yılı ve ertesi yıl Diyanet İşleri Başkanlığı’nınbodrum katında tek sınıf olarak okuduk. Ankara İmam-Hatip Okulu’nun 4yıllık birinci dönemini 1954-1955 ders yılında, 3 yıllık lise dönemini 1957-1958ders yılında birincilikle bitirdim.O yıllarda imam-hatip okullarını bitirenler, üniversitelere bağlı fakülte veyüksek okullara öğrenci olarak kabul edilmiyorlardı. Bu nedenle, kimi mezun arkadaşlarımızöğretmen liseleri fark dersleri sınavlarına, kimileri de genel lise farkdersleri sınavlarına giriyorlardı. Benim gibi bir kısmı da dini yüksek öğrenim verenve sadece İmam-Hatip Okulunu bitirenlere yüksek dini öğrenim sağlayan biryüksek okul açılmasını bekliyordu. Beklenen bu okul 1958-1959 öğretim yılındaaçılmadı. Ben de vatani görevimi yaptım. Vatani görevimi bitirdikten sonra, genellise sınavlarına dışarıdan girmeye başladım. 1961 yılında genel lise diplomasıalmayı başardım. Aynı yıl Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne öğrenci oldum.Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden 1965 yılında mezun oldum.Resmi eğitim kurumlarında eğitimimi sürdürürken, özel olarak da meslekidersler almayı sürdürdüm. Ahmet Kıral Hoca’dan, Ankara Eskicioğlu Camiiimam-hatibi Necip Aydın Hoca’dan özel olarak medrese usulüne göre, “SARF”ve “NAHİV” dersleri okudum. İsmet Paşa Uzunyol Kur’an Kursu öğreticisi HafızAli Osman Atakul’dan Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun okuma dersleri aldım.Ankara’da “Mühendis Hoca” ismi ile tanınan değerli bilim adamı, merhum İsmailTuran’dan Tefsir ve Hadis dersleri okudum.Ankara Müftüsü Sadık Başgöze’nin başkanlığında kurulu jürinin önündeimtihan edildim. Bu jürinin 8.5.1952 tarihli yazısı ile uygun görmesi üzerine Diyanetİşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun imza ettiği Ankara Radyosu müdürlüğüneyazılan 21.5.1952 tarihli “radyoda Kur’an’ı Kerim okuma” sertifikasınıaldım.1966 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı merkez kuruluşunda görevli ikenBaşkan Lütfi Doğan’ın uygun görmesi üzerine Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresiEnstitüsü’nce düzenlenen üç ay süreli “Birinci Teftiş Hizmetlerini Geliştirme Programı”na katıldım, başarı sertifikası aldım. Daha sonra aynı enstitünündüzenlediği bir yıl süreli “organizasyon ve metod” kursuna katıldım ve başarı diplomamı aldım. Zaman zaman Ankara Radyosunda Kur’anı Kerim okudum.

Resmi Görevlerim  

İlk resmi görevime henüz imam-hatip lisesi öğrencisi iken, Ankara Müftülüğü’nceaçılan imam-hatiplik imtihanını kazanarak, 1953 yılında Ankara ZeynelAbidin Camii imam-hatibi olarak atandım. Bu görevimi aralıksız 1959 yılına kadarsürdürdüm.1959-1960 yıllarında 18 ay süre ile vatani görevimi yaptıktan sonra 1960yılının Temmuz ayında Maltepe Camii imam-hatibi oldum. Bu görevime de aralıksız1966 yılına kadar devam ettim. 1966 yılının şubat ayında Diyanet İşleri Başkanlığımüfettişi olarak atandım. Aynı yıl 6 ay kadar Personel Dairesi Başkanlığınavekalet ettim. 1973 yılında Adalet Partisi’nden Ankara milletvekili adayı olmakistedim. Bu nedenle Sivrihisar vaizliğine nakledildim. Önseçim sonrasında15. sırada yer aldım ve milletvekili seçilemedim. Aynı yıl Diyanet İşleri Başkanlığımerkezinde müfettişlik görevime döndüm.1973 yılında Teftiş Kurulu Başmüfettişliği’ne atandım. 1977 yılında ikincikez Adalet Partisi’nden Ankara milletvekili adayı oldum. Bu nedenle Gerede ilçesivaizliğine naklim yapıldı. Ancak, parti merkezinde yapılan ön seçim sonrasındamilletvekili listesine alınmadım. Aynı yıl Ankara Merkez İmam-Hatip Lisesimeslek dersleri öğretmenliğine atandım. Bir ders yılı süren bu görevim sırasındaönce okulun Müdür Yardımcılığı, sonra da Müdür Baş Yardımcılığı görevlerineatandım. Ankara İmam-Hatip Lisesi’ndeki görevim sırasında ve bu görevdenayrılarak Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’na atandıktan sonrabu okulun yoksul öğrencilerini koruma amacıyla kurulan dernek başkanlığını yıllarcaüstlendim.1978 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu üyeliğineseçildim ve aynı yıl Bakanlar Kurulu Kararı ile bu göreve atandım. Bu görevimi1981 yılına kadar sürdürdüm ve Temmuz 1981 yılında bu görevimden kendi isteğimleemekli oldum.Diyanet İşleri Başkanlığı merkez kuruluşundaki görevlerim sırasında ikikez geçici süre ile yurtdışında görevlendirildim. 1969 yılı ramazan ayında Manisaİl Müftüsü İlhan Armutçuoğlu ile birlikte çeşitli Avrupa ülkelerinde çalışan işçiyurttaşlarımızı dini konularda bilgilendirmek ve ülkemize bağlılıklarını pekiştirmekamacıyla görevlendirildik. Almanya, Belçika ve İsviçre’de yurttaşlarımızladini sohbetler yaptık. 1978 yılı Ramazan ayında Bolu Müftüsü merhum NizamettinÖzkan’la Almanya’nın başkenti Batı Berlin’de aynı amaçla görevlendirildik.Başkanlık merkez kuruluşundaki görevlerim sırasında müfettiş yardımcılığıve müfettişlik sınavları başta olmak üzere, çeşitli sınavlarda (hafızlık tesbit,yurtdışı sürekli görevlendirme, vaizlik-müftülük, Kur’an öğreticiliği, merkez kuruluşubirimlerine personel seçimi sınavları vb.) komisyon üyesi veya komisyonbaşkanı olarak görevler yaptım. Zaman zaman il müftülüklerinde yapılan sınavlaraBaşkanlık adına komisyon başkanı olarak katıldım.Diyanet İşleri Başkanlığınca Başkanlık personeli için düzenlenen HizmetiçiEğitim Kursları’nda öğretmen olarak görev yaptım. Özellikle Cami GörevlileriKontrol Memurları ile İl ve İlçe müftüleri için düzenlenen kurslarda “TEFTİŞVE DENETİM HİZMETLERİ”ne dair dersler okuttum. Ankara merkezimam-hatipleri ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti din görevlileri için düzenlenenhizmetiçi eğitim kurslarında, kursa katılanlara “HİTABET DERSLERİ” verdim.Başkanlıkça müftü ve vaizler için düzenlenen hizmetiçi eğitim kurslarında“BEŞERİ İLİŞKİLER” dersleri okuttum.Başkanlık Müfettişi ve Başmüfettişi olduğum dönemlerde, Diyanet işleriBaşkanlığı Teftiş Kurulu Tüzüğünün hazırlanmasında, müfettişlerin çalışma usulve esaslarının tespitinde aktif görevler üstlendim. Başkanlık merkez kuruluşununevrak kayıt sisteminin yeniden düzenlenmesi, merkezdeki işlemlerin basitleştirilmesive hızlandırılması için reorganizasyon (yeniden düzenlenme) çalışmalarınıyürüttüm. Din İşeri Yüksek Kurulu üyeliğim döneminde “Din İşleri YüksekKurulu Mevzuat Komisyonu Başkanı” sıfatı ile Başkanlık merkez, iller veyurtdışı kuruluşları mevzuatının (tüzük, yönetmelik, talimat, genelge vs.) ilk hazırlıklarının yapılarak kurula sunulması çalışmalarını yürüttüm.

Diyanet İşleri Başkanlığı ve Din Eğitimi Hizmetleri İle İlgili

Sivil Toplum Kuruluşlarındaki Çalışmalarım

 1960 yılından başlayarak bu güne kadar çeşitli sivil toplum kuruluşlarındaaktif görevler üstlendim. Bu görevim, Kızılcahamam-Çamlıdere Eğitim ve SosyalYardımlaşma Vakfı’nda halen devam etmektedir.1960 yılında “ANKARA İMAM-HATİP OKULU MEZUNLARI DERNEĞİ”Başkanı oldum. Bu derneğin öncülüğünde 1961 yılında “TÜRKİYE İMAMHATİPOKULU MEZUNLARI FEDERASYONU” kurucu başkanlığını yaptım.Adı geçen dernek ve federasyonların yönetim kurullarında yıllarca çeşitli görevlerdebulundum. Türkiye Hademe-i Hayrat Dernekleri Federasyonu’nun mahkemekararı ile kapatılmasından sonra “TÜRKİYE DİN GÖREVLİLERİ FEDERASYONU GENEL SEKRETERİ” görevini üstlendim. Zaman zaman bu feterasyonun yönetim kurullarında görev aldım. “TÜRKİYE İLAHİYAT TEDRİSATINA YARDIM EDEN DERNEKLER FEDERASYONU” Yönetim KuruluÜyesi olarak çalıştım. Bu dernek ve federasyonlardaki görevlerim sırasında; 1965 yılında yürürlüğe giren ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu günkü düzeye gelmesinde çok önemli katkısı bulunan, 633 Sayılı DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞIKURULUª VE GÖREVLERİ KANUNU’nun yürürlüğe konulması, din eğitimve öğretiminin (İlahiyat fakülteleri, yüksek İslam enstitüleri, imam-hatip okullarıile genel öğretim okullarındaki “DİN BİLGİSİ DERSLERİ”nin statü, müfredat,ders kitabı ve öğretmen kadrosu vs.) problemleri konularında ve adı geçendernek ve federasyonlar adına hazırlanan bildiri, teklif metni, basın açıklaması vebilimsel tebliğlerin hazırlanmasında aktif görevler üstlendim. Bu konularla ilgilidüzenlenen bilimsel toplantılarda tebliğler sundum.(Bkz: Atatürk’ün 100.Doğum Yılında Türkiye’de 1.Din Eğitimi Semineri,1981,A.Ü.İlayihatFak.Yay. S.336-337.Tarihte ve günümüzde Kızılcahamam-Çamlıdere Yöresi,ESYAV Yayını,1997 S.141-157.Milli Eğitim ve Din Eğitimi İlmi Semineri tebliğleri,Ankara 9-10.Mayıs.1981.Aydınlar Ocağı Yayını, İstanbul 1981.S.194-205 Halk İçin Din Eğitimi.)

Kızılcahamam-Çamlıdere Eğitim ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı’ndaki

Çalışmalarım

 1992 yılında Kızılcahamam-Çamlıdere Eğitim ve Sosyal Yardımlaşma VakfıYönetim Kurulunda görev aldım. Bu Vakfın Genel Koordinatörlüğünü üstlendim.Bu Vakfın belli bir hizmet üretme düzeyine gelmesini sağladım. Vakfın yöreyüksek öğrenim örencilerine verdiği burs sayısını yıldan yıla artırdım. Bu Vakıfhalen 500 kadar yöre genci yüksek öğrenim öğrencisine burs vermektedir. Vakfıntanıtım çalışmalarına hız verdim. Kızılcahamam’da “TARİHDE VE GÜNÜ-MÜZDE KIZILCAHAMAM-ÇAMLIDERE YÖRESİ” konulu bir sempozyumdüzenlenmesini sağladım. 21-22 Ekim 1995 tarihlerinde Kızılcahamam ÇamOtel’de düzenlenen bu sempozyumda; yörenin tarihi, kültürü, jeolojik yapısı, termalsu kaynakları, turizm potansiyeli, yörede göç olgusu, yöre folklörü, yöreninyetiştirdiği bilim, siyaset ve iş adamları vb. konularda bilimsel tebliğler sunulmasınıve sunulan tebliğlerin yayınlanmasını sağladım. “ANKARA’DAKİ KIZILCAHAMAM-ÇAMLIDERE’LİLER ALBÜMÜ”nün hazırlanıp yayınlanmasını temin ettim.Bu Vakıf halen çok önemli yeni projelerle yöre kültürüne ve yöre insanına hizmet etmek için yoğun hazırlık içindedir. Vakfın bu hedefe ulaşması için gerekli imkanların, yeterli personel ve teknik altyapının oluşturulmasını sağladım. Bu Vakfın halen gönüllü genel koordinatörüyüm. Vakıfta herhangi bir yönetim görevim yoktur. Vakıf çalışmalarına olan katkılarımı sadece yöre sevgisi ve bilinci ileyapmaktayım. Bu Vakfa şahsen yaptığım maddi yardımlarla da destek vermekteyim.

Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğüm

 1981 yılında Diyanet İşleri Başkanı ve Türkiye Diyanet Vakfı MütevelliHeyeti Başkanı Sayın Tayyar Altıkulaç’ın isteği üzerine Türkiye Diyanet VakfıGenel Müdürlüğüne atandım. Bu nedenle Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliğindenkendi isteğimle emekli oldum. Vakıf yeni kurulmuştu. Vakfa, Vakıftan ücret alanüçüncü personel olarak atandım. Vakfın Merkezdeki Mütevelli Heyeti ve GenelMüdürlük kuruluşu dışında, 130 kadar da il ve ilçe şubesi kurulmuştu. Bu göreviaralıksız 11 yıl yürüttüm.1992 yılında Genel Müdürlük görevinden ayrıldığım zaman:- Vakfın il ve ilçe şube sayısı 800’ü geçmişti.- Çok sayıda işletme ve iştiraki vardı.- Yüzlerce dini yayın yapmayı gerçekleştirmiş, “KUTLU DOĞUMHAFTASI” uygulamalarını başlatmıştı.- Ankara, İstanbul, İzmir gibi üniversite şehirlerinde dini ve kültürel yayınlarpazarlayan yayınevleri kurulmuştu.- Genel Müdürlük kuruluşu iş yoğunluğuna uygun olarak düzenlenmiş,şube müdürlükleri ve alt birimleri oluşturulmuştu.- Vakfın hızla büyüyen kuruluş ve çalışmalarına paralel olarak çeşitli Vakıfmevzuatı hazırlanmış ve yürürlüğe konulması sağlanmıştı.- Hızla çoğalan Vakıf şubelerinin yönetim ve denetiminin disipline edilmesiiçin “VAKIF ŞUBELERİ ÇALIªMA TALİMATI” çıkarılmış ve uygulamasıimkanlar ölçüsünde izlenmeye çalışılmıştı.- İstanbul’da bir “İSLAM ARAªTIRMALARI MERKEZİ” kurulmuş,“İSLAM ANSİKLOPEDİSİ” yayınlama gibi dev bir girişim başlatılmıştı.- Yarım kalan, parasal yetersizlik yüzünden yıllarca tamamlanamayanKocatepe Camii inşaatının tamamlanması, Vakıf tarafından üstlenilmişti. Türkiye’ninCumhuriyet dönemi en önemli dini mimari eseri olan Kocatepe Külliyesiinşaatı bitirilmiş ve 1987 yılında Cumhurbaşkanı Merham Turgut Özal’ın ve halkımızınyoğun bir şekilde katılımı ile açılışı yapılmıştı.- Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğünden ayrıldığım zaman vakfınçalışanlar sayısı 3000’e yaklaşmıştı. Kuşkusuz bu başarı, sadece benim değil, VakıfGenel Kurulu, Vakıf Mütevelli Heyeti, Vakıf ªube Başkan ve Yöneticileri,tüm Vakıf çalışanları ve en önemlisi hayırsever Türk Milletinin başarısı idi.Vakıf Genel Müdürlüğünden ayrıldıktan sonra Vakıftaki görevlerim devametti. İki dönem, 4 yıl süre ile Vakıf Mütevelli Heyeti İkinci Başkanlığı yaptım. Birdönem Denetleme Kurulu Başkanlığı’nı üstlendim. Türkiye Diyanet Vakfı’ndakiaktif görevlerim 2000 yılı ortalarına kadar sürdü. Halen Vakfın Genel Kurul Üyesiyim.Vakıf Genel Müdürü ve Vakıf İkinci Başkanı olduğum yıllarda, Vakfın çeşitlişirketlerinde zaman zaman yönetim kurulu üyesi olarak görevler de yaptım.

Hac Hizmetlerindeki Çalışmalarım

 1970 yılında çıkarılan bir hükümet kararnamesi ile yurdumuzdan hacca gidecekyurttaşlarımızın hac hizmetlerinin yürütülmesi Türkiye Diyanet Vakfı ileişbirliği halinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na görev olarak verilmişti. Bu görevinyürütülmesinde Türkiye Diyanet Vakfı’na ait görevlerin yürütülmesinde VakıfGenel Müdürü ve Vakıf üst yöneticisi olarak 2000 yılına kadar 22 yıl süre ileönemli görevler ve sorumluluklar üstlendim. Bu maksatla 15 yıl hac mevsimindeSuudi Arabistan’da bulundum. Görevlerim gereği Suudi Arabistan’a, Suriye’ye,Irak’a ve Ürdün’e sayısız görev gezilerim oldu. İlk defa Türkiye’den hacmevsiminde Suudi Arabistan’a veteriner ve kasap götürülmesi organizasyonlarınıgerçekleştirdik. Değişik yıllarda hac taşımacılığında kullanılmak üzere Suudi

Arabistan’a Vakıf tarafından otobüs kiralanmasını sağladım. Bu hizmet ve faaliyetlerin en üst yöneticiliği görevlerini üstlendim.

 

Türkiye Diyanet Vakfı’nın Yurtdışı Hizmetlerindeki Görevlerim

 Türkiye Cumhuriyeti, 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerineBalkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerinde önemli görevler ve sorumluluklarlakarşı karşıya kalmıştı. Bu görev ve sorumlulukların en önemli bölümü, dinihizmetlerle ilgili idi:- 70 yıl dini hizmetlerden yoksun bu çoğrafyadaki ırkdaş ve dindaşlarımız,dini konularda T.C. Devletinin ve Türkiye’deki kardeşlerinin desteğini bekliyordu.- Özellikle Kur’an’ı Kerim ve dini yayın istiyorlardı.- Cami tamiri ve yeniden cami inşasına parasal destek bekliyorlardı.- Kısa vadede dini hizmet verecek yetişkin din görevlisi istiyorlardı.- Uzun vadede kendi yurttaşlarından din görevlileri yetiştirilmesini arzuediyorlardı.- Mevcut olan dini kuruluşların yeniden yapılandırılması için bilgi desteğiistiyorlardı.- Tüm bu istekleri Türk Devleti adına Diyanet İşleri Başkanlığı üstlenmekzorunda kalmıştı. Ancak işin maddi boyutu, nedeniyle Türkiye Diyanet Vakfı’nınparasal desteği gerekiyordu. Vakıf da bu hizmetlerde önemli görev ve sorumluluklarüstlenmek zorunda idi. Nitekim öyle de oldu.Belirtilen konularda Vakıf üst yönetimi ve tüm Vakıf çalışanları görevlerüstlendiler. Ben de Vakıf Genel Müdürü (bazı yıllar Vakıf İkinci Başkanı) sıfatı ileönemli görevler üstlendim. Özellikle Bulgaristan, Romanya ve Türkmenistan’dakiVakıf hizmet ve faaliyetlerini uzun yıllar Türkiye Diyanet Vakfı adınayürüttüm. Bu nedenle adı geçen ülkelere sık sık gittim, geldim. Çalışmaları yerindeizledim, çalışmalarla ilgili kararlar verdim, gezi dönüşlerinde raporlar düzenledim;Vakıf Mütevelli Heyeti’ne, Diyanet İşleri Başkanlığı’na ve devletimizin ilgilikuruluşlarına sundum. Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinden ülkemizegelen dini heyetlerin ağırlanması ve onlarla yapılan hizmet görüşmeleriningerçekleştirilmesini sağladım. Bu ülkelere gönderilen hizmet personelinin seçilmesiçalışmalarına katıldım. Bu ülkelerden din hizmetleri olarak ülkemize getirilenöğrencilerin geliş-gidiş, barınma ve eğitim işlerinin yürütülmesini sağladım.Zaman zaman bu ülkeler dini idarelerinin yeniden yapılandırılmasında bilgi alışverişindebulunmak üzere bu ülkeler idareleri ile bilgi alış-verişinde görev aldım.

Telif Çalışmalarım

 1- Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı Genel Müdürlüğüm zamanındaonlarca Başkanlık ve Vakıf Mevzuatının (kanun, tüzük, yönetmelik,talimat, genelge, rapor vb.) hazırlanmasında katkılarım oldu.2- Sivil toplum kuruluşlarındaki gönüllü görevlerim sırasında hazırlananbildiri, kanun teklifi ve basın açıklamaları hazırlanmasında aynı şekilde aktifgörevler üstlendim.3- 1969 yılında bir ay süre ile yurtdışında Batı Avrupa ülkelerinde görevlendirilmiştim.Görev dönüşü, görev izlenimlerimi Türkiye Din GörevlileriFederasyonu tarafından yayınlanan HAKSES dergisinde yayınladım.4- Diyanet İşleri Başkanlığı hizmetleri ve Türkiye’de din eğitimi faaliyetleriile ilgili bilimsel toplantılarda sunduğum tebliğler, bu toplantılara dair kitaplardayayınlandı.5- İlk telif eserim, “Kocatepe Camii Minberinden Hutbeler” Kılıç Kitabevitarafından yayınlandı.6- Maltepe ve Kocatepe Camii Minberlerinde Okuduğum hutbelerle ilgiliHatiplere Hutbeler” isimli çalışmam, 130 sayılı Türkiye Diyanet VakfıYayını olarak üç cilt halinde 1994 yılında yayınlandı.7- “Müslümanın El Kitabı, Her Müslüman İçin Gerekli İlmihal Bilgileriisimli çalışmam, önce Türkiye Diyanet Vakfı tarafından 2000 yılında yayınlandı.Daha sonra 2002 yılında Timaş Yayınlarınca ikinci baskısı yapıldı.Halen Timaş Yayınlarınca dördüncü baskısı yapılmış bulunmaktadır.8- “Hazreti Muhammet ve İlk Müslümanların Hayatından DüşündürücüTablolar” isimli derleme çalışmam, Kızılcahamam-Çamlıdere Eğitim veSosyal Yardımlaşma Vakfınca yayınlandı.9- Mısır’lı yazar Kasım Emin tarafından yazılan ve Zeki Meğamiz tarafındanTürkçe’ye tercüme edilerek, İNTİBAH kütüphanesince 1329 yılında Arapharflari ile yayınlanan “Kadının Hürriyeti” isimli esere ait sadeleştirmeçalışmam yayına hazır halde beklemektedir.10- “Kur’anı Kerim Okuma Alfabesi ve İlmihal Bilgileri” isimli çalışmamAkit Gazetesince basılmış ve promosyon olarak okurlarına dağıtılmıştır.11- Son telif çalışmam, Kızılcahamam-Çamlıdere Eğitim ve Sosyal YardımlaşmaVakfı’nca yayınlanacak elinizdeki çalışmamdır.12- Kızılcahamam-Çamlıdere Eğitim ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı’nın GenelKoortinatörü sıfatı ile, bu Vakıf tarafından şimdilik iki ayda bir yayınlananESYAV Bülteni’nde başyazılarımı sürdürmekteyim.

Evliliğim ve Çocuklarım

 1961 yılında ev kızı Saniye Güran ile evlendim. Bu evlilikten Zahide, MehmetSacit, Ahmet Kutup ve Mehmet Cahit isimli çocuklarımız dünyaya geldi. Zahideev hanımıdır. Mehmet Sacit inşaat müteahhidi olarak çalışmaktadır. AhmetKutup Ankara Ticaret Odası Meslek Komiteleri şube Müdürü olarak görev yapmaktadır.Doç.Dr. Mehmet Cahit, Ankara Hacettepe Üniversitesi maliye bölümündeöğretim görevlisidir.

    

 

 

 

 

 

 

       

 

 

 

 

 

 

 

 

 

           

 

 

 

 

 

    

 

 

 

 

 

    

 

 

 

 

 

 

       

 

 

 

 

 

 

 

   

 

 

 

 

 

 

 

    

 

 

 

 

 

 

 

 

     

 

 

 

 

 

 

 

     

 

 

 

 

 

 

 

    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

       

Kaynak: ESYAV  -  20.Yüzyılda Kızılcahamam ve Çamlıderede yetişen Hafızlar -Kemal GÜRAN




0 Yorum - Yorum Yaz

AİLE BOYU KUR’AN ÖĞRETİMİ ÖRNEĞİ

YILDIRIMÖREN’Lİ HAFIZ DURALİ ÜNVER

 

Doğumu, Eğitimi Ve Görevleri

Hafız Durali Ünver, 1920 yılında Kızılcahamam İlçesinin Yıldırımören Köyünde doğdu. Babası “Örenli Büyük Hafız” namı ile çevre köylerde ünlü Mahmut Efendi’dir. Annesi Afife Hanımdır.Hafız Durali Ünver, hafızlığını 14 yaşında Çankırı Orta İlçesi Kalfat Köyünden Hafız Sadık Efendi’de tamamladı.

Hafızlık dışındaki dini bilgilerini önce Çubuk İlçesi Alveren Köyünde Hüseyin Efendi’den, daha sonra Kızılcahamam İlçesi Pazar Nahiyesinde “Mamacı Hoca” namı ile bilinen Osman Nuri Bilgin’den tahsil etti. Hafız Durali Ünver’in hayatının hemen tamamı imam-hatiplik ve Kur’an öğretimi ile geçti. Vatani görevine çağırılmadan önce kendi köyünde ve Pazar Nahiyesinde birer yıl imam-hatiplik yaptı.

1940-1943 yılları arasında vatani görevini tamamladı. Daha sonra 1943-1948 yılları arasında kendi köyü Yıldırımören’de, 1948-1949 yıllarında Kızılcahamam Eğerli Köyünde, 1950-1958 yıllarında kendi köyü Yıldırımören’de, 1958-1965 yılları arasında Kızılcahamam Akdoğan Köyünde, 1965 yılında Kızılcahamam Kızılcaören Köyünde, 1966 yılında Kazan Fethiye Köyünde imam-hatiplik yaptı.

1967 yılı Eylül ayında Çankaya İlçesi Müftülüğüne bağlı Balgat Kur’an Kursu öğreticiliğine atandı, aynı ilçe Akdere Mahallesi Fazilet Kur’an Kursu Öğretiliciliğinde görevlendirildi. Bu görevi de aralıksız 20 yıl, 1986 yılına kadar sürdü. Bu tarihte emekli olarak resmi görevleri sona erdi. Ancak Kur’an öğretimi hizmetini daha uzun yıllar sürdürdü.

 

Kur’an’ı Kerim Öğretimi Hizmeti

Hafız Durali Ünver, köy imam-hatipliği yaptığı köylerde herhangi bir köy imamı değildi. O, halkın sınırsız sevgi ve saygısını kazanırdı. Köy halkı arasında meydana gelen olumsuzluklar onun tarafından kolaylıkla çözülürdü. Dargınlar Durali Hoca’nın araya girmesi ile barıştırılırdı. Köy hayatında karşılaşılabilen çeşitli olumsuzluklar, resmi idarelere götürülmeden, köy içinde komşu arasında halledilirdi. İmam-hatiplik yaptığı köylerin yediden yetmişe kadın-erkek tüm halkı, özellikle genç kız ve erkek köy çocukları onun öğrencisi olurdu. Ayrıca imam-hatiplik yaptığı köyün çevresindeki köylerden de çok sayıda öğrencileri olurdu. O, bitmez tükenmez bir sabır ve dayanma gücü ile herhangi bir karşılık beklemeksizin isteyen herkese Kur’an okutmayı, dini bilgiler vermeyi, kendisi için vazgeçilmez bir görev sayardı. Hafız Durali Ünver, köy imam hatipliği yaptığı dönemlerde, özellikle kendi köyünde imam-hatiplik yaptığı zamanlarda ekim-dikim gibi köy işlerinde de çalışırdı. Akdere Fazilet Kur’an Kursu Öğreticiliği, Hafız Durali Ünver’in Kur’an öğretimi hizmetlerinde en verimli dönemi oldu. Kur’an Kursu çevresinden ve Ankara’nın çeşitli semtlerinden gelen öğrenciler, ondan usulüne uygun olarak Kur’an’ı Kerim okumayı öğrendiler, ilmihal bilgisi düzeyinde dini bilgiler aldılar. Hafız Durali Ünver’in öğrencilerinin sayısını tesbit etmek mümkün değildir. 500-1000 sayısından söz edilse her halde abartılmış olmaz. Bugün ondan ders almış yüzlerce Müslüman Türk genci, ülkemizde imam-hatip, vaiz, müftü, Kur’an öğreticisi, öğretmen, hakim, savcı, yönetici ve akademisyen olarak hizmetlerine devam etmektedirler. İsimleri bilinen öğrencileri arasında Diyanet İşleri Başkanlığı Personel Dairesi Başkanlığı, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliği de yapmış olan Hüseyin Özgün, çeşitli ilçelerde ve Kızılcahamam’da müftülük yapan Necip Aydın, Ankara’da imamlık yapıp, emekli olan Ahmet Doğan, emekli öğretmen Sami Çakır öğrencileri arasında öne çıkan isimlerdir. Kızları Hatice ve Tayyibe ile öğrencileri Emine Arıoğlu, Emine İmamoğlu, Selma İmamoğlu ve Hatice Erkan da yıllarca Kur’an kursu öğreticiliği yaptıktan sonra emekli olmuşlardır. Ankara ve çeşitli il ve ilçelerde imam-hatiplik yaparak emekli olan sayısız öğrencilerinden de söz etmek mümkündür. Ancak bunların isimlerini ve görevlerini burada zikretmek, konuyu uzatmak anlamına geleceği için bundan vazgeçilmiştir.

Meslektaşı ve dostu Rıza Çöllüoğlu, onun için şunları söylüyor:

- Hafız Durali Ünver, 60 yıl hafız yetiştirdi. Bunların çoğu kız ve hanımdı. Bu barutla-ateşi bir arada bulundurmak gibidir. O, bunu başaranlardan biridir.

Evliliği, Çocukları ve Çocuklarının Kur’an Öğretimi Hizmeti

Hafız Durali Ünver, 1943 yılında Nazlı Hanımla evlendi. Bu evlilikten 10 çocuğu doğdu. 5 çocuğu küçük yaşlarında vefat etti. Halen oğlu Fevzi Ünver ile kızları Ayşe, Emine, Hatice ve Tayyibe hayattadır. Oğlu Fevzi Ünver uzun yıllar Akdere Fazilet Camiinde imam-hatiplik yaptıktan sonra emekli oldu, halen Kızılcahamam’da  yaşlı annesi ile aynı binada oturmakta, çevreden gelen çocuklara Kur’an okutmakta, bazılarını hafız yapmaktadır. Kızları evlendiler, çoluk-çocuk sahibi oldular. Ayşe ile Emine yarım hafızlık yaptılar, tam hafız olamadılar. Aile uğraşıları arasında imkan buldukça komşusu kadın ve kızlara Kur’an öğretmeyi sürdürüyorlar. Kızları Hatice ile Tayyibe resmi Kur’an öğreticiliklerine atandılar. Uzun yıllar kız Kur’an kursu öğreticiliği yaptılar, yüzlerce kız öğrencilerini hafız yaptılar, emeklilik süreleri dolunca emekli oldular. Ancak Kur’an öğretimi hizmetini miras aldıkları babalarının izini bırakmadılar, güçleri ve imkanları elverdikçe Müslüman Türk çocuklarının ruhuna Kur’an sevgisini yerleştirmek için Kur’an öğretimi çalışmalarını ısrarla sürdürüyorlar.

Kişiliği, Ölümü ve Gömülmesi

Hafız Durali Ünver, iyi bir Müslüman, iyi bir Kur’an hafızı, iyi bir Kur’an öğreticisidir. O, verdiği eğitim yanında, öğrencilerini yüksek ahlaki davranışları ile de etkilemiştir. O, Kur’an’ı Kerim öğretimine aşk derecesinde bağlıdır. 82 yıllık ömrünün hemen hemen 60 yılını Kur’an öğretimi hizmetine adamıştır, bu hizmetini zevkle ve sabırla yapmayı başarmıştır. Amirlerinden en yüksek seviyede takdirname ve teşekkürler almıştır. Amirleri tarafından daha önemli görevlere atanmak istenmiş ise de Kur’an öğretimi hizmetini sürdürmeyi tercih etmiştir. Hafız Durali Ünver, özellikle kız öğrencilerinin güvenini ve sevgisini en üst seviyede kazanmıştı. O, öğrencilerini sevgiyle amacına doğru yönlendirirdi. Kur’an öğretiminde sabırlıydı, kararlıydı ve güçlüydü. Onun bu enerjisi başta kendi çocukları olmak üzere öğrencilerine de yansımıştı. Hafız Durali Ünver, 1 Mayıs 2002 tarihinde Kızılcahamam’da Yüce Allah’ın rahmetine kavuştu. Kızılcahamam mezarlığına gömüldü. Ölümünden önce öğrencilerine ve dostlarına hakkını helal etti ve onlardan da haklarını helal etmelerini istedi. Öğrencilerinden kendisine birer hatim okumalarını rica etti.

Kabri aydınlık olsun. Yüce Allah, ömrü boyunca hizmet ettiği Kur’an nuruyla kabrini aydınlatsın

 


Kaynak:Esyav

 




1 Yorum - Yorum Yaz
 HAFIZ ABDULLAH İŞLER
EL-EZHER’Lİ BİR ÂLİM

 

 



Doğumu ve Eğitimi

 Hafız Abdullah İşler, 1928 yılında Kızılcahamam İlçesinin Kuşçuören Köyünde doğdu. Babası molla Hasan ismi ile tanınan Hasan Efendi, annesi Ayşe Hanımdır. Kur’an’ı Kerim okuma öğrenimine köyünde babası Hasan Efendi’de başladı. Önce yüzüne Kur’an’ı Kerim okumayı öğrendi, sonra da hafızlığa başladı. 10-12 yaşında iken Alpagut Köyüne gitti. Alpagut’lu Hafız Mehmet Yılmaz’da hafızlık çalışmasını bitirdi. Hafız Abdullah İşler, Alpagut Köyünde geçen günlerini şöyle anlatıyor: - Ben Alpagut’da “Cin Durmuş” ismi ile anılan Durmuş Efendi ile eşi Zeliha Hanımın evinde kalıyordum. Abacı Köyünden Durmuş Abacı da benden iki sene sonra Alpagut’a geldi ve aynı evde birlikte kaldık. Durmuş Efendi’nin evi tek odadan ibaretti. Evin içinde biraz yüksekçe bir yer vardı. Oraya “Seki” denilirdi. Sekinin bir ucunda ben, bir ucunda Durmuş Abacı yatardı. Evin ortasında soba vardı. Evin sahipleri, evin ortasında yere yatak yapar ve orada yatarlardı. O yıllarda Alpagut Köyünde her evde bizim gibi diğer köylerden gelip, okuyan çocuklar vardı. Şimdi biz onların yaptığı özveriyi yapamayız. Bize karşı çok iyi davranırlardı. Yazın çalışmak için tarlalara giderlerdi. Akşam onlar işten dönmeden, ben evde bulgur pilavı, tarhana çorbası hazırlardım. Akşam eve geldiklerinde yemeği hazır bulurlardı ve çok sevinirlerdi. Yiyecek giderlerimiz, evinde kaldığımız aile tarafından karşılanırdı. Ancak babam ara-sıra gelir, tarhana, bulgur, pirinç gibi yiyecekler getirirdi. Babam haftanın Perşembe günleri YABANABAT pazarında kasaplık yapardı. Bazı haftalar pazara giderdim. Babam bana et, kuruyemiş ve şeker gibi şeyler alırdı, onları da kaldığım eve getirirdim. Hafız Abdullah İşler, Kur’an eğitimini ilerletmek için 1945 yılında İstanbul’a gitti. İstanbul’a giderken yol parasını köy halkı toplayıp verdiler. Kamyonla ve manifaturacı Hasan Efendi ile birlikte gönderdiler. İstanbul’da Hacı Fahri Kiğılı’nın evinin altındaki yatılı Kur’an kursuna girdi. Orada yatıp-kalktı. Kurstaki öğrencilerin yeme-içme harcamaları da Hacı Fahri Kiğılı tarafından karşılanıyordu. Bir süre Hacı Fahri Kiğılı’nın ücretsiz imamlık yaptığı camide de yatıp kalktı. Hafız Hasan Akkuş’ta Kur’an’ı Kerim talim ve tecvidi okumaya başladı. Yaşı ilerlediği için vatani görevine çağrılmıştı. Vatani görevini İstanbul Topkapı Maltepe’de yaptı. Vatani görevini yaparken bir yedek subay onu emireri seçti. Bu nedenle öğrenci olduğu Kur’an kursuna hemen her gün gündüzleri gidebiliyordu. Hacı Fahri Efendi’nin yetişkin öğrencilerindendi. Bu nedenle ona öğrenci okutmada da yardımcı oluyordu. O günlerde Arapça eğitimine de başladı. Önce Musa Kazım Efendi isimli hocada Arapça okumaya başladı. Sonra da hemşehrisi Fatih Camii Müezzini Rıza Çöllüoğlu’ndan eski usule göre Arapça “sarf” ve “nahiv” dersleri aldı. Hafız Abdullah İşler, Şehzade Camii imamı Necati Efendi’den de Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun okuma dersleri aldı. Vatani görevinin iki yılı İstanbul’da geçti, kalan 10 aylık kısmı için Trakya Çifte Nöbetçilere gönderildi. 1950 yılının sonlarına doğru vatani görevini bitirdi. Hafız Abdullah İşler’in Mısır’a gitmeden önce hiçbir eğitimi olmadı. Babası onu köyündeki 3 sınıflı okula göndermemişti. Türkçe okuma-yazmayı başkalarının yardımı ve kendi özel çabası ile öğrendi. İlkokul diplomasını Mısır’dan Türkiye’ye döndükten sonra aldı.

 

Eğitim İçin Mısır’a Gidişi

 

 Hafız Abdullah İşler, eğitimi için Mısır’a gidiş olayını şöyle anlatıyor: - Vatani görevimi bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiştim. Hacı Fahri Efendi’nin kursunda bıraktığım sivil giysilerimi alacaktım. Döndüğümde elbiseler yerinde yoktu. Kurs arkadaşım Ahmet Ramazan bana; “ben Mısır’a gideceğim” dedi. Ben, “ben de giderim” dedim. Bizi bir Mısır tutkusu aldı. Hacı Fahri Efendi’ye düşüncemizi anlattık. O düşüncemizi uygun gördü ve bize pasaport almak için yardımcı olacağını söyledi. Kendisi ile helalleştik. Pasaportlarımızı çıkarttık. Mısır vizesi alma konusunda Rahmetli Mustafa Runyun bize yardımcı oldu. Köye geldim, anamı-babamı ziyaret ettim. Annem-babam çok razı olmadılar. “Köyden birini bulup, seni evlendirelim” dediler. Daha sonra beni çok acele ilk eşim Alpagut’lu Zeliha ile nişanladılar. Köyde bir-iki ay kadar kaldım. Bir gün babamla-anneme “ilim söz konusu olursa, Allah günah yazmazmış. Siz razı olmazsanız da ben gideceğim” dedim. Ben kararlı davranınca köy halkı bana biraz yol parası topladılar. O para ile İstanbul’a döndüm. Hoca Fahri Efendi vapur biletimizi alıverdi. Hoca Fahri Efendi, ilimde ilerleyeceğine inandığı, ışık gördüğü gençlerin bu çeşit giderlerini karşılardı. 1950 yılı Aralık ayının 16. günü İskenderiye’ye vardık. Bir gece İskenderiye’de kaldık. Misafir kaldığımız evin sahipleri tren biletlerimizi aldılar. Bizi Kahire’ye gönderdiler. Kahire’de bizden önce gitmiş öğrenciler vardı. Onlar Bağdat Oteli’nde kalıyorlardı. Bizi de o otele yerleştirdiler. El-Ezher Üniversitesine kaydımızı yaptırdık ve derslerimize başladık. Hafız Abdullah İşler, Mısır eğitim sistemine uygun olarak ilkokul, lise ve yükseköğretimini Kahire’de El-Ezher Üniversitesi’nde yaptı. Yükseköğrenimini dini ilimler fakültesinde bitirdi. Bir yıl da “Medeni Hukuk” dersleri okudu. 1951-1960 yılları arasında Türkiye’ye gelip-gidebiliyordu. Ramazan aylarında gittiği Yunanistan Gümülcine’de yaptığı vaazlardan dolayı, 1960 askeri darbesinden sonra, Türkiye’ye gelişinde, hakkında polis soruşturması başlatıldı. Bu nedenle üç yıl kadar Türkiye’ye gelip-gidemedi. 1963 yılı Ağustos ayında uzun bir vapur yolculuğundan sonra Türkiye’ye döndü. Dönüşte Türkiye girişinde incelenmek üzere kitaplarına el kondu. Daha sonra bir kısmı kendisine geri verildi, bir kısmı geri verilmedi. Mısır’da kalış süresi yaklaşık 13 sene oldu. Hafız Abdullah İşler, Mısır’da kaldığı yıllarda maddi giderlerini nasıl karşıladığını da şöyle anlatıyor: - Ramazan aylarında Yunanistan Gümülcine’ye vaaz için gittiğimde biraz gelirim oluyordu. Türkiye geliş-gidişlerim sırasında yaptığım vaazlardan da biraz maddi yardım alıyordum. Ancak maddi giderlerimizin önemli kısmı Kahire’deki Türk vakıflarınca karşılanıyordu. İlk zamanlarda Türk talebelerine 5 Mısır lirası veriyorlardı. O günün koşullarında bu para bizi geçindiriyordu. Daha sonraki yıllarda paranın değeri düştü. Gene de bizi açlıktan koruyordu. Türkiye’ye geldiğim yıllarda Hacı Fahri Kiğılı Hocama uğruyordum. O da Mısır’daki Türk öğrencilerine dağıtılmak üzere topladığı paraları bana veriyordu. Ben de bu paraları Türk öğrencileri arasında dağıtıyordum. Benim gittiğim yıllarda Kahire’de 15-20 Türk öğrenci vardı. Daha sonra bu sayı 50-60, zamanla 90-100 oldu. Tanıdığım Türk öğrenciler arasında Ali Özek, Emin Saraç, Osman Saraç, Mehmet Müftüoğlu, Ali İhsan Okur, Ahmet Karaca, Sezai Akdoğan, Mesut Erdoğan, Şevket Meraki, Ali Aras, Ali Hastaoğlu’da vardı. Hafız Abdullah İşler, Kahire’de eğitimini sürdürdüğü yıllarda son Osmanlı Şehül İslamlarından Mustafa Sabri Efendi ile İslam Konferansı Örgütü Başkanı Prof.Dr. Ekmelettin İhsanoğlu’nu ve onun babasını da tanımıştı. Onlar hakkında anılarını da şöyle anlatıyor: - Ekmelettin İhsanoğlu, ben Mısır’a gittiğimde küçük bir çocuktu. Ben babası Ali İhsan Hoca’dan ders alıyordum. Ali İhsan Hoca çok ciddi bir ilim adamı idi. Bir tekkede kalıyordu. Oğlu Ekmelettin’i elinden tutup gezdirirdi. Babası Onun geleceğinde bir ışık görüyordu. Mustafa Sabri Efendi’yi de tanıyordum. Kendileri ile Türk talebeleri olarak zaman zaman görüşür, sohbet ederdik. Ben orada iken Mustafa Sabri ve Ali İhsan Efendi vefat ettiler. Mısır’da kabirler toprağın altında, kapısından girilen çıkılan bir koridor halinde oluyor. Cenazeler bu koridorda sağlı-sollu hazırlanmış kabirlere konuluyor.  Ben her ikisinin de kabirlerine konulmasında bulundum. Kabrin üstüne kum yığıp, kapısını kapatıyorlar. Ali İhsan Efendi, Mustafa Sabri’den iki yıl sonra vefat etmişti. İhsan Efendi’yi kabrine koyduğumuz gün, Mustafa Sabri Efendi’nin kabrindeki kapıyı açıp, cesedine baktık. Bedeni iki yıl önceki gibi duruyordu. İhsan Efendi’yi kabrine koyduktan bir süre sonra mezar yokluğu nedeniyle, İhsan Efendi’nin kabrinin ayak ucuna kimsesiz bir çocuğu defnettik. Bir süre sonra bizim öğrenci arkadaşımız ve hemşehrimiz Mehmet Özgün vefat etti. Onu da aynı yere defnettik. Biz Mehmet Özgün’ü gömerken, Mustafa Sabri Efendi ile Ali İhsan Efendi’nin kabirlerine yeniden baktık. Her ikisinin de cesetleri gömüldükleri günkü gibi kefenlerinin içinde duruyordu. Fakat Ali İhsan Efendi’nin ayak ucuna konulan çocuğun bedeninden hiçbir şey kalmamıştı. Hafız Abdullah İşler, dünyaca ünlü Ezher Üniversitesi hakkındaki görüşlerini de şöyle özetliyor:

 - Bizim okuduğumuz dönemde El-Ezher Üniversitesi’nde ciddi bir durum vardı. Ben liseyi okurken çok hasta olduğum halde girdiğim sınavda tefsir tersinden 3 puan noksan aldığım için o yıl sınıfımı geçemedim. Ertesi yıl aynı sınıfın tüm derslerinden sorumlu olarak yeniden sınavlara girdim. El-Ezher’de Habeşistan, Sudan ve çeşitli Afrika ülkelerinden öğrenciler vardı. Daha sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’ne bağlı ülkelerden de öğrenciler gelmeye başladı. Bulgaristan, Türkmenistan, Kazakistan vb. ülkelerden de öğrenciler geliyordu. Öğrencilerden başka dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen bilim adamları konferanslar verirdi. 1950 Kore Savaşından sonra Müslüman olmuş bir Kore’li profesör El-Ezher’e geldi. El-Ezher’de verdiği konferansta, “Ben müslümanım, biz islamiyeti Kore’de savaşan Türk askerleri ile tanıdık. Kore’ye İslamiyet Türk askerleri ile geldi.” dedi. Hafız Abdullah İşler’in Kahire El-Ezher Üniversitesi’nce verilen bitirme diplomasının denkliği Türkiye yönetimince tanınmadı. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı merkez kuruluşunda açılan bir sınavda kazanarak ilkokul diploması ile 24. 02.1966 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu’nda mütercim olarak görev alabilmişti. Başkanlık Kuruluşunda görevi sürerken, bilgi ve görgüsü artsın diye Bağdat’a gönderildi. Bağdat’da bir yıl yüksek öğrenime devam ettikten sonra, yurtdışından aldığı ikinci diploma ile Türkiye’ye döndü. Böylece Türkiye yönetimince yüksek öğrenimi onaylanmış oldu.  

 

Görevleri

 

 Hafız Abdullah İşler, dini hizmet mesleğindeki görevlerine kendi köyünde ve hafızlık yaptığı Alpagut Köyünde imamlıklar yaparak başladı. Türkiye’ye döndükten sonra El-Ezher diplomasının denkliği kabul edilmediği için ilkokul mezunu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nca açılan mütercimlik sınavını kazanarak, bu göreve atanmıştı. Daha sonra Bağdat’dan aldığı diploma ile Polatlı İlçe Müftüsü oldu (20.03.1972). Polatlı Müftüsü iken 1973 yılı milletvekili seçimlerinde Milli Selamet Partisi’nden Ankara Milletvekili adayı oldu. Bu nedenle 15.06.1973 tarihinde Mengen Vaizliği’ne nakledildi. 2 yıl bu görevde kaldıktan sonra, 29.07.1974 tarihinde Ankara Altındağ Vaizliği’ne, daha sonra 12.04.1977 tarihinde Ankara Merkez Vaizliği’ne atandı. İlgili yönetmelik gereğince rotasyona tabi olarak 16.09.1985 tarihinde Gölcük Vaizliği’ne nakledildi. Son resmi görevi olan Gölcük Vaizliğinde de yaklaşık bir yıl kadar görev yaptıktan sonra 16.07.1986 tarihinde emekli oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca 1986 yılı ramazan ayında Almanya’daki yurttaşlarımıza dini irşadda bulunmak üzere görevlendirildi. Hafız Abdullah İşler, emekli olduktan sonra da mesleği ile ilgili hizmetlerini sürdürdü. 1986 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’nca bir ay süre ile geçici olarak görevlendirildiği Batı Berlin’deki konuşmaları cemaat tarafından beğenilmişti. Emekli olduktan sonra özel cami yönetimlerinin isteği üzerine, 1987 yılında yeninden Batı Berlin’e gitti. İki yıl imam-hatip ve vaiz olarak görev yaptı. Daha sonra Türkiye’ye döndü. İkinci kez Berlin’e çağırıldı. Batı Berlin’de bir yıl daha görev yaptı ve Türkiye’ye döndü. Yurda döndükten sonra Anadolu Finans Kurumu’nda dini işler danışmanı oldu. Bu arada Kızılcahamam-Çamlıdere Eğitim ve Sosyal Yardımlaşma Vakfı’nda da genç-yaşlı hemşehri öğrencilerle dini sohbetler ediyordu. Kırgızistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra bu ve benzeri ülkelerde büyük bir dini bilgi boşluğu olduğu görülmüştü. Türkiye’den resmi veya özel kuruluşlar bu ülkelerdeki dindaşlarına dini bilgi sunmak konusunda çaba içindeydiler. Anadolu Finans Kurumu, Abdullah İşler’e dini konularda öğrencilere eğitim vermek üzere Kırgızistan’a göndermeyi teklif etti. Abdullah İşler, 1992 yılının 9. ayında Kırgızistan’a gitti. İki hafta orada inceleme yaptıktan sonra teklifi kabul etti. Abdullah İşler, Kırgızistan’da görev kabul edişini ve oradaki çalışmalarını şöyle anlatıyor: - Kırgızistan’da yaptığım iki haftalık inceleme gezisi sonunda Kırgızların İslam dini hakkında hiçbir şey bilmediklerini tespit ettim. Halk dinleri hakkında bilgi sahibi olmayı da istiyorlardı. Oraya gidilmesinin ve Kırgız halkının dini bakımdan aydınlatılmasının benim gibi din hizmetlilerine düşen bir görev olduğunu düşündüm. 1992 yılının 12. ayında sürekli kalmak üzere Kırgızistan’a gittim. Önce 60 öğrenci ile eğitime başladım. Öğrencilere önce Türkçe öğretiyor, din eğitimi veriyor, hafızlık yaptırıyordum. Bir yıl sonra öğrencilerimizi imamlık yapacak düzeyde eğitiyorduk. Ben orada 9 yıl görev yaptım. Bu süre içinde öğrencilerimizden hafızlığını bitirenlerin 50-60 kadarı Pakistan, Suudi Arabistan gibi ülkelere eğitimlerini ilerletmek için gittiler. Öğrencilerimiz sadece Kırgızlardan ibaret değildi. Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’dan da öğrencilerimiz vardı. Öğrencilerimiz eğitimlerini yatılı sistemle sürdürüyorlardı. Ben döndükten sonra 2001 yılında bizim okul Kırgızistan Müftülüğü’ne bağlı bir yüksek okula dönüştürüldü. Bu okul, halen İstanbul’daki Aziz Mahmut Hüdai Vakfı tarafından verilen maddi destekle eğitimini sürdürüyor. Benim yetiştirdiğim öğrencilerin büyük bir kısmı Kırgızistan’da dini hizmette görev aldılar.  

Tasavvuf Hayatı

  A bdullah İşler Hoca’nın, tasavvufi bir yaşamı da vardır. O bu hayatın nasıl oluştuğunu da şöyle anlatıyor: - Tasavvuf meselesi işin garip tarafıdır. Kahire’de Hz.Hüseyin adına, “HÜSEYİN EFENDİMİZ” camii var. Hz. Hüseyin Efendimizin bu camii içinde bir türbesi bulunuyor. Söylendiğine göre, Hz. Hüseyin Efendimizin başı oradaymış. Hz. Hüseyin Kerbela’da şehit edildikten sonra, başını Şam’a götürmüşler, sonra da zaman içinde Kahire’ye getirilip, camideki türbeye konulmuş. Hz. Hüseyin Efendimizin şehit edildiği gün, bu camide ve bazen de diğer günlerde şii, sünni birçok kişiler geliyorlar, orası insanlarla dolup taşıyor. Tasavvufi kimlikli kişiler de geliyorlardı. Kimi hırpani kıyafetli görünsün diye çuval giymiş, o kalabalık içinde temizlikten uzak kimseleri görüyorduk. İslam dininin temiz inançlarına uygun görmediği bazı davranışlar sergiliyorlardı. Onlar gibi olmak bize ters geliyordu. Biz bu durumu görürken, tasavvufa bulaşmamızı düşünemezdik. Türkiye’ye döndükten sonra 1964 yılında Kızılcahamam Merkez Camii imam-hatibi Osman Emiroğlu, Kızılcahamam’da bakkallık yapan Salih ile Mehmet Zahit Kotku ve Sami Ramazanoğlu üstatları ziyaret etmeye karar verdik ve İstanbul’a gittik. Önce Mehmet Zahit Kotku ve sonra da Sami Efendi’yi ziyaret ettik. Bakkal Salih, Sami Efendi’ye “Efendim, biz sizden ders almaya geldik” dedi. Hacı Sami Efendi “Bizim adetimiz, ders almak isteyene ‘İSTİHARE’ yapmayı önermektir, siz istihare yapın, sonra gelirsiniz görüşürüz” dedi ve “biraz tövbe edin, istihareye devam edin, nafile oruç tutun, gece ibadete kalkmaya çalışınız” dedi. Bir süre sohbetten sonra ayrıldık. Ankara’ya döndükten sonra Sami Efendi’nin tavsiyelerini mümkün oldukça uygulamaya çalıştım. İkinci kez kendisini ziyaret ettim. Yaptığım bir istiharede; kendimi İstanbul Beyazıt Camii’nde görüyordum. Camide güzel güzel giyinmiş insanlar caminin bir bölümünde, bir kürsünün çevresinde toplanmış oturuyorlardı. “Neden burada oturuyorsunuz” dedim. Dediler ki; “Şimdi buraya bir kişi gelecek, o kişi bize konuşacak, biz onu bekliyoruz.” Ben de beklemek istedim ama, onların arasına giremedim, dışarıda kaldım. Beklenen kişi geldi. Ben o zatı tanıdım. Daha önce de görüşmüştüm. Bu kişi Hacı Sami Efendi idi. Kürsüye çıktı, konuşmaya başlamadan önce bana baktı. Elinde iki tane kitap vardı. Birinin rengi gül renginde, diğeri sanki kül rengine yakındı. Hacı Sami Efendi bana kitapları uzatıp verdi. Bu rüyadan sonra ben tekrar İstanbul’a Hacı Sami Efendi’yi ziyarete gittim. Hacı Sami Efendi bana “İstihare yaptın mı?” dedim. Ben de “evet efendim” dedim. Rüyamı anlattım, sonra bana ders verdi. O günden bu güne tasavvufi yaşamım devam ediyor.

 

 Evlilikleri ve Çocukları

 

 Hafız Abdullah İşler’in ilk evliliği hafızlık yaptığı Alpagut köyünden Zeliha Hanımla oldu. Mısır’da öğrenci iken ikinci evliliğini yaptı. Bu evliliğinin gerekçesini şöyle anlatıyor: - Ben Mısır’da iken hemen her yıl Türkiye’ye gelip iki-üç ay kalıyordum. Bazı yıllar, özellikle 1960 yılından sonra gelemez oldum. Mısır’ın kadınları çok tehlikeli, pek de içine kapalı değil. Her şeyi apaçık söyleyiverirler. Gelenek-görenekleri böyle. Bazı davranışları ile erkekleri etkilerler. Bir kısım öğrenci arkadaşlarımız orada nefislerine kapıldılar, kötü olaylar oldu. Ben bu olaylardan uzak kalmak için orada ikinci bir evlilik yaptım. Benden önce arkadaşımız Hüseyin Avni Çelik bir evlilik yapmıştı. Onun hanımı ile benim evlendiğim hanım arasında bir tanışıklık varmış. Ben Hüseyin Avni’ye evlenmek istediğimi söyleyince, onun hanımı aracılığı ile Mısır’daki eşimle evlendim. İkinci eşimin adı Atiyat’tır. Babası Türk, annesi Mısırlı idi. Dul bir hanımdı, o da benimle ikinci evliliğini yapmıştı. Çocuğu yoktu. 1961 yılında bir kızımız oldu. Nursen isimli bu kızım halen Mısır’da yaşıyor. Evlendi, 4 çocuğu var. Ben Kırgızistan’da iken Atiyat hanım vefat etti. Kızımla görüşüyoruz. O Ankara’ya geliyor, biz Kahire’ye gidiyoruz.  Türkiye’deki kardeşleri ile sürekli haberleşiyorlar. Kızımı Mısır’daki geleneklere göre ben evlendirdim. Abdullah İşler Hoca, Kırgızistan’da görev yaptığı dönemde bir evlilik daha yaptı. Bu evliliğin gerekçesini de şöyle anlatıyor: - Kırgızistan’da kaldığım 9 yıllık süre içinde bir evlilik daha yaptım. Orada evlendiğim eşim, bizim okulda aşçı olarak çalışıyordu. Eşimin sakat bir oğlu ve evlatlık bir kızı vardı. Sakat oğluna bakamadığı için evlenmek istiyordu. Nasipmiş evlendik. Evlatlık kızını Ankara’ya getirdim. Burada okuttum ve evlendirdim. Ben Kırgızistan’da bir ev ve biraz arazi satın almıştım. Onları kızıma verdim. Eşim de ben, Ankara’ya döndükten bir ay sonra vefat etti. Abdullah İşler’in Türkiye’deki ilk evliliğinden 3 oğlu, 2 kızı oldu. Büyük oğlu Nurullah İşler, Ankara Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nde daire başkanı olarak çalışıyor. İkinci oğlu Prof.Dr. Emrullah İşler Gazi Üniversitesi’nde arap dili ve edebiyatı bölümünde öğretim üyesi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı, küçük oğlu Ahmet Sami İşler, tekstil dalında ticaret yapıyor. Kızları Hamiyet ve Nuran ev hanımı, evlendiler, çoluk-çocuk sahibi oldular. Abdullah İşler’in ilk eşi Zeliha Hanım, 2007 yılında vefat etti. Abdullah Hoca, bu kerre Kadime Hanımla evlendi. Allah her ikisine de sağlıklı ve mutlu ömürler versin.

 

Genel Bir Değerlendirme

 

 Hafız Abdullah İşler, öncelikle iyi bir hafızdır. Mısır şivesi ile ve etkileyici bir uslupla okuduğu Kur’an’ı Kerim’le dinleyenleri manevi olarak etkileme yeteneğine sahiptir. İkinci olarak, önce Türkiye’de sonra da Mısır’da 13 yıl eğitim görmüş bir kişi olarak İslam dini ile ilgili Arapça temel dini kaynaklardan kendi dili ile yararlanma olanağına sahiptir. Arkadaşı ve meslektaşı Rıza Çöllüoğlu’nun deyimi ile bu kaynakları gazete okur gibi okuma ve anlama gücü var. Aynı zamanda iyi bir hatip. Coşkulu vaazları ile kendisini dinleyenleri etkilemede başarılı bir vaiz. Buna karşın mütevazi, bulunduğu dini toplantılarda ön plana çıkmak gibi bir hevesi yoktur. Bu özellikleri ile Ankara’daki dini çevrelerde ve özellikle Kızılcahamam ve Çamlıdere’li hemşehriler arasında saygın bir yeri var. Halen 80 yaşın içinde. Yüce Allah sağlık ve mutluluk dolu yıllar sürecek bir ömür versin.   



Yöremizin yetiştirdiği âlimlerden

Abdullah İŞLER ile...

 

Kemal GÜRAN: Kızılcahamam Çamlıdere yöresinin yetiştirdiği değerli hocalarımızdan Abdullah İŞLER ile bir söyleşi yapacağız. Sayın Hocam, doğduğunuz köy, anneniz, babanız, doğum tarihiniz ve çocukluk çağınızla ilgili bize bilgi lütfeder misiniz?

Abdullah İŞLER: Bizim köyün adı Kuşçuören'dir, Kızılcahamam'ın Çeltikçi Nahiyesine bağlıdır. Kuşçuören köyünün arkasında koca bir dağ vardır, çamlık alandır, önünde de arpalık denen bir arazi vardır, iki tarafı dağlarla çevrilidir, karşısında Yakakaya köyü vardır. Şimdi köy yeri sel ağzında olduğu için kaldırılmaya çalışılıyor. 12 Eylül 1928'de Kuşçuören köyünde doğdum, on yaşıma kadar Kuşçuören köyünde büyüdüm. On yaşıma geldiğimde Alpagut köyüne Hafız Ağa'ya okumaya gittim. Alpagut köyünde Cin Durmuş derlerdi Allah rahmet eylesin, hanımı hâlâ yaşıyor Zeliha Ebe, onların evinde kaldım. Oradan da İstanbul'a Hafız Hasan Akkuş Hoca Efendi'ye okumaya gittim.


Kemal GÜRAN: Ne kadar sürede hafız oldunuz?


Abdullah İŞLER: Ben Alpagut köyünde bir senede hafızlığı bitirdim, daha öncesinde köyümüzde babam hafızlığa başlatmıştı ama ben küçüktüm, gezerdim oynardım.

Kemal GÜRAN: Babanızın ve annenizin ismi nedir?

Abdullah İŞLER: Annemin adı Ayşe, babamın adı Hasan. Babam “Molla Hasan” diye tanınır veya “Humanın Hasan” derlerdi, annesinin adı Humaymış. Babamın üçüncü hanımından doğdum. İlk hanımı ölmüş, o hanımından bir ağabeyim vardı, Hasan Hüseyin diye, Kızılcahamam'da kaldı, müezzinlikten emekli oldu, Kızılcahamam'da vefat etti. Sonra ağabeyinin hanımı ile evlenmiş, onunla geçinememiş ve ayrılmış, ondan sonra annem ile evlenmiş. Annemin de ilk kocası Yemen tarafında kalmış ve daha sonra annem ile babam evleniyor. Bu evlilikten dört erkek çocukları oluyor ve babamın önceki evliliğinden de bir oğlu vardı, onunla birlikte beş oldu. Annemin ilk evliliğinden bir kızı vardı, adı Zühre. Allah rahmet etsin o da vefat etti. Babam ile evliliğinden bir kızı olmuş fakat o da kırkı çıkmadan vefat etmiş. En büyüğümüz Hasan Hüseyin İşler vefat etti, diğer ağabeyim Musa İşler iki yıl önce vefat etti, şimdi de benden küçük iki kardeşim var, birisi Cafer İşler diğeri de Mustafa İşler.




Kemal GÜRAN: Hafızlığınızı Alpagut köyünde Hafız Ağa'da yaptınız, Hafız Ağa ile ilgili hatıralarınız var mı? Hafız Ağa'yı nasıl tanıyorsunuz? O dönemde Hafız Ağa'da sizinle beraber hafızlık yapan arkadaşlarınızla ilgili hatıralarınız var mı?


Abdullah İŞLER: Allah rahmet eylesin, biz Hafız Ağa'da talebelik yaparken, o dönemlerde Hafız Ağa talebelere karşı sert, heybetli ve disiplinliydi, tolerans göstermezdi. Hafız Ağa'yı köyün bir yerinde görecek olsak korkumuzdan kaçardık, yanına yaklaşamazdık. Bir hatıramı aktarayım, Alpagut köyünün Eylen denen bir yerinde duruyordum, Hafız Ağa gelmiş, yukarıya dikilmiş, kayaların yanından bana nasıl bir seslendi, ben de suya girmiştim, sesini duyunca ben de korkudan kıyafetlerimi apar topar nasıl aldıysam köyün bir yerine kaçtım. Benim talebelik dönemlerim bu şekilde ciddi geçti ve İstanbul'a gidip geldiğim zaman Alpagut'a gelirdim, her geldiğimde namazda bulunmamı ve okumamı isterdi.

Kemal GÜRAN: Hafız Ağa güzel okuyanları çok severdi, güzel okumaya âşık bir adamdı.

Abdullah İŞLER: Bir gün Hafız Ağa benim kaldığım evin kapısına kadar geldi, beni sormaya gelmiş, ben de Zeliha Ebe'ye “hasta olmuş yatıyor de olmaz mı?” dedim. O gün köyün camiine gitmedim, Hafız Ağa köye vardığımızda okumamız için sıkıştırırdı. O zamanlar köyde sohbetler iyi oluyordu, hafızlığı bitirdikten ve Hafız Hasan Akkuş'ta okuyup geldikten sonra köyde fazla kalamadım.

Kemal GÜRAN: Şimdi gelelim İstanbul safhasına.


Abdullah İŞLER: Nur-u Osmaniye Camiine Hafız Hasan AKKUŞ Hoca Efendiye okumaya gittim Allah rahmet eylesin. Çamlıdere'nin Elmalı köyünde Manifaturacı Hasan vardı, ona katıverdiler, o bizi İstanbul'a götürdü. Orada bir handa yattık.


Kemal GÜRAN: İstanbul'a ilk gidişiniz hangi yılda ve şartlarda oldu?


Abdullah İŞLER: 1945'te kamyonla gittik. Ben 1945 yılında okumak için İstanbul'a giderken köydeki komşular hepsi aralarında para toplayıp, bize verdiler.


Kemal GÜRAN: Köylü aralarında para topluyor, İstanbul'a talebe okutmaya gönderiyorlar.

Abdullah İŞLER: Evet, aynen öyle oldu. Babam köyde dibek döverdi, bağlarda kazma kürekle çalışırdı, işçilik yapardı, Allah rahmet eylesin, bu şekilde geçimini sağlardı ve bu şekilde çocuk okutmaya çalışırdı. İstanbul'da Hacı Fahri Efendinin evinde yatar kalkardık. Hafız Hasan Akkuş Hoca Efendide de her gün talim okumaya giderdik. Allah bilir ama “Sübhaneke”de on beş gün filan da kaldık. Çok değişik bir şey yapıyorlardı.Kur'an-ı Kerim'i baştan sonra kadar bitirdikten sonra da Talim Terbiye cemiyeti yaptılar, benim yanımda Rizeli yaşlı bir adam vardı, beraber diploma aldık.


Kemal GÜRAN: Peki, o safhada Arapça okuma oluyor muydu?


Abdullah İŞLER:Benim askerliğim Topkapı Maltepe'de oldu, askerde bir yedek subay beni emir eri yaptı, o zamanlar kışlalarda namaz kılınıyordu. Arapça okuma işini ben asker iken yaptım. Azakzade Apartmanında Musa Kazım diye bir hoca vardı Allah rahmet eylesin, onda Arapça okurdum. O zamanlarda Rıza Çöllüoğlu Hoca Efendi Fatih Camiinde müezzinlik yapardı. Ben Rıza Çöllüoğlu Hocada, “Emsile, Bina, Maksut” okuduğumu hatırlıyorum. Diğerlerinde de okuyordum ama onlar pek iyi anlatamıyorlardı, Rıza Hoca Efendi güzel anlatıyordu, o zamanlarda Akdoğanlı Sezai Efendi vardı, o da Rıza Hoca'da okudu.

Kemal GÜRAN: Hafız Hasan AKKUŞ Hoca hakkında bize nakledebileceğiniz anılar nelerdir?

Abdullah İŞLER: Hafız Hasan Akkuş Hoca Efendinin Nur-u Osmaniye Camii içinde bir Kur'an kursu vardı, biz oraya okumaya gidiyorduk, mesela bir gün “Sübhaneke” okumaya giderdik, okurduk, çalışırdık, oradan çıktıktan sonra ertesi gün tekrar çalıştığımız dersi verinceye kadar yapacak bir iş yoktu, boştuk. O zamanlarda bizi bir yöneten olsaydı, mesela medrese şeklinde veya mektep şeklinde bir eğitim sistemi olsaydı, günlük bazı dersleri okutsalardı demek ki daha başka olacaktı. Allah hepsinden razı olsun, o kadarı da oldu, buna şükür. Rahmetli Hafız Hasan Akkuş Hoca Efendi ile bizim fazla bir iç içe sohbetimiz yoktu, derslerden tanırdık bir de cuma günleri hutbe okurdu. O zamanlarda cuma günleri bir usul vardı; caminin meşhur hocaları Kur'an-ı Kerim okurlardı, biz rahmetli Hasan Akkuş Hocayı dinlemek için yanına yaklaşırdık, o mahfilde okurdu, orada dinlerdik, çok hoşumuza giderdi. 1964'te Ankara'da Hacı Bayram Camiinde Mustafa Maden'in tertip ettiği bir toplantı oldu, İstanbul'dan Hasan Akkuş rahmetli ve daha başkaları vardı, ben de Mısır'dan yeni gelmiştim. Beni konuşmam için kürsüye çıkardılar. Ben bir konuşma yaptım, “Muhterem hocalarımız burada, aramızda bulunuyorlar, bizlere güzel bir Kur'an ziyafeti verecekler” dedim. Hafız Hasan Akkuş Hoca Efendi ile Cami'den çıktıktan sonra görüştük ve daha sonra da görüştüğümüzü hatırlamıyorum.

Kemal GÜRAN: Mısır'a nasıl gittiniz?

Abdullah İŞLER: Ben askerliği bitirince, askerlik arkadaşım Malatyalı Ahmet Ramazan ile beraber Mısıra gitme işi oldu. Ahmet Ramazan bana, “ben Mısıra gideceğim” ben de ona, “ben de Mısıra gideceğim” derken ikimizi bir Mısır sevdası aldı, askerliği bitirince ben köye gelmeden evvel, Hacı Fahri Efendiye fikrimizi anlattık o da bize pasaport almamız için yardım edeceğini söyledi, helalleştik, pasaportu çıkarttık. Pasaportu çıkarttıktan sonra vize almak gerekiyor, Mısır herkese vize vermiyordu, Allah rahmet eylesin Mustafa Runyun Hoca Efendinin Mısır konsolosuyla arkadaşlığı varmış, bize vize çıkarttı. Daha sonra köye geldim, köyde anamı, babamı ziyaret ettim, ben Mısıra gideceğim için acele etmek istedim, köyde ziyareti kısa tutmak istiyordum. Annem ve babam razı olmadı bana, “köyde birini bulalım evlen” dediler ve beni alelacele Alpagut köyünden biriyle nişanladılar. Ben bir iki ay sonra anneme babama, “ilim söz konusu olursa Allah günah yazmazmış, hocalarımdan duydum, ben gideceğim” dedim. Ben diretince gene köylü bana üç beş kuruş para toplayıverdi, o parayla İstanbul'a gittim. İstanbul'dan Hacı Fahri Efendi Allah rahmet eylesin biletimizi alıverdi, vapurla Mısır'a gittik. 12.ayın 16'sında İskenderiye'ye indik.

Kemal GÜRAN: Bütün tahsiliniz o zaman Mısır'da oldu değil mi?

Abdullah İŞLER: Evet, ortaokulu, lise, üniversite tahsilini Mısır'da yaptım.

Kemal GÜRAN: Hangi branşı bitirdiniz?

Abdullah İŞLER: Benim bitirdiğim Bölüm Külliyet-i Şeriyya , İslami Hukuk Fakültesi oluyordu, daha sonra “Medeni Hukuk” getirdiler bir sene de onu okudum. Bu arada Türkiye'de 1960 senesinde ihtilal oldu, 60 ihtilaline kadar Türkiye'ye her sene gelir giderdim, ihtilal olduktan sonra Türkiye'ye 3-4 sene gelemedim, orada kaldım. Yunanistan ve Gümülcine'de yaşanan bazı olaylar ile ilgili konuşmalar yapmıştım, Türkiye'ye geldikten sonra polisler epey beni sorguladılar, konuşmaları araştırdılar, o zamanlarda tutuklama olmadı ama adına mimleme dedikleri ismimi not alma oldu.


Kemal GÜRAN: Peki, Gümülcine'ye ve Yunanistan'a oradan ne için gidiyordunuz?

Abdullah İŞLER: Ramazan'da vaaz etmek için gidiyordum. Hatırlayabildiğim kadarıyla 3 sene gittim. En son 1959 senesinde gittim, daha sonra İhtilal olunca gidemedik. 1963 Ağustos ayında Kahire'den Avrupa vapuruyla ayrıldık, Vapurla evvela İspanya, Fransa, İtalya'ya gittik oralarda epey kaldık.


Kemal GÜRAN: Türkiye'de hangi görevlerde bulundunuz?

Abdullah İŞLER: 1970'de Polatlı'da müftü olarak görev aldım. 13 ay görev yaptım ve daha sonra Milli Selamet Partisi kuruldu. 1973'de Partiden bana geldiler illa sen seçime gir dediler ve nasıl olduysa beni ikna ettiler. Seçimlerde kazanamadık, sonra Mengen'e vaiz olarak gittim, orada bir iki sene kaldıktan sonra Ankara'ya vaiz olarak geldim. Daha sonra İzmit Gölcük'e vaiz olarak gittim. Gölcük'te bizim Ahmet Sami talebeydi, orada on bir ay kaldıktan sonra 1987'da emekli oldum. Emekli olduktan sonra Avrupa'ya gittim, emekli olmadan evvel bir defasında Süleyman Ateş Diyanet Reisi olmadan bizi (50 kişi) Avrupa'ya gönderdiler. O zaman ben Berlin'e gittim, Berlin'de bir ramazan ayında kaldım geldim. Daha sonra da emekli olunca tekrar Berlin'e gittim. Orada bir iki sene kaldım. Türkiye'ye geldiğimde bir rahatsızlık geçirdim, safra kesesinde taş varmış onu aldırdıktan sonra bir müddet gidemedim. O arada benim yerime bir Hoca tutmuşlar, daha sonra Berlin'den bir telefon geldi beni başka bir camiye çağırdılar ve oraya gittim. Berlin'den de iki sene sonra (1990'da) geldim.

Kemal GÜRAN: Sizin tasavvufi hayatınız var mı?


Abdullah İŞLER: Türkiye'ye 1963'te geldim, ertesi sene 1964'te bizim Kızılcahamam'daki Osman Emiroğlu ve bir de Kızılcahamam'da Salih adında bakkal vardı, üçümüz İstanbul'da Mehmet Zahit Kotku Efendiyi ve Hacı Sami Efendiyi ziyaret edelim diye kararlaştırdık. İstanbul'da Mehmet Zahit Efendiyi ziyaret ettik, oradan da Hacı Sami Efendiyi ziyarete gittik ve bizim Bakkal Salih dedi ki, “Efendim biz sizden ders almaya geldik”. Hacı Sami Efendi, “Bizim âdetimiz ders almak isteyene istihare yapmasını önermek, siz istihare yapın, sonra neticesine göre durumu bize bildirirsiniz, gelirsiniz, görüşürüz” dedi ve ekledi, “biraz tövbeye devam edin, biraz nafile oruç tutmaya, gece kalkabilirseniz ibadet etmeye çalışın” dedi. Daha sonra oradan ayrıldık ve istihareyi öğrendim, daha sonra ben ikinci defa tekrar gittim. Geldiğimde tekrar istihare yaptım, ayan beyan o zamanları güzel oluyordu demek ki açık görmüştüm.
İstihare de şöyle; İstanbul'da kendimi Beyazıt Camii'nde görüyorum, eski camilerde kürsünün üstünde parmaklıklar vardı, orada oturur, sohbet ederlerdi. Camiye girdikten sonra o parmaklıkların etrafında güzel giyinmiş insanlar oturuyordu ve sordum, “Neden burada oturuyorsunuz?” dediler ki, “Şimdi buraya bir zat gelecek, o zat bize konuşacak biz onu bekliyoruz” dediler. Ben de beklemek istedim ama parmaklıkların arasından içeri giremedim dışarıda kaldım, bahsettikleri zat geldi, ben o zatı tanıdım, daha önce de görüşmüştük. Kürsüye çıktı konuşmaya başlamadan önce bana baktı elinde iki tane farklı renklerde kitap var, birisinin rengini gül rengi diğerini de kül rengine yakın gördüm. Hacı Sami Efendi bana rüyamda kitapları uzattı verdi, ben uyandıktan sonra tekrar İstanbul'a gittim. Hacı Sami Efendi bana, “İstihare yaptın mı?” dedi ben de, “Evet Efendim” dedim istihareyi anlattıktan sonra bana dersi verdi. O zaman Hacı Sami Efendi Hazretlerine intisap ettim ve böylece devam ettim. Daha sonra Hacı Sami Efendi Hazretlerinin vefatı üzerine Hacı Musa Efendi aldı ona devam ettim, daha sonra da oğlu Osman Nuri Efendiye intikal etti, şimdi de öylece devam ediyoruz.

Kemal GÜRAN: Yayınlanmış eserleriniz var mı?

Abdullah İŞLER: Ben bir eser yazma işini yapamadım, okulda eğitim iyi değildi, bize nasıl çalışmamız gerektiğini söyleyecek ve yön verecek bir öğretmenimiz hiç olmadı. Benim eğitim hayatım eski medrese usulü ile oldu Allah'a şükürler olsun. Bir zamanlar kitap tercümesi yaptım. Fakat o zamanlarda kitap basmak ve satmak zordu. Diyanet İşlerinde mütercimlik yapıyordum, Prof Dr. Eyüp Sanay Hoca ile bir kitabı tercüme etmeye karar verdik ve çalışmaya başladık. Ben tercüme edip Eyüp Sanay'a veriyordum, o da tercümeyi düzeltiyordu. Kitabın taslağını çıkardık ve hemşehrimiz Hüdaverdi Çakır kitabın basılmasında yardımcı oldu, kitabı çıkardık. Kitabı satmak için yayınevlerine gittik, yayınevleri bize kitabın maliyet bedelinin altında bir miktar ödeme sundular. Uygun bulmadığımız için kendi imkânlarımızla satmaya karar verdik, bazı camilere ve bazı kişilere kitap dağıttık ama onun da faydasını görmedik.

Kemal GÜRAN: Eserin sahibi kim?

Abdullah İŞLER: Mısırlı bir yazar, o kitaplar satılmadı, satılsın diye verdiğimiz kitaplar da geri dönmedi. Elimde kalan kitapları Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin kütüphanesine verdim.

Kemal GÜRAN: Kırgızistan'da da görev yaptınız, biraz da ondan bahseder misiniz?

Abdullah İŞLER: Anadolu Finans Kurumundan beni “Dini Müşavir” olarak istediler. O sırada ESYAV'a öğrencilere ders vermeye de geliyordum. Kırgızistan azatlığını almıştı, Mustafa Kalfaoğlu, Ahmet Kaya, Mustafa Kaya oraya gitmişler, orada vaktiyle Sovyetler döneminde yazarların, yaz ve kış tatillerini geçirdikleri bina yapılmış o binayı Mustafa Kalfaoğlu kiralamış. Onlar da benimle görüştü, bana “oradaki Kırgızların İslamiyet hakkında hiçbir şey bilmediklerini, Müslüman olduklarını söylüyorlar ama bir şey bilmiyorlar” dedikten sonra, onlara İslamiyet hakkında bilgi vermek konusunda yardımcı olmamı istediler. Ben de onlara oraya gideceğimi söyledim. 1992'nin 9. ayında Kırgızistan'a gittim, iki hafta orada kaldım ve oraya dini açıdan gidilmesinin mecburi olduğu kanaatine vardım. Ben tekrar 1992'nin 12. ayında Kırgızistan'a gittim ve oraya ilk zamanında altmış talebe koyduk, ben Kırgızistan'da dokuz sene kaldım.

Kemal GÜRAN: Dokuz yıllık Kırgızistan göreviniz esnasında ne kadar talebe yetiştirdiniz ve nasıl bir eğitim yapıyordunuz?

Abdullah İŞLER: Kırgızistan'da eğitim şöyleydi; Türkçe öğretiyorduk, Arapça öğretiyorduk, din eğitimi ve hafızlık eğitimi veriyorduk. Talebelere ilk senelerinde Kur'an-ı Kerim'i okumayı ve Amme Cüzünü öğretiyorduk, imamlığın şartlarını öğretiyorduk yani talebeler ilk senesinin sonunda imam olabiliyorlardı. Talebelerimizden hafızlığı bitiren 60 kişi Pakistan'a gittiler, Suudi Arabistan'a gittiler, Mısır'a gittiler ve fakülte bitirdiler. Daha sonra medrese açtılar. Biz her sene 70 talebe alıyorduk ve onların arasından 20'si devam edemiyorlardı ama her sene 50 talebe okumaya devam etti ve böylelikle 450-500 talebe yetiştirdik. Bize Asya'nın değişik yerlerinden gelen talebeler vardı, Özbekistan'dan, Kazakistan'dan, Türkmenistan ve bunun gibi civarda duyanlar geldi. Kimi zaman bana Rusya'dan, Pakistan'dan, Kazakistan, veya Mısır'dan yetiştirdiğim talebelerim telefon açarlar, hal hatır sorarlar.

Kemal GÜRAN: Sizin orada eğitim verdiğiniz medrese daha sonra fakülteye mi dönüştürüldü?

Abdullah İŞLER: 2001 senesi diye hatırlıyorum, fakülteye çevrildi ve Kırgızistan'daki bir Müftülüğe bağlı İlahiyat Fakültesi gibi oldu fakat zamanla Diyanetin bir şubesi gibi eğitim vermeye devam ediyor. İstanbul'dan Aziz Mahmut Hüdai Vakfı maddi olarak desteklemeye devam ediyor. Mesela orada eğitim verdiğimiz talebelerden buraya gelip de İstanbul Haseki'de kalanlar da oldu ve öğretmenlik yapanlar da var. Orada benim eğitim verdiğim ve şu an orada görev yapan benim tahminime göre 100'ün üstünde talebemiz var.

Kaynak: http://www.esyav.com/ESYAVbulteni/2009temmuz-agustos/abdullahisler.html




2 Yorum - Yorum Yaz

 Şeyh Ali Semerkandi Hz. Soyundan

Halil DEDE

Çamlıdere - Bardakçılar  Köyü Halil Dede Türbesi

Çamlıdere İlçesi Bardakçılar Köyü Kabristanında türbesi bulunan Halil Dede, Hazreti Ömer (r.a) neslinden  ve Şeyh ali Semerkandi Hazretlerinin evladındandır.

26 Şaban 1308 Hicri tarihli bir belgede "Yabanabad kazası Avdan karyesinde medfun Hazreti Ömer soyundan  Halil Dede'nin" ibaresi geçmektedir.

Osmanlı belgelerinde Halil Dede zaviyesi "Avdan Tekkesi" ve Avdan Karyesi Tekkesi" olarak zikredilmiştir.

Günümüzde Halil Dede Türbesi onarım görmüş ve bakımlıdır.

Kızılcahamam ilçesi Karacaören Köyünde  türbesi bulunan "Yunus Dede" nin  Şeyh Ali Semerkandi Hazretlerinin  soyundan geldiği halk arasında  rivayet edilse de  bu hususta Osmanlı arşivlerinde  bir kayda rastlanılmamıştır.Yunus Dede Türbesi sonradan yapılmıştır.

Çamlıdere - Bardakçılar  Köyü Halil Dede Türbesi


Kaynak: "Şeyh Ali Semerkandi ve Sığırcık Suyu" Abdulkerim Erdoğan s.101

 



 

 Şeyh Ali Semerkandi Hz. evladından 

Şeyh Abdurrahman

 

 

 

 

 

Şeyh Ali Semerkandi hazretlerinin evladından bazıları Kuzviran/Seydiler/Şeyhler (Çamlıdere) köyü'nden ayrılarak başka köylere hicret ederek buralarda kurdukları zaviyelerde irşat faaliyetlerini sürdürmüştür.

Günümüzde Kızılcahamam ilçesi Otacı Köyü Şıhlar Mahallesinde  türbesi bulunan Şeyh Abdurrahman Hazretleri de Şeyh Ali Semerkandi evladındandır.

1571 yılında Ankara Sancakbeyi Mehmed ve Ayaş kadısı  İstanbul'a gönderdikleri mektupta;Yabanabad nahiyesinin Seydiler (Şeyhler) köyünde mezarı olan Hazreti Ömer (r.a)'in  soyundan gelen  Seydi Ali (Şeyh Ali Semerkandi) hazretleri evladından  Şeyh Seydi Muhammed ve Abdurrahman'a bir miktar vakıf tayin edilmesini isterler.

 İstanbul'dan gönderilen fermanla Çubuk nahiyesinde bulunan  ve Ahi Durak Zaviyesi'nin vakfı olan Kara Fatma Mezrası'nın gelirleri Şeyh Ali Semerkandi hazretleri evladından olan  Şeyh Seydi, Muhammed (Mehmed) ile Abdurrahman'a ve bunların soyundan gelenlere verilir.

Ayrıca Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi'nde de "Şeyh Abdurrahman Zaviyesi Vakfı" kaydı bulunmaktadır.

 

Otacı Şıhlar- Şeyh Abdurrahman Türbesi,(Haziran 2008)

 


 

Kaynak: Abdulkerim Erdoğan-Şeyh Ali Semerkandi ve Sığırcık Suyu s.99




0 Yorum - Yorum Yaz

 ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİNİN 

ŞEMALİ

 

 

 Şeyh Ali Semerkandi (Kaddesallahü Sirrahü) uzun boylu, iri cüsseli idi.

 Nurani yüzlüydü. Buğday renkliydi. Kırmızı benizliydi.

 

 Elleri büyükçe olup bıyıklı ve ak sakallıydı.

 Beyaz sakalı ve beyaz elbisesi ile şeklen ve manen efrad-ı beşer için ne güzel bir nümune idi.

 Elini öpmek isteyenler onun eline kapanmaya kalkarlar, fakat O Büyük Veli Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri elini geri çekerdi.

 Nurani yüzü, buğday renkli benzi ve ak sakalı ile inananlara iltifat eder, tanışmak için ziyaretine gelenleri yanında bulunanlara takdim ederdi.

 Dostça gelenlere ilgi gösterip muhabbetle bakardı.Uzun boy üzerinde nurani yüzlü, buğday renkli ve ak sakallı Şeyh Ali Semerkandi inananların hayalinde ve gönlünde her zaman dolaşmakta, bundan böyle ünü dünyaya yayıldığı için unutulmamaktadır (1).  

-İslamı bihakkın yaşayarak, ilahı aşk ile yani Adem atamızdan miras olarak kalan aşk ile hayatını manevi cihazla renklendiren Şeyh Ali Semerkandi tavazu babında yükseklerin yükseğine çıkmış, kemale ulaşmış, iman nuru ile coşmuş, herkesin imdadına koşmuş ve Rabbimiz’in katında Alem-i İslam’ın yakından tanıdığı büyük bir veli olarak kainatta iz bırakmıştır.

-Kavlini, fiilini ve halini Peygamberimiz, Efendimiz iki cihanın fahri, sultanı Muhammed Mustafa Sallellahü Aleyhi Vesellemin sünnetlerine tıpatıp tabi kılan Şeyh Ali Semerkandi Rasül-i Ekrem’den her kulun erişemeyeceği kıymetli yakınlık görmüştür. Bu durum Şeyh Ali Semerkandi için rütbelerin en büyüğüdür.  

-Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri bugün manevi evlatlarım diye tanımladığı Çamlıdere insanının kendisi için yaptırdığı türbesinde yatmaktadır.  

     

(1)   Alem-i nevmden nakilun: Çamlıdere’den Eşref oğlu Hacı Hasan Hüseyin Erşahin, Halil oğlu ibrahim Gürsoy, Buğralar’dan Musa oğlu Zuhuri Aşçı. 

 




1 Yorum - Yorum Yaz

 

 ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİNİN ESERLERİ

Şeyh Ali Semerkandi’nin Çamlıdere’de tefsiri, memkıbeleri ve benzeri kayıtları vardı.

Vaktile bu eserler o devrin Osmanlı padişahına götürülmüş, padişah memnun kalıp ilgi göstermiş ve eserleri kendine takdim edenlere ikram ve izzette bulunmuştur.

Padişahın etrafındaki devlet erkanı ve o günün Şeyhü’l-İslam makamında bulunan İslam alimi ve öbür ülema yakınlık duyup Şeyh Ali Semerkandi’nin Çamlıdere’de yattığını tasdik ederek kayıtlara intikal ettirmişlerdir. 

Padişahlıkça gönderilen tahsisat H. 1330 senesine kadar Çamlıdere’ye gelmiştir.Umumi harp çıkıp seferberlik ilan edilince herşey sona erdi, tahsisat kesildi.Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu belini doğrultamadı, olanlar oldu, ülkenin çehresi değişti, eserler olsun, kayıtlar olsun bilinmezlik içinde tarihin meçhul sayfalarına gömülüp gitti.  

 Şeyh Ali Semerkandi ile ilgili “Barü’l-Ulüm” adında gayri matbu tefsir vardır.Hatta zatına has menakıbı var idi, belirli zevat tarafından görülüp okunmuştur.

 Fakat M. 1926 tarihinde büyük bir yangın çıkıp birkaç ev hariç Çamlıdere’yi yer ile bir etti.Yangın karşısında herşeyini (kül olup) savrulmaya terkeden Çamlıdere Şeyh Ali Semerkandi hakkındaki eserleri ve kayıtları da (birkaçı hariç) ateşler içinde kül olup gitmekten kurtaramamıştır.Onun için deniliyor ki zikri geçen kıymetli zatın yazılı ve kıymetli belgeleri, menkıbeleri evlerle birlikte yanmış ve kaybolmuştur (20).Lakin eldeki belgeler yeteri kadar tatmin edicidir. 

 


 (20)   Nakil: Çamlıdere’de Sakin Ahmet oğlu Hasan Fazlı (pederi merhum Ahmedi Bircan’dan naklen).   

 



 

Şeyh Aliyyüs Semerkandi Hazretlerinin Çobanlık Yapması

 

 

 

Yüksek bir alim ve kadı nasıl ve neden çoban olabilir.?                                                                                                                                      Büyük ilim sahipleri hiçbir zaman ilimlerinden öğünmezler. Hatta gururlarına kapılmaktan çok korkarlardı                                                                                                                                                                Bu nedenle çok basit görünmeye özen gösterirler,giyim ve yemeklerinde dahi aşırıya kaçmazlardı.                                                                                                                                                                                                            Şeyh Aliyyüs Semerkandi kendini bir alim olarak tanıtmaz, sade giyinir, sorana  çoban olduğunu ifade derdi.                                                                                                                                        Anadolu’da  ne olduğunu soranlara: “garip bir çobanım ve zahrül vasılınım” derdi.                                                                                                                                                                                                      Çoban olduğunu söylediğinde muhakkak kendisine sürü verdikleri de olmuştur.                                                                                                                                                                                                                Allah’ın kendisine bahşettiği ilim neticesi kuzu-koyunu emmezdi.                                                                                                                          Bu,  tüm tabiat, hayvanlar insanlar ile tam uyumunu, onlarında  kendisiyle  hemen uyum içine girdiğini ifade eder                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                      

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                            .      

Kaynak:Hüseyin-Ali Kemal KOCAKUŞAK                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                  .



 

ŞEYH ALİYYÜS SEMERKANDİ HAZRETLERİNİN (K.S) İLMİ VASIFLARI

Şeyh Aliyyüs Semerkandi (ks) , Semerkant fakihi (hakimi) ve imamı idi. Döneminde tüm İslami ilimler, matematik, astronomi, tıp ve hukukta en ileri alimdi. Kelam ilminin kaynağı idi. Manevi yönden kırkların ileri geleni olarak tanınmış idi.

Yaşadığı dönemde tüm dünya onun ilmini biliyordu.  Müslümanlar kadar Hıristiyanlar, Budistler, dinsizler, şamanlar herkes ilmine kesin saygı gösteriyordu.

Cengiz Han Semerkant’ı aldığı zaman ilk olarak  Şeyh Aliyyüs Semerkandi’yi (ks)  çağırttı. Hayatına kesinlikle dokunulmamasını emretti. 

Şeyh Aliyyüs Semerkandi’den(ks) kendisinden ilim öğretmesini ve yanında kalmasını istedi. Şeyh Aliyyüs Semerkandi(ks) 50,000 kişinin fidyesini kendisine takdim etti, onların hayatına dokunulmayacağı konusunda kesin söz aldıktan sonra “ben fakirlerin imamı olmayı tercih ederim,hiçbir Semerkant’lının da senin yanında kalacağını sanmam” dedi. 

Tek Şeyh Aliyyüs Semerkandi (ks) bu zalim hükümdara zalimliğini hatırlatabilirdi. Hükümdara ilmi nedeniyle üstün gelmişti . hükmedenlerinde piri olduğunu ispat etti.

Yüz binlerce soydaşının ,yakınlarının arkadaşlarının katledildiği anı gözleriyle gördü. Onların gözleride imamları olan Şeyh Aliyyüs Semerkandi’de (ks) idi.

Kıyım  Semerkant’ın içinde tek bir hareketle yapılmış idi. Şahadete  ulaşanları duaları ile katık olmaya çalıştı. Yüreği kor oldu. Dünya hayatından uzaklaştı. 

“Onlar ulaştı biz kaldık, onlar şahadete erdi, biz kaldık, ancak onlara zahrul vasılın oluruz” diyerek talan edilen evinden tüten ocağın sembolü saç ayağını, asasını alarak çoban kılığında Semerkant tan gözyaşları içinde ayrıldı.

Osmanlı padişahlarının tekrarlayarak verdikleri 17 fermanda Şeyh Aliyyüs Semerkandi’ nin şu özellikleri vurgulanmıştır:

Bunlar Osmanlı kayıtlarında kesin olarak tespit edilmiş ve ferman olarak işaret edilmiştir,

Şeyh Aliyyüs Semerkandi Hazretlerinin beş büyük vasfıdır.

Kıdvetül Kuzat Vel Hükkam: Kadıların Ve Hakimlerin Mühtadası (imamı).

Madenul Fazlı Vel Kelam : Faziletlerin Ve Kelamın  Madeni, Menbaı.

Kudbul Arifin: Ariflerin ve alimlerin En Büyüğü.

Zahrul Vasılın : Allaha Ulaşanların Zahiresi katığıdır.  

Pişvai Ricali Erbain :Kırkların İleri Geleni. 


Kaynak:Hüseyin Kocakuşak-Ali Kocakuşak 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

 

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİNİN

FIRINDA YAKILMASI OLAYI 

Velilere keramet tariki ile verilen yetki ve kabiliyetten biri de ilgili ve­linin ateşte yanmamasıdır. Şeyh Ali Semerkandî böyle bir deneme ile de karşılaşıp kerametini biiznillah tecelli ettirmiştir, îçi ateş dolu firma girip (veya girdirilip) oturmuş, yanmamıştır. Bu şekilde keramet izhar eden ku­tuplar vardır . Şeyh Ali fırından sapasağlam çıkmıştır.

İmansızın biri velilerden birine yaklaşıp: «Ey pîr! Duyduğuma göre bi­zim gireceğimiz cehenneme siz de girecekmişsihiz. O zaman aramızda ne fark kalır ve bu nasıl olur?» dedi. Allah'ın velisi bu imansızı ateşle dolu bir fırının önüne kadar götürdü. Kendi elbisesinden bir parça, bir parça da imansızın elbisesinden kesip fırının içine attı. Fırının ateşi sönüp bittikten sonra baktılar ki imansızın elbisesinden kesilip atılan parça kül olmuş. Fa­kat Allah'ın velisinin elbisesinden kesilip atılan parça olduğu gibi duruyor, ateş hiç dokunmamış. Veli imansıza dönerek: İşte Cehennem'de sizinle bizim aramızdaki fark buna benzer» dedi. Mü'minler cehennem'e (yanmayan elbise şeklinde) girdikleri gibi, imansızların cehenneme girmeleri de yanan elbise parçası gibidir. (Erenler Bahçesinden, s. 125, ist. 1960) İmansız bu manzara ve ibretli olay karşısında hemen iman etti.

Şeyh Ali Semerkandî'nin ateşte yanmadığını gören kimseler, O'nun bü­yüklüğünü takdir eden kişiler. O'nun yanında olup ondan müstefid olmuş­lardır. Her bakımdan Çamlıdere'ye ilim irfan ağacını diken Ali Semerkandî Çamlıdere'de ve pek çok ülkelerde unutulması mümkün olmayan simalar seviyesinde kalmaya devam etmiştir.

Moğol katliamı yanında Müslümanları; haçlı akınları ve Batıniler’de katlediyorlardı. Türk- Müslümanlar, bu üç tehlike içinde sürekli daha emin yerler arıyorlardı.  Batıniler haşhaş kullanarak cinayetler işliyor,önemli devlet adamlarına ve alimlere eziyet veriyorlar veya öldürüyorlardı. 

Semerkant tan Anadolu’ya geçmekte iken Şeyh Aliyyüs Semerkandi Hazretlerine Batıniler tarafından eziyet edilmiş olabilir.

Türlü eziyetler yaptığı bilinen bu şuursuz insanlar kendini sıcak fırına koyup bir eziyet yapmış olabilirler.

Bu olayın Anadolu’da vuku bulması mümkün değildir.

Heleki Çamlıdere ve çevresinde bulunan Türk asıllı Müslüman köylerden böyle bir hareket tarzı beklenemez.

Şeyh Aliyyüs Semerkandi Hazretleri Çamlıdere ve çevre köylerini saraylara,

zenginlere ve vezirliklere değişmemiştir.


Kaynak:Hüseyin AŞIK - Hüseyin KOCAKUŞAK-Ali KOCAKUŞAK

 




1 Yorum - Yorum Yaz

 

YÜKSEK BİR HAYA ÖRNEĞİ

HAFIZ ZİYA TIĞLIOĞLU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Doğumu ve Eğitimi

Hafız Ziya Tığlıoğlu, 1909 yılında Çamlıdere İlçesindedünyaya geldi. Dini hizmet mesleği ile ilgili eğitiminiHafız Halil Okur’dan aldı. Hafız Halil Okur’da hıfzınıbitirdi. Talim ve tecvit bilgilerini de Hafız HalilOkur’dan aldı. Oğlu Fahri Tığlıoğlu’nun ifadesi ile Çamlıdere’den dışarı çıkmadı. Resmi eğitimi ilkokul seviyesinde kaldı. 

Resmi Görevleri

Hafız Ziya Tığlıoğlu, Hocası Halil Okur Hoca Efendi’ye büyük saygı duydu.1950 yılına kadar Çamlıdere Merkez Camii’nde Halil Okur’un müezzinliğiniyaptı. Hafız Halil Okur, hem belediye başkanı hem de Çamlıdere Merkez Camii’ninimam- hatibi idi. 1950 yılında iki görevden birini tercih etmesi gerektiğinden,belediye başkanlığını seçti. Bu nedenle Hafız Ziya Tığlıoğlu ısrarla istememesinerağmen Çamlıdere Merkez Camii imam-hatipliğine atandı. İmam-hatipliğeatanmasına karşı çıkması, hocası Hafız Halil Okur’a olan saygısından ilerigeliyordu. “Ben Hocam Halil Efendi varken imamlık yapamam. Ben onunönüne geçip de namaz kıldıramam” diyordu. Sonunda hocası Halil Okur’un ısrarıüzerine imam-hatiplik görevini kabul etti. Emekli oluncaya kadar ÇamlıdereMerkez Camii İmam-Hatipliğini sürdürdü. Türkiye’de dini eğitimin yaygınlaştığıyıllarda, resmi kadrolu Kur’an öğreticisi de oldu. Hem imam hatiplik, hem deKur’an öğreticiliği görevlerini birlikte yürütüyordu.

Kur’an’ı Kerim’e Hizmetleri ve Öğrencileri

Hafız Ziya Tığlıoğlu, Çamlıdere’nin içinden ve dışından, erkek-kadın çoköğrenci yetiştirdi. Çok kimseyi hafız yaptı. Hafız Rıza Çöllüoğlu ilk öğrencilerindendi.Rıza Çöllüoğlu, Ziya Tığlıoğlu hakkında şu bilgileri veriyor:- Ziya Tığlıoğlu, Çamlıdere’de doğdu, orada büyüdü ve okudu. Hepsi bu.O, eşi az bulunan bir insandı. Çamlıdere’de ondan Kur’an okumayan pekazdı. Kadın-erkek kim gelirse hem evinde, hem de camide okuturdu. Çamlıdereyoksul bir yerdi. Geçinmesi için vakarını hiçbir zaman zedelemedi.Benim mesleki hayatımın ilk temel taşı Ziya Tığlıoğlu hocamdır. Hayatımboyunca ona büyük saygı duydum. Minnet borcumu ödemeye çalıştım, ondanda büyük sevgi gördüm.Oğlu Fahri Tığlıoğlu’da babası hakkında şunları anlatıyor:

-Babam iyi bir hafızdı. Babamın Kur’an’dan başka derdi yoktu. İşi-gücüKur’an okumaktı. 1946-1950 arası yüzlerce hafız yetiştirmiştir. Hoca HalilOkur, öğrenci okutma işini bırakınca, öğrencilerini babama göndermişti.“Ziya okutacak sizi” demişti. Çamlıdere’de erkek-kadın, babamdanKur’an’ı Kerim okumayan yoktur. Ölünceye kadar da okutmaya devam etti.Sadece Çamlıdere’den değil, Ankara’nın çok çeşitli ilçelerinden de öğrencilerivardı. Bir ara öğrenci okutmada sıkıntılı günler geçirdi. Karakoldan çağırdılar. Karakol komutanı “Öğrenci okutmayacaksın!” diye baskıyaptı. Babamı sürekli karakola çağırıp, “Öğrenci okutmayacaksın!” diyesıkıştırıyorlardı. Bu baskılar artınca, “baba istersen biraz okutma, yoksa seni hapsedecekler” dedik. O, “siz benim işime karışmayın” diyerek, öğrencilerini okutmaya devam etti. Bu baskıların çok şiddetlendiği günlerdebazı önlemler aldı. Çamlıdere dışından gelen öğrencilerine, “Siz akşam olunca evinize gitmeyin, kitaplarınızı giysilerinizin altına saklayın ve bizimeve gelin. Ancak Çamlıdere’li olanlar okumaya gelmesin” dedi. Babam bu koşullar altında Kur’an’a yıllarca, hatta ölünceye kadar hizmetetti.

Çamlıdere dışından gelen ve Ziya Tığlıoğlu’nda hafızlık yapan öğrenciler,zor koşullar altında hayatlarını sürdürüyorlardı. Kimi Çamlıdereli bir aileye sığınıyor,kimi kiraladığı evde kalıyor, kimi de cami köşelerinde, soğuk kış şartlarındabarınmaya çalışıyorlardı. Bu öğrencileri barındıran aileler için, Mehmet Mandalşunları söylüyor:- Çamlıdere’nin hanımları çok dindardı. Her ev en az 2-3 çocuğa bakıyordu.Onlardan para almazlardı. Çocukların anaları-babaları ziyarete gelirken bir şeyler getirirlerse, sadece onları alıyorlardı.Ziya Hoca öğrencilerini sabah erken saatlerde ya da akşam hava karardıktansonra evinde okuturdu. Yeni evli olduğu günlerde, bu durumdan biraz sıkılır gibi olmuştu. Bu durumu hisseden eşi Hatice Hanım “Hoca,eğer sen bu çocuklara bir şey söylersen, sana kadınlık hakkımı helal etmem” dedi ve Ziya Hoca’nın evinde öğrenci okutmasının bütün sıkıntılarına katlanacağını ifade etti. Hafız Ziya Tığlıoğlu, ömrü boyunca Kur’an’la yattı, Kur’an’la yaşadı. İleriyaşlarında dahi Kur’an’ı Kerim ezberini diri tutmak için çabaladı. Oğlu FahrettinTığlıoğlu anlatıyor :- Babam bir gün namazdan eve gelmişti. Onu kendi halinde bir uğraşı içinde gördüm. “Baba ne yapıyorsun” dedim. “Kur’an okuyorum” dedi.“Baba sen bu yaşında çalışırsan, benim halim ne olacak?” dedim. “Oğlum, eğer ben Kur’an’ın bir satırını unutursam, 40 günde ezberleyemem”dedi. Halbuki o, Kur’an’ı Kerim’in her sayfasını “FATİHA SURESİ”gibi okuyacak durumda idi. Ona hem babam olduğu için ve hem de buKur’an aşkı ve hizmeti nedeniyle büyük sevgim ve saygım vardı. Beni hafızyaptı, yüksek okul dahil okuttu. Ben bu gün ekmek yiyorsam, ondan okuduğumhafızlığım nedeniyle yiyorum. Diğer öğrenimler bir diplomadan  ibaret.

Evliliği, Çocukları ve Avcılığı

Hafız Ziya Tığlıoğlu, Çamlıdere’de imamlık yapan Hasan Efendi’nin kızı Hatice Hanımla evlendi. Bu evlilikten Muhsin, Fahri ve Muharrem isimli oğullarıdünyaya geldi. Muhsin, 1971’de vefat etti. Muharrem, Çamlıdere’de imam-hatiplikyaptıktan sonra emekli oldu. Fahri ise hafızlık yaptıktan sonra, imam-hatiplisesini ve yüksek İslam enstitüsünü bitirdi. Ankara’da çeşitli liselerde din kültürüve ahlak bilgisi dersi öğretmenliği yaptı. 1981 yılında emekli oldu.Hafız Ziya Tığlıoğlu’nun ilk eşi Hatice Hanım genç denecek yaºta (40 yaşında)vefat etti. Ziya Hoca ikinci evliliğini yaptı. İkinci hanımı ile 36 sene birlikteyaşadılar. Onun da vefatı üzerine üçüncü evliliğini yaptı. Her üç hanımı ilede mutlu seneler yaşadı.Hafız Ziya Tığlıoğlu iyi bir avcı idi. Oğlu Fahri Tığlıoğlu anlatıyor:- Babam, av meraklısı idi. Bazı günler öğrencilerini benim okutmamı söyler,ava giderdi. “Ben gelmezsem ezanı da okuyacaksın” derdi. Avlanma  için gittiği günlerde, dedemin atına biner, heybesini alır ava giderdi. Bazıgünler bir saat sonra dönerdi. İyi bir avcı idi. Hemen her gün birkaç avhayvanı vurmuş olarak eve dönerdi.”

Vefatı ve Defni

Hafız Ziya Tığlıoğlu, sabah namazlarını vaktinde kılardı. Oğlu Fahri Tığlıoğlu’nunhanımına “Kızım, ben kendimi bildim bileli sabah namazını güneş doğduktan sonra kılmadım” demiş. Öldüğü gün sabah namazına kalkamamış.Eşi sabah namazı ezanı okunurken, Ziya Hoca’nın namaza kalkmadığını görünce,yatağının başına varmış. “Hoca Efendi, sabah oldu kalk” demiş. Hafız ZiyaTığlıoğlu uyanmış ve bir Kelime-i şehadetten sonra son nefesini vermiş. (Vefattarihi 10.09.1998) Böylece 89 yıllık hayatı sona ermiş.Vefat günü Çamlıdere içinden ve çevre köylerden toplanan kalabalık bircemaatin katılımı ile Çamlıdere Merkez Camii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra,cenazesi Çamlıdere mezarlığında defnedildi. Ruhu aydınlık olsun. Kabri ömürboyu hizmet ettiği Kur’an’ın nuru ile aydınlansın.

Hafız Ziya Tığlıoğlu hakkında bir süre Çamlıdere Müftülüğü de yapmış olan halen Gerede İlçe Müftüsü Kemal Cengiz, şu bilgileri veriyor:

Ziya Tığlıoğlu ile sağlığında Çamlıdere Müftülüğüm süresince beraberolduk. Ben Çamlıdere Müftüsü iken emekli oldu. Sağlığının elverişli olduğuzamanlarda köylere çeşitli nedenlerle birlikte giderdik. Başta Rıza Çöllüoğluhocamız olmak üzere, çok sayıda meslektaşımızın mesleğe hazırlanmasında,hafız olmasında büyük hizmeti ve emeği olmuştur. Kadın-erkekÇamlıdere halkının pek çoğu Ziya Tığlıoğlu’ndan Kur’an’ı Kerim okumayıöğrenmiş ve dini bilgiler almıştır. Çamlıdere esnafından bazılarınınKur’an’ı Kerim’i pek çok dini hizmetteki meslektaşlarımızdan daha güzelokuduklarını gördüm ve bu eğitimi kimden aldıklarını sordum. Aldığım cevaphep, “Ziya Tığlıoğlu” ismi oldu. Ziya Tığlıoğlu Hocaefendi talebelerlekendi çocukları gibi ilgilenir ve onlara ders verirdi. Onun Kur’an’ı Kerim’ebüyük hizmeti olmuştur. Bu hizmette ilk hanımının da büyük desteğiolmuştur. Rahmetli hanımı, Ziya Tığlıoğlu hocaya öğrencileri üzmeden,her sıkıntıya göğüs gererek okutması konusunda telkinlerde bulunmuştur.Yüce Allah her ikisinin de ruhlarını esenlik içinde bıraksın, KabirleriKur’an’ı Kerim’in nuru ile aydınlansın.

Hafız Mustafa Sabri Mülkoğlu, Çamlıdere halkının ve özellikle hafızlık hocası Ziya Tığlıoğlu’nun hanımının Kur’an’ı Kerim öğretimine verdikleri desteği ve Çamlıdere’de hafızlık yapan öğrencilere karşı duydukları sevgiyi şöyle anlatıyor;

-Ben Hafızlığımı Çamlıdere’de Hafız Ziya Tığlıoğlu Hoca’da bitirdim.Hıfzımı bitirmek için Çamlıdere’ye gittiğimde 9-10 yaşlarında bir çocuktum.1940-1950 yılları arasında gerek Çamlıdere halkı ve gerekse HafızHalil Okur ve Hafız Ziya Tığlıoğlu hocalarımız bizim gibi Kur’an’ı Kerimöğrencileri için bugün düºünülmesi dahi mümkün olmayan bir özveri gösterdiler.O zamanlar, hocalar için Kur’an’ı Kerim okutmak hem yasaktı,hem de inanılmaz baskılar görüyorlardı. Onca yasağa ve baskıya rağmenismini verdiğim merhum hocalar ve Çamlıdere halkı o yıllarda Kur’an öğretimininkesintisiz devamını sağladılar. Ben Çamlıdere’de “Süslü Ahmet”denilen kişinin evinde uzun süre (3-4 yıl) kaldım. Kısa süreli de olsa Hasan,Akif ve Mehmet isimli başka Kur’an’ı Kerim öğrencileri de değişik zamanlarda benimle birlikte aynı evde kaldılar. Evin hanımı Hatice Nine,çok saygıdeğer bir kadındı. Beni çok sevmişti. Hafızlığımı bitirip köyümedönerken, ayrıldığımda öyle bir ağladı ki, bir öz anne kendi çocuğuna bu kadar ağlar mı bilemem. Beni leğenin içine oturtur, yıkardı. Karşılığında maddi bir beklentisi yoktu. Köyden bir şeyler gelirdi ama en fazla ne gelirdiki? Ben Çamlıderelileri onun için çok taktir ederim. Bu sadece benim kanaatim değil, Çamlıdere’de Kur’an eğitimi yapan her öğrencinin ortak kanaatidir.

1940-1950 yılları arasında Kur’an okumak ve okutmak yasak olmasınarağmen hafız olma isteği oldukça yoğundu. Çamlıdere’ye gelen çevre köyçocuklarını Çamlıdere halkı evlerine alır, bakar ve okumalarını sağlardı.Yapılan baskılar nedeniyle bizi Çamlıdere’de bir iki kez dağıttılar. “Öğretmengeliyor.” denildiği zaman biz camiden çil yavrusu gibi kaçardık. Rahmetli Ziya Tığlıoğlu Hoca, bizleri gizlice evine alarak okutmaya başladı.Akşam hava karardıktan sonra veya sabah namazından sonra erken okuturdu.Kış aylarında çamurlu ayaklarımızla Ziya Hocanın evine girerdik.Yüce Allah rahmetini bol eylesin, Ziya Hocamın ilk hanımı öyle bir kadındıki, bir günden bir güne bizim evini kirlettiğimizden şikayetçi olmazdı.Tersine aramızdan birisi ders vermeye gelmez ise, hemen Ziya Hocaefendi’ye“şu hafız hasta mı, neden dersini vermeye gelmedi?” diye sorar,Hocamız kadar bir dikkat ve titizlikle öğrencileri takip ederdi. Eğer söylemek  uygunsa, veli derecesinde bir kadındı, melek gibi bir kadındı.

 

Makamı cennet olsun.

 


Kaynak:ESYAV




0 Yorum - Yorum Yaz

HAFIZ HACI OSMAN TAŞKAN

1934  yılında (nüfusa  1936 olarak yazılmış) Ankaranın Çamlıdere ilçesininin Körler Mahllesinde dünyaya geldim. 4 kardeşiz. Bunlar İbrahim, Mehmet ve kız kardeşim Haticedir.

İlk okulu Çamlıderede okudum ve 1947 yılında mezun oldum, Daha sonra  Hafız Ziya Tığlıoğlu Hoca Efendiden Kuran’ı Kerimi yüzünden okuyarak hatim yaptım. 
 
1948 yılının sonuna doğru Hafız Ziya Tığlıoğlu Hocaefendide hafızlığa Başladım ve 1950 yılıda hafızlığı bitirdim. 1955 yılına kadarda talime devam ettim.
 
Amcam Hafız Ali TAŞKAN ölünce ( 30 yaşında veremden), Dayım Hafız Halil OKUR müteessir olarak ağladı ve bana,
 
"Hafız Ali’nin yerine seni yetiştireceğim. Yarın bize geleceksin Kuran’ı Kerim'i ezberden talime başlayacaksın" dedi.  Hafız Halil OKUR’un vefat tarihine kadar (1955 Haziran) talim okumaya devam ettim.

 

Daha sonra Çamlıdere'deki Kubbeli Küçük Camide müezzinlik yaptım. İki sene sonra aynı camide imamlığa başladım. İki sene müezzinlik, 28 senede imamlık olmak üzere toplam otuz sene görev yaptım. 1992 yılında bu görevimden emekli oldum.

 


 
YETİŞDİRDİĞİ TALEBELER
 
Bu otuz sene içerisinde 2000 tane talebeme Kuran’ı Kerimi öğretme şerefine nail oldum. Ankara, Yozgat, Kırşehir, Bolu gibi değişik vilayetlerden Talebelerim oldu.
 
Bir tane hafız yetiştirdim. Ahmet ÇİÇEK. (Hazır Kuvvetin Oğlu) 
 
(Fişeranın) Emine Ceylan’da yanımda hafızlığa başladı. Her cüzden beş sayfa okuyordu. Ama devam edemedi bıraktı. Çeyrek hafız oldu.
 
Yine Çıtahakkının oğlu İpek ÖZTÜRK de yanımda hafızlığa başladı. O da devam ettiremedi bıraktı. Çeyrek hafız oldu.
 
Yine  Meşeler köyü imamı  Yozgatlı bir çocukta  -ismini hatırlayamadım- yanımda hafızlığa başladı. Hergün 13 sayfa ezberliyordu. Yarım hafız oldu. Sesi çok güzeldi. Çok güzel Kuran okurdu. Evlendi, oda devam ettiremedi bıraktı.

2002 yılın da Eşim Akız, Kardeşim Mehmet  TAŞKAN ile birlikte Hac farizasını yerine getirdim.

Diyanet Reislerinden Merhum Ali Rıza HAKSES Çamlıdereye geldiği zaman camiye gelip kendisi ile görüştüm. Bir müddet sohbetten sonra bana nerede okudun diye sordu. Bende detaylı olarak anlattım. O zaman kendisi emekli olmuştu.
 
Bana dedi ki;
 
"Evladım, ben şimdi İstanbul Üsküdarda  Söğütlüçeşmede  vaizlik yapıyorum her Cuma on binden fazla cemaatım var. Seni oralara götüreyim" diye lütfetti.
Bende teşekkür ederek, aile durumlarım müsait olmadığı için gelemeyeceğim dedim. O da bana aynen şunu söyledi; Sen buralarda ziyan oluyorsun”
 
 

Hafız Osman TAŞKAN kardeşi Mehmet TAŞKAN  ile (Haziran 2011) 
 


Diyanet Reislerinden Merhum Ali Rıza HAKSES Çamlıdereye geldiği zaman camiye gelip kendisi ile görüştüm. Bir müddet sohbetten sonra bana nerede okudun diye sordu. Bende detaylı olarak anlattım. O zaman kendisi emekli olmuştu.
 
Bana dedi ki;
 
"Evladım, ben şimdi İstanbul Üsküdarda  Söğütlüçeşmede  vaizlik yapıyorum her Cuma on binden fazla cemaatım var. Seni oralara götüreyim" diye lütfetti.
Bende teşekkür ederek, aile durumlarım müsait olmadığı için gelemeyeceğim dedim. O da bana aynen şunu söyledi; Sen buralarda ziyan oluyorsun”
 
 
 EVLİLİĞİ
 
1958 yılında Emmioğlu kızı (Emminin sarı) Akkız TAŞKAN (AVLASIZ) ile evlendim.
 
Bu evlilikten 7 çocuğumuz dünyaya geldi. Bunlardan 4 tanesi 6 ve 8 aylıkken bilinmeyen bir nedenle öldü. 3 tanesi hayatta. Nihat TAŞKAN ve Ahmet TAŞKAN isminde iki oğlum ile Ayşe TAŞKAN adında bir kızım var. Çocuklarımın hepsi evli ve bunlardan 4 tane torun sahibiyim.
 
Eşi Akkız TAŞKAN anlatıyor;
 
Hocaefendiye Allah cc muazzam bir ezber yeteneği bahşetmiş.  Gözlerinde görme proplemi olduğu için Cuma günü hutbede okuyacağı metni ezberlemek için bize okuttururdu. Bazen ben bazende çocuklarım metni Hocaefendiye bir kez okurduk ve hemen hafızasına alır ve bir kerede ezberlerdi.
 
İki Ramazan teravih Namazını hatimle kıldırdığını, 4 aylık  bir sürede Kur'an'ın tamamını okumak suretiyle Akşam, Yatsı ve Sabah namazlarını kıldırdığını biliyorum.
 

VEFATI
 
Hafız Hacı Osman TAŞKAN Ankara da  Onkoloji hastanesinde  tedavi görmekte iken  22.10.2011  Cumartesi günü vefat etmiş ve naaşı  aynı gün Çamlıdere Merkez Camiinde  İsmail KUZ  Hocaefendi tarafından kıldırılan cenaze namazına müteakip  Çamlıdere merkez mezarlığına defnedilmiştir.

 

 


Allah (cc) kabrini Kur'anın nuru ile aydınlatsın. Makamı Cennet olsun.


19.06.2011  tarihinde yapılan söyleşiden derlenmiştir.

Kazım Atalık

 




0 Yorum - Yorum Yaz
SERT SÖZLERİ GÖNÜLLERİ YUMUŞATAN VAİZ

HAFIZ RIZA ÇÖLLÜOĞLU
 
 
 
 
 
 
 
Hafız Rıza ÇÖLLÜOĞLU  Hocaefendinin Sesinden 
 

Münafikun Suresi 9 ila 11. Ayetler

İsra  Suresi 1 İla 14. Ayetler 

 
 
SERT SÖZLERİ GÖNÜLLERİ YUMUŞATAN VAİZ
 
Doğumu ve Köyünde İlk Öğrenimi
 
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu, 1928 yılında Kızılcahamam İlçesi’nin Korkmazlar Köyü’nde dünyaya geldi. Babası Hüseyin Efendi, annesi Zeliha Hanımdır. 6 yaşında iken köyün imam-hatibi Mehmet Karataş’tan Kur’an okumayı öğrendi ve Kur’an’ı Kerim’i hatmetti. 1930’lu yıllar din eğitim ve öğretiminin çok zor şartlar altında verildiği, Arapça ezan okumanın yasak olduğu yıllardı. Bir gün köyde öğrencilerin kalfası durumunda olan İbrahim uzun yüksekçe bir yerde Arapça ezan okuyordu. O sırada bir jandarmanın geldiği görüldü. Ezan okuyan Kalfa, Türkçe-Arapça karışımı bir ezan okudu. Köy imamının dili tutuldu, öğrenciler hocaya bir zarar gelmesin diye pencerelerden kaçtılar. Fakat jandarma olayın üzerine gitmedi, uyarı ile yetindi. Bundan sonra küçük Rıza ve arkadaşları köyün imamından dini dersler alamadılar, ya da çok zor koşullar altında eğitimlerini gizli gizli sürdürdüler.
  
Öğrenim İçin Çamlıdere’ye Gidiş
  
Hafız Rıza Çöllüoğlu, dini öğrenim için Çamlıdere’ye Hafız Halil Okur’a öğrenci olmaya gitti. Bunu kendisi şöyle anlatıyor:
 
- Babam rençberlik yapardı. Fakir bir insandı, fakat çok çalışkandı. Bizkalabalık bir aile idik. Bizi kimseye muhtaç etmedi. Çamlıdere’de “Kel Ahmet” adı ile bilinen bir manifaturacı vardı. İyi bir insandı. Benim Çamlıdere’ye okumak için gitmeme o sebep oldu. Tabii babam da büyük maddi fedakarlık yaparak Çamlıdere’de okumamı sağladı. Bir Cuma günü merkebe çeşitli yiyecekler koyduk, babamla yola çıktık. Çamlıdere’ye vardık. Manifaturacı Kel Ahmet bizi Halil Okur Hoca’ya götürdü. Manifaturacı Kel Ahmet, hocam Halil Okur’a “sana sesi güzel, iyi  bir öğrenci getirdim” dedi. Hafız Halil Okur’da “böyle uçuyorsunuz, kaçıyorsunuz; ama sonu iyi çıkmıyor. Bir hafta deneriz. Eğer yetenek görürsek devam eder, yoksa geri gider” dedi. Ben böylece Halil Okur hocamda eğitime başladım.
 
1939 yılı başı idi. Çamlıdere Nahiye Müdürü ile ilköğretim müfettişi Cevat, Halil Okur Hoca için gizli din eğitimi yapması nedeniyle baskın düzenlemeye karar verirler. O sırada biz 15-20 kadar öğrenci idik. En küçükleri bendim. 12-13 yaşlarındaydım. Hoca Efendi baskını haber almış, Cumanamazını kıldıktan sonra bizi etrafında topladı. Bundan sonra bizleri okutamayacağını söyledi. Cemaat ve öğrencileri hıçkıra hıçkıra ağladık.Öğrenciler köylerine döndüler. Halil Efendi bana oturduğu yerden işaret ederek “sen kal, seni Berçin ortalığına yetiştirip, göndermek için söz verdik. Seni Ziya Efendi (Ziya Tığlıoğlu) gizlice evinde okutsun” dedi. Ben Hafız Ziya Efendi’de hıfza çalışmaya devam ettim. 15 sayfaya kadar geldim. Fakat o yıl bizim ailede bir takım sıkıntılı durumlar olmuş. Babam Çamlıdere’ye geldi ve Hafız Halil Okur’a “bir-iki sene Rıza’yı okutamayacağım, köye götüreceğim” dedi. Hocam Halil Efendi razı olmadı ise debabam beni alıp köye götürdü. Köyde hıfza çalışmayı bırakmadım, çalışmama hız verdim. Her gün 5 sayfa ezberlemek suretiyle1939 yılı sonunda hıfzımı tamamladım. Bizim için çevre köyler halkının katılımı ile hafızlık merasimi yapıldı. O yılın kış mevsiminde Korkmazlar köyünde imamlıkyaptım.
 
 
Rıza Çöllüoğlu köyünde imamlık yaparken, yöre imkânlarından yararlanarak Arapça öğrenmeye de başladı. Bir kış boyunca Yayalar Köyü hatibinde Arapça dersleri aldı.
 
 
 Öğrenim İçin İstanbul’a Gidişi ve İstanbul’da Gördüğü Eğitim
 
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu, köyünde hıfzını tamamladıktan ve kısmen Arapça öğrendikten sonra, dini eğitimini daha zengin bir eğitim muhitinde geliştirmek için İstanbul’a gitti. İstanbul’da yoğun bir dini eğitim aldı. Gerek Kur’an okuma teknikleri ve gerekse Arapça eğitiminde o yılların imkanlarına göre üst düzey dini ilimler öğreniminde İstanbul’un imkanlarından geniş çapta yararlandı. İstanbul’a gidişini ve İstanbul’da gördüğü eğitimi de kendisi şöyle anlatıyor;
 
- Köyümde imam iken manifaturacı Yetimin Hüseyin namı ile bilinen biri bana, “evladım sen buradan git. Eğer burada kalırsan güzel sesinle sadece ezan okursun, yazın çift sürersin, hiçbir işe yaramazsın” dedi. Bende “amca ne yapayım” dedim, “İstanbul’a git” dedi. O gece nüfus kağıdımı gizlice evden aldım. Yıl 1946. Ankara’ya geldim. Ahmet Nazif Efendi isimli bir şahıs İstanbul’a benim tren biletimi aldı. Meşakkatli bir yolculuktan sonra İstanbul’a vardım. Güçlükle Nuruosmaniye Camii’ne ulaştım. Hoca Hafız Hasan Akkuş yoktu. Mahmudiye Oteli’nde kalıyorduk. Akkuş Hoca geldi, öğrencilerini caminin kayyumhanesinde okutuyordu. Beni görünce “sen kimsin, niçin geldin buraya” dedi. Ben de “kendim geldim, Kızılcahamam’lıyım” dedim. Akkuş Hoca beni öğrenci olarak kabul etmek istemedi. Cami kubbesi başıma yıkılıverdi. Fakat azimli idim. Köyüme geri dönmeyecektim. Köyde imamlık yaptığım için imamlık tecrübem vardı. “Trakya köylerinde imamlık yaparım, geçimimi sağlarım, İstanbul’da okurum, köyüme asla dönmem” diye düşünüyordum. Ali Osman Atakul hemşehrimiz de bana yardımcı oldu.
 
Arkadaşı ve meslektaşı Hafız Ali Osman Atakul, Rıza Çöllüoğlu’nun İstanbul’a geldiği ilk günlerdeki çok sıkıntılı durumunu şöyle anlatıyor:
 
 - Rıza Hoca İstanbul’a 45 lira ile gelmişti. Otel parası, yeme içme… para kısa zamanda biter diye korktu. Bana “yahu hemşehrim, şu 15 lirayı ben sana vereyim de köye dönmek zorunda kalırsam senden alırım” dedi. Ben de “yahu, biz öldük mü, yol parası benden” dedim. Böyle bir ağalık yaptım.
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu, İstanbul’daki eğitim hayatını da şöyle anlatıyor:
 
İstanbul’da zor şartlar altında kalmaya devam ettim. Akkuş Hoca’da zamanla beni öğrenciliğe kabul etti. Kur’an’ı Kerim kıraatını Akkuş Hoca’da bitirdim. Tam iki sene de Enderun’lu İsmail Efendi’nin talim derslerine devam ettim. Fatih’den Topkapı’ya her gün gelirdim. Akkuş Hoca’da kıraatı tamamladığım halde “süphaneke” den başladım, iki senede “Fil Suresi”ne gelebildim. Bu arada Reisü’l Kurra Hamdi Efendi’den “CEZERİ” okudum. Cezeriyi ezberledim. Daha sonra ünlü Kurra Hafız Mahmut Kuşçu hoca efendiden Cezeri karışımlı tecvit dersleri aldım. Bu derslere 80 kişi ile başlamıştık. Ancak zaman içinde bir çok öğrenci derslere devam etmediği için derslerin sonunu ancak 4 kişi ile tamamlayabildik. Meşhur hafızlardan Trabzon’lu Haydar Efendi bir ara tedavi için İstanbul’a gelmişti. İstanbul’da kaldığı sürece ondan da “TECVİT ve TASHİH’İ HURUF” dersleri aldım. Beyazıt Camii’nde vazifeli iken hem Arapça okudum, hem de Arapça okumaya gelenlere Arapça okuttum. Daha
sonra müezzinlik görevimi Fatih Camii’ne naklettirdim. Fatih Camii Baş İmamı ve Mushaflar İnceleme Kurulu Başkanı Hafız Ömer AKÖZ’den “IZHAR ve KAFİYE” dersleri okudum. Bu arada Kerkük’lü Abdullah KAZANCI hocadan “FIKIH” dersleri aldım. İstanbul’da bulunduğum sürece görevlerim dışında kalan zamanlarda hep okumakla zamanlarımı değerlendirdim.
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu İstanbul’da öğrenci iken, bazı yıllar ramazan aylarında çevre illere ramazan mukabelesi okumak için gitti. 1947 yılı Ramazan ayında hocası Hasan Akkuş’un uygun görmesi üzerine Ankara’ya, Vehbi Koç’un mukabelesini okumak üzere geldi.
 
 
 
 
 
 Ankara’ya Gelişi ve Ankara’da Eğitim Hayatını Sürdürmesi
 
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu 6 yaşında bir çocukken başladığı dini eğitimini, hayatı boyunca sürdürdü. Çamlıdere’de ve İstanbul’da aldığı bilgilerle yetinmedi. Kimilerine göre yeterli görülebilecek ilmi çalışmalarını Ankara’daki görevleri süresince de devam ettirdi. Diyanet İşleri Başkanlığı merkez kuruluşunun bilimsel üst kuruluşlarında görev alan büyük alimlerle yakınlıklar kurdu. Onlardan dini ilimlerde kaynak kitap olarak bilinen kitapları okudu. Çankaya Müftüsü Sadullah Efendi’den Fıkıh’tan MÜLTEKA, Akait’den EMALİ, Şehit Oral hocadan Molla Hüsrev’in USUL’Ü FIKH’ından MİRKAT’ı, Yozgat Müftüsü Hulusi Efendi’den Meani’den TELHİS dersleri aldı. Müşavere ve Dini Eserler İnceleme Kurulu Başkanı büyük alim olan Hasan Fehmi Başoğlu’ndan “Şerh’i Akait” dersi okudu. Aynı kurulun üyesi daha sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Hasan Hüsnü Erdem’den İmam-ı Azam’ın “Fıkh’ı Ekber” isimli meşhur eserini okudu. Mustafa RUNYUN hocadan “MANTIK” dersleri aldı. Hafız Rıza Çöllüoğlu, uzun yıllar süren Ankara’daki görev hayatı süresince hem okudu, hem de okuttu. İsteyen din görevlilerine onların seviyelerine göre dersler verdi. O, Hz. Peygamberin “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz.” Hadis-i şerifine uyan kişilerdendi. Dini ilimlerle uğraşmayı bir zevk haline getirmişti. Onun birinci uğraşısı dini ilimlerde derinleşmekti. İlim öğrenmeyi ikili ilişkilerin ötesine de taşıdı. Kendisi gibi Ankara vaizleri olan Abdullah İşler, Şevket Yardımedici, Kemal Yılmaz ve benzerleri ile kendi evlerinde dini ilimler okuma oturumları oluşturdular. Haftanın belli günlerinde saatler süren bu oturumlarda İslam dini ile ilgili güvenilir kaynak kitaplarını yıllarca okudular ve tartıştılar.
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu, Ankara Yenimahalle İlçesi’ne bağlı Yuva Köylü, Ankara halkınca “YUVA HATİBİ” olarak bilinen ve mü’min, müttakî bir hoca olarak sevilen Mehmet Ali Bilgin hoca efendi ile de dostluk kurdu. Onun dini ilimlerdeki bilgisinden, dini konulardaki ittikasından yararlandı. Onunla ilgili şunları anlatıyor:
 
- Mehmet Ali Bilgin Hoca’yı en son hastalığından önce bizim Çavuşoğlu Camiinin yakınında gördüm. Hemen eve götürdüm. Hastaydı, neden omzuma alıp da merdiveni çıkarmadım diye hâlâ içim yanar. Hanım güzel çorba yaptı. Oğlum Hüseyin de çocuktu. Çok duasını aldı. Bu görüşmemizden sonra Hoca Efendi bir Berat Kandili gecesinde Yüce Allah’ın rahmetine kavuştu. Çok değerli bir insandı. Allah rahmetini esirgemesin.
 
 
Resmi Görevleri
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu, dini hizmet mesleğindeki görevine kendi köyünde köy imam-hatibi olarak başlamıştı. İstanbul’a gidince bir taraftan eğitimini sürdürürken, bir taraftan da İstanbul Müftülüğü’nce açılan müezzinlik imtihanına girdi. İmtihanı birincilikle kazandı. Nuruosmaniye Camiinde görev istedi ve bucamide yaşı kücük olduğu için 6 ay vekil müezzinlik yaptı. Daha sonra 18.07.1946 tarihinde Beyazıt Camii asil müezzinliğine atandı. Bir ara bu görevinden ayrıldı ise de 14.05.1948 tarihinde aynı göreve ikinci kez tayin edildi. Bir süre sonra 29.08.1948 tarihinde Fatih Camii müezzini oldu. Bu camide hem görev yaptı, hem de caminin imamı Ömer Efendi ve Abdullah Kazancı hocadan “SARF-NAHİV ve FIKIH” dersleri okudu.
 
1949 yılı sonunda Ankara’ya geldi. 29.11.1949 tarihinde Kağnıcıoğlu Camii imam-hatipliğine atandı. 1950-1951 yıllarında vatani görevini yaptı. 02.11.1952-15.09.1954 tarihleri arasında Bahçelievler Camii imam-hatibi ve Kur’an kursu öğreticiliği yaptı. Vaizlik imtihanına girdi, bu imtihanda yüksek başarı gösterdi. O yıllarda Ankara’ya vaiz atamıyorlardı. Fakat Hafız Rıza Çöllüoğlu’nu imtihandaki üstün başarısından dolayı 30.01.1954 tarihinde Ankara vaizi olarak atadılar. Bir süre cami görevlisi kontrol memurluğu da yaptı. Resmi vaizlik görevi yanında özel kadro ile Ankara Yenimahalle Cavuşoğlu Camiinde imam-hatiplik görevi yapmaya başladı. Bu görevini de uzun yıllar sürdürdü.
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu vaaz ve dini irşat çalışmalarında başarılı olduğu kadar, imamet hizmetlerinde de üstün bir başarı sergiledi. İyi bir hafızdı. Sesi, Kur’an okuyuş üslubu ve Kur’an’ı Kerim’i kıraat usullerine göre okuma konusunda da üstün yeteneklere sahipti. Bu nedenle Ankara’nın sayılı Kur’an okuyucuları arasında sayılırdı.Hafız Rıza Çöllüoğlu, vatani görevini Ankara’da yaptı. Onu seven ve takdireden kumandanlarının da uygun görmesi ile dini hizmetlerine bu sürede de ara vermedi. Vatani görev dönemi çok rahat koşullar altında geçti.
 
 
Vaaz ve İrşat Hayatı
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu’nun en belirgin özelliği, vaaz ve dini irşat hayatı ile ortaya çıktı. Dini ilimler alanında yeterli bilgi donanımı vardı. Bilgisini daha da genişletmek için azimli ve kararlı idi. Konuşmalarında halkın bilgi düzeyine inmeyi başarı ile uygulardı. Bu nedenle cemaati ile arasında samimi bir diyalog hasıl olurdu. O bazen dini konuları çok sert bir üslupla vaaz kürsüsüne taşırdı. Fakat cemaatinin gönlü, onun sert sözleri ile yumuşardı. Cemaati arasında bazen Diyanet İşleri Başkanlığı merkez kuruluşunun büyük hocaları da bulunurdu. Onla Rıza Çöllüoğlu’nun vaazlarını beğeni ile izlerlerdi.
 
Türkiye’de vaaz üslubunu kimi şöhretli vaizlerin vaazlarında siyasi yorumlara konu olabilecek ifadelerin yer aldığı yıllarda, vaiz Rıza Çöllüoğlu’nun vaazlarından entelektüel denen çevreler de çok rahatsız olmazdı. Halbuki o, dini konuları en sert üslupla ve yüksek sesle vaaz kürsüsüne getirmekten asla çekinmezdi. Vaiz Rıza Çöllüoğlu, halkın isteği üzerine iki ramazan Ankara’nın Güdül İlçesinde de halka vaaz etti, mukabele okudu. Güdül halkının da sevgi ve saygısını kazandı.
 
Vaiz Rıza Çöllüoğlu, 1976 yılında resmi vaizlik görevini bıraktıktan sonra da vaaz ve irşat görevini uzun yıllar sürdürdü. O, vaaz ve irşat hayatını resmi ve maaşlı görevle sınırlı görmezdi. Çeşitli dini merasimlere ve özellikle cenaze merasimlerine, hacı uğurlamalarına, mevlit ve sünnet merasimlerine katılır, o ortamların imkanlarından yararlanarak vaaz ve irşat görevini yapardı. Bu tür merasimler vesilesi ile bir araya gelmiş topluluklar, onun konuşmalarını, dini konulardaki uyarılarını heyecanla ve zevkle izlerlerdi.
 
Rıza Çöllüoğlu, özellikle ifade etmek gerekirse popüler bir halk hatibi, halk önderi idi. Asla köşesine çekilmiş insanlardan değildi. Çok yüksek bir aktivite ile halkın tam içinde ve ortasında idi. Hafız Rıza Çöllüoğlu, meslek hayatının son yıllarında kendi ifadesi ile iki yıl kadar gezici vaizlik de yaptı. Bu görevle ülkemizin çeşitli illerini dolaştı. Gittiği yerlerde halka etkili konuşmalar yaptı.
 
 
Dini ve Milli Eğitim Hayatına Desteği
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu, dini eğitime desteğini henüz 15-16 yaşlarında iken Çamlıdere’de hafız olduktan sonra, köyüne gelip köy bütçesinden ücretle köy imam-hatibi olarak göreve başladığı andan itibaren başlattı. Köyünde imam-hatiplik yaptığı sürece kendi köyü ile çevre köylerden gelip hafızlık yapmak isteyen öğrencilerine Kur’an’ı Kerim okutmaya ve hafızlığa çalışacak düzeyde Kur’an’ı Kerim’i okuma bilgisi olanları da hafızlık çalışması yaptırmaya başladı. Hafız Mustafa Sabri Mülkoğlu Korkmazlar köyünde oluşan hafızlık eğitimi çevresini ve ilk hafızlık hocası Rıza Çöllüoğlu’nun bu eğitime katkısını şöyle anlatıyor;
 
- Bizim Korkmazlar Köyü, Ankara-İstanbul yolu üzerinde olduğu için, çevre köylerin merkezi konumunda idi. Çevre köylerden Ankara veya İstanbul’a bir iş için gidecek olanlar, Korkmazlar köyüne gelir veya kendi köylerine dönecek olanlar, bizim Korkmazlar köyüne uğrayarak oradan kendi
köylerine dağılırlardı. Kış aylarında yollar kapanınca, çoğu zaman bizim köyün köy odasında misafir olurlardı. Zaman zaman köy odası dolar taşardı. Bizim köy ve çevre köylerde hiç hafız yoktu. Bu yöreden ilk kez Rıza Çöllüoğlu Hoca Çamlıdere’ye gitti ve hafız olarak köyüne döndü. Köy imamhatibi oldu, bizleri okutmaya başladı. Bizim köyümüz 30 haneli küçük bir köy olmasına rağmen, 5-6 hafız yetiştirdi. Gebeler köyünden, yayalar köyünden de pek çok arkadaşımız hafız olmuştur. Böylece bizim Korkmazlar köyü hafız yetiştirilmesinde de merkez konumu kazandı. Ben şu kanaate iyice vardım ki, bir yerde bir şeyin değişmesi, o yerde her şeyin değişmesine ve gelişmesine yol açıyor. Rıza Çöllüoğlu hocamız hafız olarak köyüne geldi ve ondan sonra bizim köyde ve çevresinde hafızlık kök salmaya başladı. Rıza Çöllüoğlu otoriter bir hoca idi. Öylesine bir uslupla ders anlatırdı ki, dağdaki çobanı getir, karşısına oturt, o çoban o dersi hemen anlar ve unutmaz. Rıza Hoca, derslerini karşısındakine anlatmak için onun seviyesine inmeyi çok iyi başarırdı. Ben hem onun ders vermesine, hem de Kur’an’ı Kerim okuyuşuna hayranım.
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu, dini eğitime desteğini, daha sonraki yıllarda İstanbul’da öğrenci iken de sürdürdü. O yıllarda kendisi üst seviyede dersler okurken, öğrendiklerini kendisinden alt seviyedekilere öğretiyordu. Bu tür öğretim çalışmaları Ankara’daki görevleri süresince de devam etti. Hafız Rıza Çöllüoğlu, eğitime desteğini kurumsal düzeye yükseltmek için yaptıklarını şöyle anlatıyor:
 
 
- 1954 yılında Ankara Vaizi olduktan sonra, Hafız Ali Güran ve Hafız Ali Osman Atakul ile bir hafızlık merasimi için Adapazarı’na gittik. Hafız Mehmet Eren, 40 kadar hafız yetiştirmişti. Onları gördük ve imrendik. Oradan İstanbul’a gittik, oradan Bursa’ya geçtik. Bursa’da arkadaşımız Hafız Harun ve İhsan’ın Kur’an kurslarında yatılı olarak çok iyi hafızlar yetiştirdiğini gördük. Bu çalışmaya da imrendik. Rahmetli Hafız Ali Güran’a; “Ali Efendi kardeşim, bizim başımız kel mi? Biz neden böyle bir çalışmayı Başkent Ankara’da gerçekleştirmiyoruz?” dedim. Karar verdik, Ankara’ya döner dönmez, Ankara Kur’an kursu öğrencilerini koruma derneğini kurduk. Bu dernek, Ankara’da uzun yıllar Kur’an öğrenimine hizmet etti. Ankara İmam-hatip Okulunun koruma ve barınmaya muhtaç öğrencilerini barındırdı. Halen de bu dernek Etimesgut İlçesi’nde başka bir ad altında çalışmalarını sürdürmektedir.
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu’nun dini ve milli eğitime hizmet ve desteği, öncülüğünde Muradiye Eğitim ve Kültür Vakfı’nın kurulması ile büyük bir hız kazandı.Bu vakfın kurumsal şemsiyesi altında yatılı-gündüzlü Kur’an kursları faaliyete geçirildi. Ortaokul ve lise seviyesinde özel okullar açıldı. Gerek Kur’an kurslarının ve gerekse özel okulların bina, araç-gereç, öğrencilerin yeme-içme, barınma, beslenme gibi tüm maddi ihtiyaçlarının karşılanması Rıza Çöllüoğlu Hocanın omuzlarına bindi. O Müslüman halk ve özellikle hayırsever Kızılcahamam ve Çamlıdereli hemşehriler üzerindeki manevi otoritesi ile bu ağır yükün altından kalkmayı başardı. Bu yükü yıllarca omuzlarında taşıdı. Hala da taşımaya devam ediyor.
 
Rıza Çöllüoğlu, Muradiye Kültür ve Eğitim Vakfı’nı kurduktan sonra eğitimin toplum yaşamındaki yerini bir başka şekilde kavradı. Bu işin önemine bütün varlığı ile inandı. Tüm gücünü kullanarak bu çalışmalara kendini adadı. Bu çalışmalarda onun lokomotif görevi üstlenmesinde dini hayatın fert ve toplum yaşamı için lüzumuna samimiyetle inanmış olmasının ve kendisini dinamik hayatın içinde hissetmesinin ve aktif kişiliğinin önemli rolü oldu. Elbette köşesine çekilmeyi, halktan ve hayattan kopuk bir hayat sürdürmeyi yeğlemiş olsaydı, bu türden kaldırılması zor yüklerin altına girmeyi düşünemezdi. Yüce Allah, onun bu tür emeklerini lütfuyla karşılasın.
 
Tasavvufi ve Manevi Hayatı
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu çok çeşitli özellikleri olan bir kişiliktir. O, her şeyden önce iyi bir hafız, Kur’an’ı Kerim’in tamamını ezberinde bulunduran, iyi bir Kur’an okuyucusudur. İyi bir vaizdir. Bu yönleri ile Ankara ve çevresinde, hatta Türkiye genelinde tanınmıştır. O aynı zamanda zengin bir tasavvufi deneyime ve manevi kişiliğe sahiptir. Hafız Rıza Çöllüoğlu’nun tasavvufta önderi ve üstadı Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri’dir. Hafız Rıza Çöllüoğlu, üstadı Mahmut Sami Ramazanoğlu’na bağlanışını anlatırken, Onun kendisi hakkında bir takım tasarruflarına şahit olmaktadır. O bunları şöyle anlatıyor:
 
- Ben Mahmut Sami Ramazanoğlu’na intisap ettiğimde, üstadın Ankara’daaz sayıda mensubu vardı. Benim intisabımdan sonra bana olan güven nedeniyle istek çoğaldı. Ben emekli olduktan sonra Sami Efendi Hazretlerine gittim. Görüşme sırasında bana: “Rıza Efendi evladım, hafızları başına tac et, hafızı her zaman başköşeye oturt. Zamanımızda vaaz etmek çok zordur. Hakkı söylersin, başına gelmedik kalmaz, söylememek de olmaz.Yumuşatarak söyle ve 45 dakikadan fazla konuşma. İnsanın alma gücü bu kadardır.” buyurarak mesleğimde yumuşak sözlü davranmanın gerekli olduğunu anlatmak istemişlerdir.
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu’nun tasavvufi ve manevi hayatı bilgiye dayanır, duygusal değildir. Onun tasavvufi ve manevi hayatı, bilimi, aklı ve hayat gerçeklerini reddetmez. Dini bilimlerde yeterli olmayan kişilerin “ŞEYH” adı ile ortaya çıkıp, çevrelerinde bir takım cahil adamları toplamasını uygun görmez. Onun tasavvuf anlayışı, Kur’an’ı Kerim’e ve Peygamberimizin sünnetine uygun bir tasavvuf anlayışıdır. Bu konuda şunları söylüyor:
 
- Tasavvufu kitap ve sünnetin dışına çıkarırsan ölünceye kadar bulamazsın. Tasavvuf 50 metrelik bir yolun tam ortasından yürümek gibidir. Bu gün tasavvuf yaşıyorum” diyenlerin çoğu uçurumlarda geziyor. Tasavvuf, kitap ve sünnetin ortasında olmaktır. Tasavvuf dinin koyduğu kuralları eksiksiz yaşamaktır. Günümüzde bir takım tasavvufi akımlar, dini kurallara uygun düşmeyen karmakarışık işler yapıyorlar. Halbuki tasavvuf hal bilgisidir. Sözden daha çok hali ortaya çıkarmaktır. Eğer Sami Efendi Hazretleri olmasaydı ben tasavvufun karşısında olurdum. Okuduklarımla yetinseydim “aman sende” derdim. Hafız Rıza Çöllüoğlu mutaassıp değildir. Düşünceleri bilimsel gerçeklere ve aklın gösterdiklerine de açıktır. Dinin fert ve toplum hayatının tam içinde ve ortasında olması gerektiğine inanmaktadır. Onun bu konudaki görüşlerini ünlü Mısırlı din bilgini ABDUH ile ilgi sözlerinde bulmak mümkündür. ABDUH, İslam dünyasının çoğu bilimsel çevrelerinde “reformcu” ve hatta din dışı düşüncelerin sahibi olarak tanıtılır. Rıza Çöllüoğlu aynı görüşte değildir. Rıza Çöllüoğlu’nun akademik bir resmi kariyeri yoktur, ilkokulu dahi dışarıdan sınavla bitirmiştir. Fakat gördüğü özel eğitimler itibariyle müderris ve profesör bilimsel niteliklerini çoktan kazanmıştır. O bu dini bilgileri ile Muhammet Abduh’u değerlendirmekte ve şöyle demektedir:
 
- Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri; “Muhammed Abduh’un ibadetine dokunmayın, inancında dikkatli olun” demiş. Ama ben her şeye rağmen Abduh’u severim. Abduh şöyle diyor; “Ben İslam dünyasındaki hastalığın cerahatini temizledim. Gazlı bez alıp yarayı saracağım zaman bazı İslam bilginleri çıkarıp kirli sarıklarını sardılar ve yarayı kangrene çevirdiler.Yasaklardan İslam’ı yaşanır hale getirmemiz lazım. Eğer İslam’ı toplum yaşamımızdan çıkarmak için uğraşırsanız, bohçalar içinde size geri verirler.”
 
Ben Abduh’un hayatı ile ilgili bir filmi Kuveyt’te izledim. Çok güzel çekmişler. O düşünceleri nedeniyle hapislerde yatmış, İslam’ın başarısı için ne sıkıntılar çekmiş. Hafız Rıza Çöllüoğlu tasavvufla ilgili görüşlerini şöyle özetliyor:
 
- İslam iki yönden yara almıştır. Birincisi yanlış anlaşılan tasavvufun kapıyı aralayıp İslam’ın içine girmesi. Kapıyı aralayan girmiş. Dini hayatı sadece ruhi ve manevi alana hapsetmişler. Maddesi olmayanın manası olur mu? Mana hayatın içi ise madde de hayatın dışıdır. Cevizin dışını yok sayarsan, içini yiyemezsin. İkincisi de mevzu hadislerdir.
 
Üstad Said’i Nursi İle Görüşmesi
 
Üstad Bediüzzaman Said’i Nursi Hazretleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında yetişen büyük bilginlerdendir. Kendisinin etkileri cumhuriyet tarihi boyunca da Türkiye’de sürüp gitmiştir. Halen ülkemizde dindar ve muhafazakar çevrelerde etkisini ve saygınlığını güçlü bir şekilde sürdürmektedir. “NUR KÜLLİYATI” olan ünlü eserleri günümüzde de canlılığını korumaktadır.
Hafız Rıza Çöllüoğlu, Üstad Bediüzzaman Said Nursi ile görüşmesini ve Nur hareketinin Türk toplumu üzerindeki etkilerini şöyle anlatıyor:
 
- Yuva hatibi Mehmet Ali Bilgin Hocaefendi ile birlikte Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini Emirdağ’da ziyaret ettik. Odasında yatmak için bir ranzası vardı. Eğe tahtasından bir masa, üstünde bir Kur’an’ı Kerim bulunuyordu. Karşısında da bir portakal sandığı vardı. Kim gelirse oraya oturacaktı. Odada bir ibrik, bir de leğeni vardı.
 
Ben bir rüya görmüştüm. Peygamberimiz (sav) yüksekçe bir yerde oturuyordu. Bediüzzaman önde, onun arkasında Yuva hatibi Mehmet Ali Bilgin Hoca boyunları bükük ayakta duruyorlardı. Ben halimi Peygamberimize (sav) arz etmekte iken, Sevgili Peygamberimiz (sav) bana Bediüzzaman’ı işaret ederek
“Benim yeryüzünde vekilim budur, ona müracaat et.” dedi. Bu sözleri ile Üstad Bediüzzaman’ı işaret ediyordu.
 
Ben bu rüyamı anlatınca Üstad Bediüzzaman çok heyecanlandı. Ayağa kalktı, ağladı ve “Ben o değilim, Risale’i Nur’un manevi şahsiyetidir.” dedi. Beni kucakladı, alnımdan öptü ve “seni kardeşliğe kabul ediyorum” dedi.
 
Said’i Nursi’yi çok severim. Fakat hizmet edemedim. Çok kitaplarını okudum ve dini hizmet mesleğinde onun kitaplarından çok yararlandım.
 
Birgün rüyamda berrak bir suyu akar gördüm. “Bu su nereye gidiyor?” dedim. “Bediüzzaman’a gidiyor” dediler. Bediüzzaman büyük insandı. Saygıdeğer bir insandı. O her zaman bir ışıktır. Alabilirsen bir şeyler al.
 
Evliliği ve Çocukları
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu, Fatih Camii müezzini iken mahallenin genç kızlarından, Fatih Camii cemaatinden Halil Efendi’nin kızı Nihal Hanımla 29.04.1949 tarihinde evlendi. Nihal Hanımla uzun ve mutlu bir ömür yaşadılar. Nihal Hanım 2007 yılında vefat etti.Bu evlilikten Hüseyin, Saim, Mustafa, Sami isimli oğulları ile Zehra isimli kızları dünyaya geldi. Çocukları halen hayattadır. 1950 yılında doğan Zekai isimli oğulları çocukken vefat etti. 2008 yılında ikinci evliliğini yaptı. Allah her ikisini de mutlu etsin.
 
Emekliliği
 
Hafız Rıza Çöllüoğlu 6.7.1976 tarihinde Ankara Merkez Vaizi iken emekli oldu. Zamanın Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Tayyar Altıkulaç, onun emekliliğini onaylamak istemedi. Uzunca bir süre emeklilik talebini bekletti. Rıza Çöllüoğlu , Tayyar Altıkulaç’ı Fatih Camii müezzinliğinden beri tanıyordu. Makamına çıktı, emekliliğinin onaylanmasında ısrar etti.
“Ben 28 sene devletten maaş alarak hizmet ettim. 28 sene de maaşsız, herhangi bir ücret almadan dini hizmette bulunmak istiyorum? dedi. Bunun üzerine Tayyar Altıkulaç, Rıza Çöllüoğlu’nun emeklilik isteğini kabul etti. Kendi ifadesine göre emekli olduktan sonra 30 yılı aşkın hizmet yaptı. Halen hizmetlerini sürdürmeye devam devam etmektedir. Yüce Allah ömrünü uzun etsin, dini hizmetlere devamını sağlasın. Amin.
 
Kardeşi Hafız Kamil Çöllüoğlu, ağabeyi Rıza Çöllüoğlu’nu şöyle değerlendiriyor:
 
- Ağabeyim Rıza Çöllüoğlu, Çamlıdere’de hıfzını tamamlayıp, köyümüze döndüğü zaman, 15-16 yaşlarında bir gençti. Bende 10-11 yaşlarındaydım. Benim yaşımdaki çocukları “çocuğun odada ne iş var?” diyerek köyde odaya sokmazlardı. Ama, Rıza Hoca’yı odanın baş köşesine oturturlardı. Çok güzel sesi vardı. 15-16 yaşlarında olmasına rağmen, 40 yaşındaki adamlarla arkadaşlık yapardı ve onlardan bilgilerini almaya çalışırdı. Rıza Çöllüoğlu Hoca, bir Cuma vaazı için 3 gün sabahlara kadar odaya kapanır, çalışırdı. Kendisi, bütün hayatı boyunca hem okumuş ve hem de okutmuştur. Hiçbir zaman dinleyici olmamıştır. Yenimahalle Çavuşoğlu Camii’nde özel imamdı. Orada 1976 senesine kadar 20 yıl imamlık yaptı. O yıllar boyunca cami bodrumuna girer, yüzünü duvara döner, hafızlığını
sağlamlamak için çalışırdı. Yıllarca mukabele okudu. 1977 yılından sonra her yıl Mekke’ye gitti. Her gün bir hatim yaparak hafızlığını kuvvetlendirdi.
 
 Rıza Çöllüoğlu’nun ünü Türkiye içindeki ve dışındaki Müslümanlar arasında yaygındır. Türkiye Müslümanları onu bir dini hizmet mesleği adamı olarak otorite kabul etmişler ve saygı duymuşlardır. Rıza Çöllüoğlu’nunbaşarısında rahmetli eşi Nihal Hanımın büyük katkısı olmuştur. Onun desteği ve yardımı olmasaydı, bu günkü başarısına ulaşamazdı. Birsüre önce eşi Nihal Hanımın vefatı, onun hayli sıkıntılı günler yaşamasına neden oldu.
 
 


 
 
 
Yöremizin yetiştirdiği mümtaz şahsiyet   
HAFIZ RIZA ÇÖLLÜOĞLU HOCAEFENDİ
(Rıza ÇÖLLÜOĞLU Hocaefendi ile yapılan bir söyleşiden alınmıştır)
 
Yöremizin yetiştirdiği mümtaz şahsiyet RIZA ÇÖLLÜOĞLU
 
Kemal GÜRAN: Bugün, Kızılcahamam, Çamlıdere yöresinin yetiştirdiği değerli hocamız Rıza Çöllüoğlu ile mülakat yapacağız. Değerli hocam, önce çocukluk yıllarınızdan başlayalım isterseniz; doğum tarihiniz, doğum yeriniz, anneniz, babanız ve kardeşleriniz hakkında bizi aydınlatmanızı rica edeceğim?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Bu fakir 1928 doğumlu ama ağabeyim Mehmet Çöllüoğlu 1927 doğumlu olduğumu söylerdi. (Kızılcahamam'ın Korkmazlar köyü) Mehmet Karataş (merhum Ramazan Hoca'nın babası) köyümüzde bizim hocamızdı, bizim uzaktan da olsa akrabamız olurdu. Zeki bir insandı. Bu fakire 6 yaşında Kur'an'ı hatmettirdi.
 
Kemal GÜRAN: O zaman köyünüz kaç haneydi?
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Aşağı yukarı 30 hane.
 
Kemal GÜRAN: Okuyan kaç öğrenci vardı?
Rız a ÇÖLLÜOĞLU: 15-20 kadar öğrenciydi, kız çocukları da var tabii. Ben 3-4 sene kış mevsimlerinde köy hocasında okudum. Biz kalabalık bir aile idik hoca efendi. Babam Hüseyin Çöllüoğlu, Annem Zeliha Çöllüoğlu, 4 oğlan, 3 kız olmak üzere 7 kardeş, kalabalık bir aile idik. Babam rençperlik yapardı, hiçbir şeyi yoktu. Fakat cesur, çalışkan adamdı, bizi hiç kimseye muhtaç etmedi. Mesela bir Reşat altını 5 Lira iken, ben Çamlıdere'de kalırken okuduğum eve 12 Lira para öderdi. Nasıl öderdi, ne olurdu bilmem. Aylık 12 Lira çok korkunç bir şey. 1939 kış mevsimi 11. ayında olmalı, ilk kar yağmıştı. Çamlıdere'den Manifaturacı Kel Ahmet derlerdi, iyi bir insandı. Benim okumama o sebep oldu. Hafız Halil Efendi'ye o götürdü beni. Bir cuma günü, bir merkebe nevale koyduk. Hoca efendiyi gördük, Hacı Ahmet, Halil Hoca'ya dedi ki, “sana sesi güzel fevkalade bir öğrenci getirdim.” Hafız Halil Efendi, “böyle uçuruyorsunuz, kaçırıyorsunuz fakat o kadar da fevkalade çıkmıyor, bir hafta deneriz, eğer bir şey görürsek durur, yoksa elini öper” dedi. Babam da köylü adam, “hocam siz okutun da biz sizi memnun ederiz” dedi. Hafız Halil Efendi de biraz gülümsedi, “Çamlıdere beni memnun edemiyor da Hüseyin Ağa sen mi beni memnun edeceksin?” dedi.

Kemal GÜRAN: Halil Efendi dediğiniz Halil Okur mu?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Evet. Halil Efendi, çok sert bir adamdı. Atatürk vefat etmiş, İsmet Paşa Reis-i Cumhur olmuş, bizim köyün yolundan geçecek diye beklediler. O küçük odada anlatıyorduk, Hoca Efendi çıktı geldi, şimdi İsmet Paşanın nasıl geldiğini ben size anlatırım dedi, eline bir demir aldı, bizim hepimizi pırasa doğrar gibi doğradı. Amma sert adamdı, makamı nur olsun.

Kemal GÜRAN: Söz buraya gelmişken, Halil Efendinin, doğumu, tahsili, imamlığı, hafızlığı ve belediye başkanlığı hakkında bizi biraz aydınlatır mısınız?
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Hoca Efendi 500 hanelik köyün imamıydı. Hanımı Nezih Hanım derlerdi çok titiz bir kadındı. Allah makamını nur etsin asaletli bir hanımdı. Hoca Efendi resmen Belediye Reisiydi. Belediye reisi olarak da öldü. Hoca Efendi ilmi vakarını hiçbir zaman zedelemedi. Bizim orada okumamız tabii biraz da cesaret işi, orası nahiye. Hoca Efendiyi Nevzat Tandoğan severmiş. Nasıl severse herhalde bir yerde okuttu ve beğenmiş olmalı. Biz orada iken Nevzat Tandoğan sırf Hoca Efendiyi ziyaret için geldi. Vali Hocayı sevince ötekilerin de ağızları tutuldu.
 
Kemal GÜRAN: Hacı Vasıf Efendi sağ mıydı sizin zamanınızda?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Vefat etmişti. Hacı Vasıf Efendi, “ilmi teşbih gerekirse İmam-ı Azam bir kazan suyu içmiş, biz kazan tangırtısı ile geziyoruz” dermiş, çok değerli bir insanmış. Kızılcahamam kaza olunca onu müftü olarak tayin etmek istemişler. “Ben onların istediği gibi bir müftü olmam, benim istediğimi de onlar kabul etmez” diyor. “Bu kirli sarığın yanından ayrılmam, Rab benim canımı alsa da” diyor, kabul etmiyor. Kitaplarından bazılarını bana verdiler. İyi bir alimmiş. Bir zat-ı muhterem vardı, “Yetimin Hüseyin” derlerdi, bana dedi ki, “evladım sen buradan git, sen kışın uzun uzun ezan okursun, sesin güzel dedi. Kalırsan babanın yanında çift sürersin hiçbir işe yaramazsın dedi. Ben de “ne yapayım amca?” dedim. “İstanbul'a git” dedi. O gece nüfus kâğıdını gizlice evden aldım. Ertesi gün 1946'da Ankara'ya geldik, Ankara'da istasyonda trene binmeyi de bilmiyoruz, köy çocuğuyuz. Ahmet Nazif Efendi, “hafız mısın sen?” dedi. Güdüllüymüş. “Senin biletini alıvereyim ben” dedi. Beraber bindik. İstanbul'a varınca Karaköy'de indik, dedi ki, “şu camii senin hocanın camisi.” Nur-u Osmaniye Camii, camii hocası Ramazan bayram tatiline Balıkesir'e gitmiş, 3,5 gün gelmedi. Hilmi Efendi'de okudum ben, Hilmi Tunus'da 10 gün okudum. Onu bıraktım Akkuş'a gittik. Hasan Akkuş geldi, Mahmudiye Oteli'nde kalıyoruz. Sipahi Palas'ın orada, Nur-u Osmaniye'de.

Kemal GÜRAN: Nasıl kalıyorsunuz?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: 30 lira para buldum, para bitiyor. Her gün bir lira, Allah koruyunca koruyor. Hasan Akkuş Hoca Efendi geldi, “Sen kimsin?”dedi. “Ben Kızılcahamamlıyım” dedim. “Niye geldin buraya?” dedi. “Okumaya” dedim. “Kim dedi sana buraya gel diye?” dedi. “Kendim geldim” dedim. “Ne halin varsa gör” dedi. Camiinin kubbesi tepeme yıkılıverdi. Para yok, bir şey yok. Ama azmettik. Ben “ya okurum, ya da ölürüm, okumadan gitmem” dedim. Çünkü imamlık da yaptım ya, giderim Trakya'da imamlık yaparım gelirim okurum. Azim çok mühim, Atikali'nin müezzini okuyormuş hocada; “buraya boşa gelip durma, bu hem okusun, hem de senin camide yatsın” dedi. Ali Osman Atakul bize destek oldu o zaman, Marputçular'da müezzindi. Kur'an-ı Kerimi 11. aydan, 3. aya kadar, tamamen okudum bitirdim. Mayıs ayında cemiyet oldu herkes belgeyi aldı gitti. Beyazıt'a naklettik müezzinliği, evvela Nur-u Osmaniye'de 17 yaşında müezzin oldum. 80 kişi imtihana girdik, imtihan kitabını ezberledim, birinci olmuşum ben. Şef İbrahim Efendi geldi sert bir adamdı. “Çöllü, sen birinci olmuşsun, nereyi istersin, kanunda bu var” dedi. Ben Nur-u Osmaniye'yi isterim dedim. Nur-u Osmaniye'de vekâleten 6 ay müezzinlik yaptım, Ali Osman'a “gel sen de yat burada” dedim, üst kata çıktık, ondan sonra asıl imtihan oldu, gene birinci oldum ben.
 
Kemal GÜRAN: Ne kadar maaş alıyordunuz?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Ben vekil olduğum zaman altı buçuk lira aldım. Beyazıt'ta asil olunca on iki lira aldım.
Kemal GÜRAN: Fatih Camii'nde de müezzinlik yaptınız mı?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: 1946'dan 1949'un sonuna kadar orada kaldım ben. 1949'un sonunda askerliğimiz geliyor diye Ankara'ya geldik. İstanbul böylelikle kapanmış oldu.
 
 
 
 
Kemal GÜRAN: Evlilik ne zaman oldu?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Bizim kayınpeder Bursalıdır. Fatih Camii'ne geldim, askerlik şubesinin yanında bir kulübesi vardı. Bizim Refika da o zaman, camiinin cemaatindendi. Cemaatten olunca gelip giderken görürdüm. Tanıdığım bir hanımın vasıtası ile istettik.1949'un son ayında evlendik.  Ankara'dan askerliğe gittim daha sonra tekrar Ankara'ya geldim. Hava kuvvetlerinin oradaki camide imamdım, tam iki yıl Arapça okudum askerde. Garnizon komutanı iyi komutandı, bana bir belge verdi, bu askere kimse dokunmaz diye, serbest. Camiinin de imamıydım. Orada ben Arapça okuttum, bazıları müftü oldular. 1953'ün sonunda murakıplıktan sonra vaiz oldum. Yuva Hatibinden çok istifade ettik biz, okumadık ama beni çok severdi. Ben de ona saygıda kusur etmezdim. Yuva Hatibi ile birlikte Üstat Bediüzzaman Sait Nursi´yi Emirdağ'ında ziyaret ettik.
 
Kemal GÜRAN: Bu ziyareti anlatır mısınız?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Denizlili Ahmet Nazif ile beraber gittik. Mahmudiye üzerinden gittik, Hatip Hoca gitti, bir saat kaldı, ben de yarım saat kaldım. Gözetim altında ahşap binada, jandarma önden gidiyor biz arkadan gittik.
 
Kemal GÜRAN: Üstat ile görüşmenizde neye şahit oldunuz hocam?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Bir ranzası var, Ege tahtasından bir masa, bir Kur'an-ı Kerim var, karşısında da bir portakal sandığı var, kim gelirse oraya oturtacak, bir ibrik, bir de leğeni var. Ben bir rüya görmüştüm, onu artık burada söyleyebilirim, ben bir hastalık geçirdim, zehirlenme oldu. Yuva Hatibi dedi ki, “tıbba yöneldin evladım, biraz da maneviyata yönelsen” dedi. O gece rüyamda Cihanın Efendisini gördüm: Sahne gibi yüksek bir yerde, orada oturuyordu, Bediüzzaman önde, onun arkasında Yuva Hatibi şöyle boynu bükük. Bu rüya tabii, esbap ilminden değildi. Sahibine işaret olabilir ve Peygamber Efendimiz, “Benim yeryüzünde vekilim budur, buna müracaat et” dedi. Bediüzzaman'a bunu söyleyince Bediüzzaman allak bullak oldu. Kalktı, heyecanlandı, ağladı. “Ben o değilim” dedi, “Risale-i Nur'un şahsı manevisidir” dedi. Kucakladı beni, alnımdan öptü, seni kardeşliğe kabul ediyorum dedi. Severiz de hizmet edemedik. Çok kitaplarını okudum. Bir gün rüyamda; bir su akıyor, değirmen var, “bu nereye gidiyor?” dedim, Bedüizzaman'a gidiyor! Bediüzzaman büyük adamdı, saygıdeğer bir insan. Bediüzzaman her zaman için ışıktır, alabilirsen al bir şeyler. O ehl-i tariktir aynı zamanda, Nakşî'dir.
 
Kemal GÜRAN: Peki, hocam gelelim emekliliğe, emeklilik kaçta oldu?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: 1976'da Ankara vaizi olarak emekli oldum.
 
Kemal GÜRAN: Sizin emekli olduktan sonra ortaya koyduğunuz en yüksek performans bu Muradiye Vakfı çalışmaları ile ilgili, şu anda kaç tane Kur'an kursu ve kaç okulu var Muradiye Vakfının?
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Pek bilemeyeceğim, bir ara 28 Şubat'tan önce 40 Kız Kur'an kursumuz vardı. Bunların 18-20'si kapandı, bunların mali olanakları Vakıftan değil de bu fakir bunların hepsine koşar. Bu günün kızı yarının annesi olacak bunları ele alalım. Okullarımız da epey var.
 
Kemal GÜRAN: Hocam sizin tasavvufî hayatınız da var, bize de biraz aydınlık olur, bu konuda gerek tecrübeniz ve yaşantınız gerekse kanaatlerinizi az çok söylediniz de daha çok yaşantı ile ilgili konularda sır olmayan taraflarıyla bizi aydınlatırsanız memnun oluruz.
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Kemal Hocam, tasavvufu kitap ve sünnetin dışına çıkarır bir yere alırsan ölünceye kadar bulamazsın. Tasavvuf 50 metrelik bir yolun tam ortasından yürümek gibidir. Bu gün tasavvufu yaşayalım diyenlerin çoğu uçurumlarda geziyor, kadınla, kızla, şununla bununla. Tasavvuf kitap ve sünnetin ortasında olmaktır. Tasavvuf, fiilen yaşamaktır. Sonra Sami Efendi Hazretleri içine kapalı bir insandı, dışına yönelik değildi, mesela zikr-i cehrî hiç yaptırmazdı. Böyle bağırma, çağırma, bunlar yok. Kadından bizim Türkiye'de ve Dünya'da nakşî tarikatında hiç halife yoktur, dedi. Şimdi işler karmakarışık gidiyor. Eğer Sami Efendi Hazretleri olmasaydı bu fakir, ben tasavvufun aleyhinde bir adamdım. Okuduklarıma “aman sen de” derdim. Bir gün rüyamda, Kızılcahamam'a gelmiş, Camiinin içinde hizmet edeceğim, diyorum ki, “Efendim bu gün öğle yemeğini bizde yiyelim.” “Mevlit parası ile mi yiyeceğiz” diyor. Ondan sonra bitti o iş. Sami Efendi kesinlikle tasavvuf ehliydi. Herkes bilmezdi, pek çok yaşadığımız anı var. Sami Efendi Hazretleri saat 12'de yatar, 02:30'da kalkardı. “Az yiyin, az yiyin” derdi, hiçbir sohbetinde bunu ihmal etmezdi. Erenköy'de oturur, bilet vereceği zaman “kaç kuruş bilet?” 50 kuruş, elli kuruşu verir, 1 lirayı vermez, neden? Milleti meşgul etmeyelim diye. Sami Efendi gönül ehliydi. Bir gün hanımla aramız açıldı, Kâbe'deyiz ve birbirimize küsüz, ikimizin de rüyasına girdi ve “hoş geldiniz” dedi. İkimiz de o gün akşama kadar ağladık, neden, nefis hırçın. Onu görünce nefis aldı başını gitti. Öyle acayip insandı, makamı nur olsun, ruhu şad olsun.
 
Kemal GÜRAN: Hocam, çoluk çocuk ne kaldı geride, tespit edelim.
 
Rıza ÇÖLLÜOĞLU: Ankara'ya 1950'de geldim Zekai isminde oğlumuz oldu, ben hava kuvvetlerinde askerken öldü. Ondan sonra 4 sene çocuğumuz olmadı. Hayli sıkıntılı günler geçti. Ondan sonra Cenab-ı Hak Hüseyin'i verdi.. Hüseyin Avni'dir, (4 sene sonra Avni ilahiyle oldu diye) babamın adı Hüseyin, Avni'nin manası Allah'ın yardımı ile, Saim ramazanda olduğu için adını Saim verdik. Mustafa recep ayında olduğu için Mustafa Recep adını verdik Teyzemizi çok severdik, kızımıza da Zehra adını verdik, o da evli 4 çocuğu var. Sami'ye de, Sami Efendi Hazretlerinin adını verdik.

Kaynak. http://www.esyav.com/ESYAVbulteni/2009mart-nisan/rizacolluoglu.html   sitesinden alınmıştır.



1 Yorum - Yorum Yaz

HACI HAFIZ HASAN AKKUŞ 

Hacı Hafız Hasan Akkuş, geçmiş dönemlerde YABANABAD olarak isimlendirilen Kızılcahamam-Çamlıdere yöresinin yetiştirdiği en büyük Kur’an okuma üstadıdır.

 

Doğumu, Eğitimi, Askerliği, Evliliği, ilk Görevleri

Hacı Hafız Hasan Akkuş, geçmiş dönemlerde YABANABAD olarak isimlendirilen Kızılcahamam-Çamlıdereyöresinin yetiştirdiği en büyük Kur’an okuma üstadıdır.

Hacı Hafız Hasan Akkuş, 1885 yılında Kızılcahamam İlçesinin Beşkonak (eski adı: Gürcü) köyünde dünyaya geldi. Baba adı; Osman, ana adı; Kezban’dır. Babası Osman Efendi genç yaşında İstanbul’a çalışmak üzere gitmiş, 1889 yılında bir köy heybesine koyarak henüz 4 yaşındaki oğlu Hasan’ı da İstanbul’a götürmüştür.

 Hacı Hafız Hasan Akkuş’un öğrencilerinden Hafız Ali Osman Atakul, Akkuş’un babası Hacı Osman Efendi hakkında şu bilgeleri veriyor:

- Hafız Hasan Akkuş hocamın babası Osman Efendi, 85 yaşında rahmetli oldu. Ben bir süre hocamın evinde kaldım. O sırada Hacı Osman Efendi yarı felçli idi. Kolundan tutar camiye götürürdüm. Ona “Hacıbaba” derlerdi. Hacı Osman Efendi Eminönü Arpacılar Camii’nde müezzinlik yapmış. Köyünde ken yörenin ünlü güreşçilerindenmiş.

Oğlu Hasan’ı 3-4 yaşındayken atın heybesinin bir gözüne koyarak Ankara’ya kadar getirmiş. Hocam Hafız Hasan Akkuş “ben atın heybesinde Ankara’ya kadar geldiğimi, oradan da İstanbul’a trenle gittiğimi hatırlıyorum” derdi. Bizim hafızlık cemiyetimizin yapılacağı gün hocamızın babası vefat etti. Cenaze işlerinin bir kısmını bir öğrencisine havale ederek, Akkuş Hocamız hafızlık cemiyetinde buna rağmen bulundu, ağladı, cemaati ve bizleri de ağlattı. Hafızlık cemiyetimize katılanlar ile birlikte topluca gittik, Akkuş Hocamız babasının cenaze namazını kıldırdı. Biz de peşinde kıldık.

Hasan Akkuş hocanın annesi Kezban hanım muhtemelen köyünde vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir. 

  

Hacı Hafız Hasan Akkuş’un gençlik yılları İstanbul Sirkeci semtinde geçmiştir. İlk dini bilgileri babasından almıştır. İlk öğrenimini Hamidiye Mektebinde tamamlamıştır. Daha sonra hıfza başlamıştır. Hıfz hocası Eyüp semtindeki Kızıl Mescid İmam-Hatibi Hafız Hüsnü Efendi’dir.

Hafız Hasan Akkuş, daha sonra Ayasofya Merkez Rüştiyesi’ne (ortaokul) girmiş, 1912 yılında rüştiyeden mezun olmuştur. Daha sonra Darü’l Hilafeti’l Aliyye medreselerinden Ayasofya Medresesi’ne girmiştir. Medresede öğrenci iken fiilen dini hizmet mesleğini uygulamaya başlamış, 1913 yılında Çemberlitaş Dizdariye Camii müezzinliğine atanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ve müttefiklerinin yanında 1.Dünya savaşı’na katılması üzerine medrese öğrencisi ve Dizdariye Camii müezzini Hafız Hasan Akkuş, 1915 yılında kısa bir eğitimden sonra silah altına alınmış ve Yemen Cephesine gönderilmiştir. 1. Fırkaya bağlı İstihkam Bölüğü yedek subay vekili olarak görevlendirilmiş ve burada savaşın bütün acılarını yaşamıştır. Sonunda İngilizlere esir düşmüştür.

Tutsaklık döneminin tüm sıkıntılarını çekerken, tutsaklıktan kurtulduğu taktirde kendisini Kur’an hizmetine adayacağına dair Yüce Allah’a söz vermiştir. 1918 yılında 1. Dünya Savaşı’nın sona ermesi üzerine tutsaklıktan kurtulmuş, İstanbul’a dönerek Dizdariye Camii müezzinliği görevine yeniden başlamıştır. Ancak, medrese eğitimini tamamlayamamıştır.

Hasan Akkuş 1940 yılında 2. Dünya Savaşı nedeniyle ikinci kez silah altına alınmış ve Doğu Cephesi’ne gönderilmiştir. Bu cephede bir yıl kadar yedek subay olarak görev yaptıktan sonra terhis olup, İstanbuldaki görevlerine geri dönmüştür.

Hasan Akkuş Kur’an’a hizmet sözünü yerine getirmek için öncelikle bu alandaki eğitimini tamamlamak istemiş ve Tabak Yusuf Camii imam-hatibi Reisü’l Kurra (Kur’an Okuyucuları Başkanı) Hacı Hasan Efendi’ye öğrenci olmuştur. Bu zattan “SEB’A” ve “AŞERE” seviyesinde Kur’an okuma ilmi almıştır. Bu arada spor ile de ilgilenmiştir. Fatih Spor Kulübü onun sık sık uğradığı yerlerden olmuştur.

Hafız Hasan Akkuş, 1923 yılında Galata Arap Camii imam-hatipliğine atanmıştır. 1926 yılında Nuruosmaniye Camii hatibi ve ikinci imamı olmuştur. Bu dönemde Seher Hanım ile evlenmiş ve bu evlilikten Hayrunnas, Hayrunnisa ve Osman isimli çocukları dünyaya gelmiştir. 

Bu resmi bize göndererek sizlerle buluşmasına vesile olan Hüseyin Yılmaz Gemici'ye  teşekkür ederiz. 



Kur’an Eğitimi Hizmetlerine Başlaması

Türk toplumu 1923 yılından itibaren cumhuriyet idaresi ile yönetilmeye başlamıştır. 1923-1949 yılları arasında din eğitimine baktığımızda, çok geri, kuru ve olumsuz uygulamalarla karşılaşmaktayız.

Halbuki, dini öğrenme ve öğretme faaliyeti her dindar insan için vazgeçilmez bir görevdir. Bu konuda, cumhuriyetin kurucusu Atatürk: “Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz müsabiyiz (eşitiz) ve dinimizin ahkamını (hükümlerini) mütesaviyen (eşit olarak) öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da mekteptir.” demiş olmasına rağmen, 1923-1949 yılları arasında Kur’an kursları dışında (1924-1932 yılları arasında kısmen ve yetersiz şekilde imam-hatip okulları eğitim ve öğretime devam etmiş ise de) bir din eğitim ve öğretim hizmeti kalmamıştır.

O yıllar diyanet hizmetleri ve din eğitimi açısından çok sıkıntılı yıllar ve günler olmuştur. Menemen olayı ve başka olaylar bahane edilerek birçok din bilgini kovuşturmaya uğramış ve çok sıkıntılı günler yaşanmıştır. Hafız Hasan Akkuş, bu çok sıkıntılı koşullar altında dahi İngilizlere tutsak olduğu günlerde Yüce Allah’a verdiği sözü unutmamıştır.

Bu sözün gereği olarak herhangi bir resmi görev ve ücret karşılığı olmaksızın, hatta resmi makamların da bilgisi ve izni dışında Nuruosmaniye Camii kayyımhanesinde Kur’an öğretimi çalışmalarını başlatmıştır. Hafız Hasan Akkuş, bu koşullar altında Kur’an öğrenimini devam ettirirken zamanın Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi hastalanmış ve tedavi için İstanbul Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırılmıştır.

Menemen hadisesi bahane edilerek din adamları arasında yapılan yersiz tutuklamalara, din eğitiminin yok denecek düzeye indirilmesine karşı gerekli tavrı koymadığı düşüncesi ile İstanbul din görevlileri Rıfat Börekçi Hoca’ya kırgındırlar.

Bu nedenle İstanbul hocaları Rıfat Börekçi Hoca’yı hastanede ziyaret etmemişlerdir. Sadece Hafız Hasan Akkuş arkadaşı ve dostu Ayasofya Camii imam-hatibi Hafız İdris Okur’u yanına alarak Rıfat Börekçi Hoca’yı hastanede ziyaret etmişlerdir. Hastalağı iyileştikten sonra hastaneden çıkan Rıfat Börekçi Hoca, nekahat dönemini Hasan Akkuş’un Nuruosmaniye Camii lojmanında geçirmiştir, onun değerli konuğu olmuştur.

 

 

 

Bir gün Hasan Akkuş, Nuruosmaniye Camii kayyımhanesinde öğrencilerinin derslerini dinlerken Rıfat Börekçi Hoca ansızın Nuruosmaniye Camii kayyımhanesine girivermiştir. Hasan Akkuş’un telaşla ayağa kalkalarak Hoca’nın eline sarıldığını gören öğrenciler baskına uğradığını sanarak dışarı kaçmak isterler.

Hasan Akkuş talebelerini teskin ederek yerlerine oturtur ve Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’ye dönerek: “Bak Efendi Hazretleri! Allah’tan korkuyoruz, bu çocukları okutuyoruz. Sizden korkuyoruz, kaçacak yer arıyoruz. Allah rızası için buna bir çare bulun…” der. Bunun üzerine Rıfat Börekçi Hoca da Ankara söyleyişi ile “Hassen Efendi! Ben bir Engürü’ye varayım. Bizim Kemal ile (Atatürk) bir görüşeyim.” der ve Nuruosmaniye Kayyımhanesindeki Kur’an öğretimini bir süre izler.

Ankara’ya döndüğünde bu sözünü unutmaz. Hafız Hasan Akkuş’un İstanbul ikinci hafız öğreticiliğine atanmasını sağlar. Hacı Hafız Hasan Akkuş’un gizli Kur’an öğretimi çalışmaları böylece sona ermiş, 28.10.1934 tarihinden itibaren Nuruosmaniye Kayyımhanesinde de olsa resmi hafız muallimi olmuştur.

1936 yılında Nuruosmaniye Camii Baş İmam- Hatipliğine de atanan Hafız Hasan Akkuş, 1926-1940 yılları arasında tam 16 yıl süre ile Kur’an öğretimini Nuruosmaniye Kayyımhanesinde sürdürmüştür. Öğrencilerini çok ilkel şartlar içerisinde caminin mahfel kısımlarında barındırmıştır.

 

Bu resmi bize göndererek sizlerle buluşmasına vesile olan Hüseyin Yılmaz Gemici'ye teşekkür ederiz. 


 

Kur’an Öğretim Hizmetlerine Yeni İmkanlar Kazandırması

1924 yılında “TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNU” çıkarılmış, din eğitim ve öğretimi tamamı ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın tekeline alınmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yönetimindeki tek “din öğretim kurumu” Kur’an kurslarıdır. Bu kurslar da Milli Eğitim Bakanı Vasıf Çınar tarafından aynı kanun gereğince Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan alınmak istenmiş ise de zamanın Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi bu kursların birer ihtisas okulu olarak Diyanet İşleri Başkanlığı yönetiminde kalmasını (ve hatta sayılarını artırmayı) başarmıştır.

1924-1949 yılları arasında din eğitim ve öğretiminin çok geri, kuru ve yetersiz hale gelmesi, halkın ve dindar çevrelerin harekete geçmesine neden oldu.Ülkenin çeşitli yerlerinde köylere kadar uzanan gizli din eğitimi dönemi başladı. Jandarma’nın ve ilköğretim müfettişlerinin çeşitli baskılarına karşın, çok zor şartlar altında, tıpkı Hafız Hasan Akkuş benzeri sorumluluk duyguları ile hareket eden bir takım kimseler bu eğitimi sürdürdüler.

Buralarda ilk eğitimlerini alan Anadolu çocukları, eğitimini sürdürmek için İstanbul’a gittiler. İstanbul’da sığınacak yer ve öğretimlerini ilerletecek yetkili öğretmen aradılar. Hafız Hasan Akkuş, bu yoksul Anadolu çocuklarını şefkat kanatları altına alanların başında gelir. Bunlar arasında; Gönenli Mehmet Efendi, Hacı Fahri Kiğılı, Ermenekli Saffet Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan vb. de zikretmeliyiz. Yüce Allah, hepsine geniş rahmetini esirgemesin.

 

Hafız Hasan Akkuş, 1926-1940 yılları arasında Kur’an öğretimini Nuruosmaniye Camii Kayyımhanesinde sürdürmüştü. Taşradan gelen öğrencilerini cami mahfellerinde barındırmıştı.

Ancak artan öğrenci sayısı karşısında artık bu imkanlarla eğitim ve öğretimin devam edemeyeceğini görüyordu. Özel bir dershanesinin, öğrencilerini barındırabileceği bir yurdun olması gerekiyordu. Bu amaçla harekete geçti. Nuruosmaniye Camii külliyesinde bulunan mütevelli odası ile 12 odalı medrese bu hizmetler için en uygun yerlerdi. Mütevelli odası Vakıflar İdaresinin deposu olarak kullanılıyordu.

Medrese, içinde oturulamayacak kadar yıpranmıştı. İşe mütevelli odasından başladı. Buranın dershane olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce Kur’an kursuna verilmesini istedi. Fakat, vakıflar yönetiminin ters tepkisi ile karşılaştı. Uzun bir mücadele başlattı.

Başta zamanın Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki ve İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen olmak üzere çeşitli özel ve resmi kişilerden destek aldı. Beş yıl süren uzun bir uğraştan sonra, Nuruosmaniye Camiinin mütevelli odası 1945 yılında Hafız Hasan Akkuş’un şahsına beş lira aylıkla kiralandı.

 

HASAN AKKUŞ DERSHANESİ böylece Kur’an hizmetine başlamış oldu.Hafız Hasan Akkuş, Nuruosmaniye Külliyesi’nin 12 odalı medrese bölümünün, öğrencilerine yurt olarak verilmesi için 1946-1950 yılları arasında tam beş yıl mücadelesini sürdürdü.

Tamamen yıkılmış, yıpranmış ve bakımsız halde bulunan bu medreseyi de kendi adına yıllık 48 lira karşılığında kiralamayı başardı.

 

Medresenin onarım işlerini yakın dostu Eskişehirli Hacı Süleyman Çakır’a yaptırdı. O günün parası ile Hacı Süleyman Çakır, bu bakımsız ve yıpranmış haldeki medresesinin tamirine 25.000.- lira harcamıştır. Yüce Allah hayrını kabul eylesin, kabrini Kur’an’ın nuru ile aydınlatsın. Böylece, Hasan Akkuş 1940-1950 döneminde yurdumuzda ilk yatılı Kur’an kursu modelini gerçekleştirmiştir.

Bir taraftan Nuruosmaniye Camiindeki imamet ve hitabet görevini yürütürken, diğer taraftan başarılı bir organize ile Kur’an eğitim ve öğretim hizmetinin de yolunu açmıştır.

Hafız Hasan Akkuş, Kur’an’ı Kerim eğitim ve öğretimi hizmetinde, kendine has eda, sada ve Kur’an’ı Kerim okuyuşu ile İstanbul hafızları arasında ön sıraya çıkanlardan biri, belki de birincisi idi. Hasan Akkuş ülkemizin en ünlü Kur’an okuyucuları arasında anılır olmuştu. Onsuz yapılan dini toplantılar tatsızdı. O birçok dini toplantının vazgeçilmez davetlisi idi. Bu maksatla sık sık ülkenin çeşitli yerlerindeki dini toplantılara çağırılııyordu.

Anadolu ve Rumelinin çeşitli il ve ilçelerinden İstanbul’a gelenler Onun arkasında bir sabah namazı kılmaktan büyük zevk alırlardı. Özellikle ticari amaçlarla gelenler Sirkeci ve Mahmutpaşa semtlerindeki otellerde gecelerler, yatsı ve sabah namazlarında Hafız Hasan Akkuş’un arkasında namaz kılmayı, Onun namaz içindeki ve dışındaki Kur’an okuyuşlarını dinlemeyi kaçırılması mümkün olmayan fırsatlar sayarlardı.

Hafız Hasan Akkuş, böylece İstanbul içinde ve dışında Müslüman halkımız arasında büyük bir ün kazanmış, çoğu zengin ve şöhretli kişilerin dostluklarına muhatap olmuştur. Onun dilekleri bu kişiler yanında yerine getirilmesi gerekli emir sayılmıştır.



 

1950-1960 dönemi Hafız Hasan Akkuş’un en verimli hizmet yıllarıdır. Bu dönemde öğrencilerinin sayısı yıldan yıla artarak devam etmiştir. Gene bu dönemde ülke çapında şöhretini artıran, ancak siyasi bir sıkıntı ve krize sebep olan KORE MEVLİD’İ vesilesi ile davetli olarak katıldığı mevlidin duasını yaparken, heyecanla söylediği “Allah bu Rus milletini kahr-ü perişan etsin.” sözleri ile dilden dile dolaşır olmuştur. Duadaki bu sözler yüzünden zamanın Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki çok sıkıntılar yaşamıştır.

(Buraya kadar olan kısımların hazırlanmasında Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Emekli Üyesi Recep Akakuş’un Diyanet İlmi Dergisi C.3, S.24, S.75-76-77, Yıl 1988’de yayımlanan makalesinden yararlanılmıştır.)

Hafız Hasan Akkuş, bu dönemde birkaç kez hacca gitmiştir. 1953 yılında hizmet dışı kalacak kadar ağır bir felç hastalığı geçirmiştir. Bu hastalık öğrencisiMehmet Mandal’ın anlattığına göre; “iç gömleğini Mekke’ye gönderip zemzem ile yıkatarak Kabe duvarlarına sürdürüldükten sonra getirilip giymesi ile”, bir başka öğrencisi Maltepe Camii müezzin kayyımlığından emekli Yakup Dinç’in anlattığına göre; “bizzat kendisinin doktor tavsiyesine uygun olarak hocasına 7 gün süre ile yaptırdığı masajlar sonunda şifaya kavuşmuştur.”

Kur’an Eğitim ve Öğretiminin Sona Ermesi, Vefatı, Cenaze Namazı ve Defni

 27 Mayıs 1960 Askeri darbesinden sonra imamet hizmeti ile Kur’an öğretim hizmetinin aynı kişi tarafından yürütülmesi uygulamasına son verildi. Bu nedenle, Hacı Hafız Hasan Akkuş imamlık ve hatiplik hizmetini tercih ederek Kur’an öğreticiliği görevini 18.07.1960 tarihinde sona erdirdi.

Böylece 34 yıllık Kur’an öğretim  hizmeti son buldu. Yaşı da hayli ilerlemişti. Daha uzun süre Kur’an öğretimi hizmetini yürütemeyecekti. Her gün yüzlerce öğrenci ile uğraşmak çok yorucuydu. Buna rağmen imam-hatiplik görevini bırakmamıştır. Bir on yıl daha bu görevini sürdürdü.

Ömrünün 75. yılında 30.08.1970 tarihinde kendi isteği ile emekliye ayrıldı. 1913 yılında Çemberlitaş Dizdariye Camii müezzini olarak başladığı dini hizmetlerini 1970 yılında 57 yıl sonra Nuruosmaniye Camii Baş İmam-Hatibi olarak bitirdi.Hacı Hafız Hasan Akkuş hocanın başlattığı Kur’an öğretim faaliyeti kendisinden sonra da devam etmiştir.

Bu kurs halen verimli bir şekilde onun öğrencileri veya öğrencilerinin öğrencileri tarafından devam ettirilmektedir. Hacı Hafız Hasan Akkuş’tan sonra Nuruosmaniye Camii İmam-Hatipliğine atanan Recep Akakuş (daha sonra Eminönü İlçe Müftülüğüne atanmış) bu görevleri sırasında Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nun daha modern maddi imkanlara kavuşturulması için ciddi çabalar harcamış, bu kursun tanıtımı ve gelişimi için büyük emek sarfetmiştir. Bu nedenle, Nuruosmaniye Kur’an Kursu’nu tanıyan, seven ve destekleyenler “ Hasan Akkuş kurdu, Recep Akakuş korudu” demektedirler.

Hacı Hafız Hasan Akkuş hoca, 08 Ocak 1972 tarihinde 87 yaşında Yüce Yaradanına kavuştu. Cenazesi Nuruosmaniye Camiine getirildi. Cenaze namazı dostu ve arkadaşı Bayezit Camii Baş İmam-Hatibi Hacı Hafız Abdurrahman GÜRSES tarafından kıldırıldı. Cenazeye geniş bir katılım oldu. Namazdan sonra öğrencilerinin ve dostlarının omuzlarında taşınarak, Levent Zincirlikuyu aile mezarlığında defni yapıldı. Kabri kıyamet gününe kadar Kur’an’ın nuru ile aydınlansın.

 

Fiziki Görünümü ve Kişiliği

Hafız Hasan Akkuş fiziki görünümü itibariyle orta boylu, beyaz çehreli ve pehlivan yapılıdır. Yüzüne güzellik veren beyaz bir sakalı vardı. Şakacı bir mizaca sahipti. Aşırı ciddiyetten hoşlanmazdı. Dostları ile şakalaşmadan edemezdi. “Şak, Şak” lakaplı dostu Mithat KERSE, onun en çok şaka yaptığı dostu idi. Hayalci değildi. Uygulama şansı olmayan fikirlere değer vermezdi. Böyle düşünenleri, savunanları da dinlemezdi. Eli açıktı, yemeyi ve yedirmeyi severdi. Öğrencisi Yenimahalle Hacı Baki Camii emekli imamı Mehmet Mandal anlatıyor:

- Hafız Hasan Akkuş, Ayasofya Camii imam-hatibi İdris Okur ile yakın arkadaş ve dost imişler. Her ikisi de âmâ hafız Halil Efendi’den Kur’an okuma tavrı açısından yararlanmışlar. Mukabele, mevlit ve hatimlerde beraber bulunmuşlar. Aralarında hizmete ve sevgiye dayanan bir arkadaşlık ve dostluk kurulmuştur. Şakacı mizacı gereği Hasan Akkuş birlikte yolda yürürken Hafız İdris Okur’a şaka yapmak için çelme takarmış. Bu çelmelerle sendeleyen İdris Efendi “Hasen Efendi kardeşim yapma!” dermiş. Yüce Allah her ikisine de geniş rahmetini esirgemesin. Hacı Hafız Hasan Akkuş, her seviyeden halkla iyi ilişki içinde olurdu. Nuruosmaniye Camiinin ayyaşları dahi ona sevgi ve saygı duyardı. Onların dahi olur-olmaz isteklerini yerine getirirdi. Öğrencisi emekli Ankara imamlarındanAli Osman Atakul anlatıyor:

-Bir gün Akkuş Hoca Nuruosmaniye semtindeki köfteci Hacı Nuri’nin lokantasında otururken semtin ayyaşları sarhoş olarak lokantanın önünden geçerken Hocayı görmüşler. “Hocam! Güzel sesinle bize bir gazel söylesen” demişler. Akkuş Hoca hemen elini kulağına atmış bir gazel söylemiş. Sarhoşlar gittikten sonra lokantasında oturduğu Köfteci Hacı Nuri, Akkuş Hoca’ya “Hoca Efendi, bu ne hafifliktir. Sana, sarhoşlara gazel söylemek yakışıyor mu?” diye serzenişte bulunmuş. Bunun üzerine Akkuş Hoca, “Hacı Nuri, ne yapalım. Ezelde Yüce Allah insanlara kaderlerinde bölüştürme yaparken hafifliği bana, ağırlığı da Ayasofya Camii İmam-Hatibi Hafız İdris Efendi’ye vermiş.” diyerek karşılık vermiş. 

Öğrencisi emekli imam Mehmet Mandal anlatıyor: 

- Akkuş Hoca, arkadaşı ve dostu Bayezit Camii İmamı Abdurrahman Gürses ile Bayezit Camiinden çıkmışlar. Sokakta yürürken esnaftan biri Akkuş Hoca’ya “Hocam işimizin yoğunluğundan güzel sesinizle okuduğunuz Kur’an’ı dinlemeye gelemiyoruz. Ne olur şuraya oturup, bir Kur’an okur musunuz.” deyince, Hoca hemen oracıkta bir sandalyeye oturup, kısa birkaç ayet okuyuvermiş. Arkadaşı çok titiz mizaçlı Abdurrahman Gürses bu tutumunu hoş karşılamadığını söyleyince, Akkuş Hoca, “Abdurrahman Efendi kardeşim, bu insanın isteğini geri mi çevirelim?” demiş.

 Yine Mehmet Mandal anlatıyor:

- Akkuş Hoca bir Cuma hutbesinden dolayı emniyet tarafından karakola çağrılmış. Cami cemaati korkmuş, fazla ilgilenememişler. Fakat Nuruosmaniye semtinin sarhoşları Akkuş Hoca’nın karakola çağrıldığını duymuşlar, hemen karakola gitmişler ve ilgililer ile görüşerek Akkuş Hoca’yı karakoldan çıkarmışlar.

- Akkuş Hoca’yı (Ankara’dan) ziyarete iki hanım gelmiş. Hanımlardan biri safra kesesi hastalığının olduğunu söylemiş. Hoca, bu hanıma “Hiç merak etme senin göğsünü yarıp, çıkarırız” demiş.

- Akkuş Hoca’nın talebesi Hafız Esad Gerede hasta olmuş. Hastanede yatarken Akkuş Hoca ziyaretine gitmiş. Esad Hoca yatakta kıvranırken, Akkuş

Hoca “Esad, ne kıvranıp, ah-poh edip duruyorsun. Sen gidersen arkandan da bizler geliyoruz.” demiş. Görülüyor ki, Akkuş Hoca kadere razı, her tür halk insanı ile hoş geçimli bir kişiliktir. Akkuş Hoca, hem devlet adamları ile hem de halk ile yakın ilişki kurmayı en üst düzeyde başarmıştır. Dostlarının olanaklarından yararlanarak bir çok öğrencisinin barınma, beslenme ve giyim ihtiyaçlarını karşılamıştır. Nimet Abla, Hacı Süleyman Çakır, Abdurrahman Cansu, Halil Karaca, Hacı Fahri Kiğılı bunlar arasındadır. 

Hacı Hafız Hasan Akkuş, güreşçi bir babanın oğludur. Babası Osman Efendi Kızılcahamam yöresinin namlı bir güreşçisidir. Çevresinde onun sırtını yere getiren kimse yoktur. Akkuş Hoca da pehlivan yapılıdır, güreş meraklısıdır. Bu spora tutku derecesinde ilgi ve sevgisi vardır. Rüştiyede (ortaokul) öğrenim gördüğü sırada Yakup Hoca ismindeki bir güreş antrenöründen özel güreş dersleri almıştır. Öğrencilerinden yetenekli gördüklerini de bu spor türüne yönlendirmiştir. Öğrencisi ve Akkuş Hoca’nın köylüsü Ankara Maltepe Camii emekli müezzini Yakup Dinç anlatıyor:

- Ben, Akkuş Hocamın 20 günlük öğrencisi idim. Hocam, beni bir gün bir taksiye bindirdi, Vefa Bozacısı İsmail Hakkı Vefa’nın, bozacı dükkanına götürdü. Ona dedi ki; “Sana bir somun pehlivanı getirdim. Masrafları bana aittir. Bunu kulübe yaz, güreş sporunda yetiştir.” İsmail Hakkı Bey Fatih Spor Kulübü’nün başkanı idi. Hocanın ricası üzerine beni kulübe öğrenci olarak kaydetti ve bütün masraflarımı da kulüp karşıladı. Ben kısa zamanda güreşte başarılı oldum, seçmelerde birincilik başarısı aldım. Madalyamı hocama götürdüm. Madalyamı görünce çok heyecanlandı. O sırada (1953 yılı) bir felç hali vardı. Madalyamı aldı, yastığının altına koydu. Gelen ziyaretçilerine benim madalyamı gururla ve öğünerek gösteriyordu. Doktorlar felç durumunu atlatması için bir masaj türü önermişlerdi.Masajı oğulları yapmak istiyordu. Hocam, masajı benim yapmamı uygun gördü. Hocama bir hafta masaj yaptım, Allah’ın izni ile şifa buldu, camideki görevine yeniden başladı.Hafız Hasan Akkuş, güzel sese de aşıktı. Gene öğrencisi  Mehmet Mandal anlatıyor:

Akkuş Hoca, gençliğinde Tepebaşı Gazinosunda Safiye Ayla, Hafız Burhan ve benzeri ses sanatçılarını dinlemeye gidermiş. Bu durum İstanbul Müftüsü Fehmi Efendi’ye şikayet edilmiş. Müftü Akkuş Hocayı çağırmış, şikayeti anlatmış. Akkuş Hoca, istifa dilekçesini Müftünün önüne koymuş. Müftü Fehmi Efendi dilekçesini geri aldırmış. “Bildiğin gibi hareket et.” demiş.İstanbul’un mevlit okuyucusu Mecit Sesigür vefat edince, Akkuş Hoca “Bugün Mecit Sesigür’ü değil, Mevlit’i gömdük” demiş.

 Öğrencileri, Kur’an Öğretim Metodu ve Öğrencileri ile İlişkileri

Hacı Hafız Hasan Akkuş’un öğrencileri çoğunluğu itibari ile Anadolu’nunçeşitli köy ve kasabalarında hafızlığını tamamladıktan sonra Kur’an’ı Kerim’i usulüne uygun okuma tekniklerini (kıraat, eda ve sada eğitimi) ve tecvit  öğrenmek için İstanbul’a gelmiş gençlerdi.

Barınma imkanlarının yok denecek kadar az olması nedeniyle öğrenci kabulünde seçici davranırdı. Kendi hemşehrisi olan Kızılcahamam – Çamlıdere yöresi çocuklarına ve sesi güzel olana, gırtlak yapısı Kur’an okumaya yetenekli bulunanlara öncelik tanırdı.

İstanbul’da kalacak yeri olanlar ile İstanbul’da başka yerlerde barınma yerleri olan gençlere de öğrencileri arasında yer verirdi. Bu nedenle zaman içerisinde barınma imkanlarına yatılı medrese imkanlarının katılması ile öğrencilerinin sayısı değişik zamanlarda farklılıklar sergilemiştir. Zaman zaman öğrenci sayısı 15-20, 50-60, 100-200 gibi rakamlara ulaşmıştır. Hacı Hafız Hasan Akkuş hocanın öğrencilerini üç kuşak olarak değerlendirmek mümkündür:

1930-1940 ilk dönem öğrencileridir: Bunlar arasında İstanbul Mushafları İnceleme Kurulu Başkanı Fikri AKSOY, Valide Camii Müezzini Kerim ÖZBAKIR, Hasan GÖKDEMİR, Kapalıçarşı Camii İmamı Raif BAHRİYELİ, Düzceli Hasan Efendi, Adapazarı bölgesinde ASKER HAFIZ namı ile tanınmış ve daha sonra Adapazarı ve Giresun il müftülükleri yapmış olan Mehmet EREN’i, bir kız öğrencisi olan Emine KARACA’yı zikretmek mümkündür.

1940-1950 dönemi ikinci ve oldukça verimli bir dönemdir:

Bu dönem öğrencileri arasında, daha sonraki yıllarda isimlerini ve şöhretlerini bütün Türkiye’nin tanıdığı kimseler yer alır. İstanbul Mihrimah Sultan Camii İmam-Hatibi Esat GEREDE, Ankara Maltepe Camii İmam-Hatibi Ali GÜRAN, Ankara Vaizleri Rıza ÇÖLLÜOĞLU ve Abdullah İŞLER ve Ankara’nın çeşitli camilerinde imam-hatiplik ve Kur’an Kursu öğreticiliği yapan Ali Osman ATAKUL, Ankara Zincirli Camii İmam-Hatibi Ahmet KÖKSAL, Bursa Emirsultan Camii İmam- Hatibi Harun SOYDAŞ, Şişli Camii Müezzini Enver CEYLAN ve benzerleri bu ikinci dönemde Akkuş Hoca’nın eğitim ve öğretiminden yararlanmış ünlü Kur’an okuyucularıdır.

1950-1960 dönemi son dönemdir: Bu dönemde isimleri öne çıkmış, Türkiye’de üstlendikleri dini görevler itibari ile dikkate değer yerlere gelmiş öğrencileri arasında Hafız İlhan TOK, Kemal KÖKSAL, Seyfettin FİDAN, Kemal GÜRAN, Cemalettin ÇİMEN, Arif Mehmet ÖZDEMİR, Mehmet GEMİCİ, Osman EMİROĞLU, Mustafa ÜNAL, Hasan ÇAKMAK, İsmail BİÇER, Şevket YARDIMEDİCİ, Nafiz ÖZDEMİR, Selahattin KAYA, Kamil ÇÖLLÜOĞLU, İstanbul Ağa Camii İmam-Hatibi İsmet AYDIN, Ankara Mamak Camii İmam-Hatibi İsmet AKKUŞ ve benzerleri Akkuş Hoca’nın eğitimi sonrasında dini hizmet mesleğine girmişlerdir.

Hacı Hafız Hasan Akkuş Hoca’nın öğrenci kabulünde seçkinci bir tutum izlediğini belirtmiştim. Akkuş Hoca’nın bu seçkinci tutumuna iki örnek vermek isterim. İlk örnek şudur:

Akkuş Hoca, çok küçük yaşlardan itibaren (4 yaşında iken) köyünden ayrılmış olmasına karşın, köyünü hiç unutmamıştır. Köyünde vefat edip, orada gömülen annesi Kezban Hanım’ı zaman zaman ziyaret etmeyi ihmal etmemiştir. Bu ziyaretlerinden birinde aynı yöre çocuğu Ali Osman ATAKUL’un yeteneğini keşfetmiş ve onu İstanbul’a götürmüştür.

İstanbul’daki Kur’an öğrenimi safhasında sağlık nedenleri ile çeşitli zorluklarla karşılaşan Ali Osman ATAKUL’u Akkuş Hocası her türlü şartlar altında korumuş, eğitmiş, zaman zaman kendi evinde barındırmıştır. Ali Osman ATAKUL, onun eğitimini almış bir ünlü Kur’an okuyucusu olmuş, zamanın Diyanet İşleri Başkanları Ahmet Hamdi Akseki ve Eyüp Sabri Hayırlıoğlu’nun beğenilerini kazanmıştır.

Ali Osman Atakul, 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinden sonra Türkiye Radyolarında, Akkuş Hocanın bir başka öğrencisi olan Ali GÜRAN ile birlikte ramazan ayı boyunca,ramazan iftarları öncesinde Kur’an’ı Kerim okuma onurunu kazınmıştır. Ülke çapında şöhretli bir Kur’an okuyucusu olarak tanınmıştır.

İkinci örnek; İsmail BİÇER’dir. Hacı Hafız Akkuş Hocanın oğullarından birinin eşi Göynük ilçesindendir. Akkuş Hoca, zaman zaman dünürünün davetlisi olarak Göynük’e gider. 1958 yılında Göynük’de bir mevlit merasimine katılır.

Bu merasimde Kur’an okuyan küçük bir hafız dikkatini çeker. Bu küçük hafızın ismi İsmail BİÇER’dir. Onu yanına çağırır, ilgilenir, yakınları ile görüşür ve “Bu küçük hafız köyde kalmasın, hemen benim yanıma, Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na gönderin.” der.

Küçük Hafız İsmail Biçer ilk Kur’an öğrenimini Akkuş Hocadan alır, daha sonra Bayezit Camii imam-hatibi Abdurrahman GÜRSES hocanın öğrencisi olur. Zamanla ve bu iki üstad hocanın eğitimi ile İsmail BİÇER, Türkiye’nin yetiştirdiği en ünlü Kur’an okuyucuları arasındaki yerini alır.

Acıklı bir kaza sonunda ve en verimli çağında Yüce Yaradanına kavuşan İsmail BİÇER’in kabrinin Kur’an nuruyla aydınlanmasını dilerim. İsmail BİÇER, okuyuş üslubu bakımından bugün ülkemizde Kur’an okumaya özenen her Türk gencinin özenti duyduğu bir figür olarak etkisini sürdürüyor. O ağırlıkta bir başka ses ortaya çıkıncaya kadar da bu rolünü sürdüreceğe benziyor. Akkuş Hocanın öğrenci profilini incelediğimiz zaman, Kızılcahamam Çamlıdere çocuklarının ağırlıklı olduğu gözlenmektedir. Bunun iki nedeni vardır.

Birincisi 1930-1960 yılları arasında bu yörede hafızlık eğitiminin son derece yoğun olmasıdır. İkinci neden ise, Akkuş Hocanın kendi yöresinin çocuklarına öncelik tanımasıdır.

Hacı Hafız Hasan Akkuş hoca, öğretim metodu olarak kalfa sistemini benimsememiştir. Öğrencileri ile bizzat kendisi meşgul olmuştur. Öğrencilerine ders verirken grup sistemini uygulamıştır. Birden fazla öğrenciyi aynı anda dinlemiştir. Hafız olmayanları hafız yapmış, hafız olanlara Kur’an’ı Kerim’i usulüne  uygun olarak ve güzel bir şekilde okuma eğitimi vermiştir.

Öğrencileri ile ilişkileri son derece sıcaktı. Yetenekli öğrencilerine değerverirdi. Onları mevlit merasimlerine götürür, Kur’an okuma fırsatı verirdi. Davet edildiği hatim meclislerine öğrencilerinden seçtikleri ile birlikte gider, böylece onlara bir miktar cep harçlığı sağlardı. Bazı özel dostlarının yemekli davetlerine dahi öğrencilerinden seçtikleri ile birlikte katılırdı. Burada bizzat yaşadığım bir yemekli davet anısını anlatmadan geçemeyeceğim:

- Nuruosmaniye Kur’an Kursunda öğrenci olduğum 1951 yılında dostu Hacı Süleyman Çakır’ın evine davetli olarak birkaç öğrenci ile birlikte katılmıştık.

Akkuş Hocamız bu davete bizi de götürmüştü. Yemek masasında evin hizmetli kızı olduğunu sandığım benim yaşlarımda bir genç kız hizmet ediyordu. Boşalan tabakları alıyor, dolu tabakları önümüze koyuyordu. Benim boşalan tabaklarımı alırken kızcağızın “Şekerim! Tabağını ver” demeye başlaması Akkuş Hocanın dikkatini çekmiş olacak ki boşalan bir yemek tabağımın aynı sözlerle istenmesinde benim gecikmemi fırsat bilerek bana; “Şekeri! Tabağını versene” diyerek beni utandırmıştı.

Hacı Hafız Hasan Akkuş öğrencileri ile öğrencilik dönemi sonrasında da yakın ve sıcak ilgisini sürdürmüştür. Onlarla arkadaş olmuş, onlarla birlikte olmaktan derin mutluluk duymuştur. Öğrencilerini İstanbul ziyaretlerinde yanından ayırmaz, onların her zeminde ve zamanda Kur’an okumalarını zevkle dinlerdi. 

 Öğrencisi Ali Osman ATAKUL anlatıyor:

- Benim kendisini bir ziyaretimde hocam Akkuş, Kadıköy Osmanağa Camiindeki mukabelesine beni de götürdü, bana 4-5 sayfa Kur’an okuttuktan sonra kendisi okumaya başladı. İstanbul tarafından vapurla Kadıköy’e geçerken, vapurda ayaklarını ve kollarını sıvadı. Abdest almaya hazırlandı.

Ben “Hocam abdesti Kadıköy’de camiye varınca, daha rahat olarak alırsınız” deyince, bana “oğlum, ben abdestsiz gezemem.” Dedi. Bu sözleri Akkuş Hocanın manevi hayatının ne kadar zengin olduğunun bir göstergesi idi. 

 Öğrencisi Fahri TIĞLIOĞLU anlatıyor:

- Akkuş Hocam bana bir gün öğrencisi Rıza ÇÖLLÜOĞLU için, “Rıza Çöllü bana bir hanım bulacaktı, ne oldu ona bir sor.” dedi ve arkasından Rıza Çöllüoğlu’nun okuyuşuna dair bir taklidi yapıverdi. Bu olay Akkuş Hocanın öğrencileri ile ne kadar senli benli olduğunun ve onlarla hangi düzeyde şakalaştığının bir göstergesi olarak benim belleğimde kaldı.

 Hacı Hafız Hasan Akkuş için son söz olarak özetle şunları söylemek mümkündür: 

O, 87 yıllık uzun bir ömür sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yıllarına şahit olmuştur. Cumhuriyetin kuruluş yılları sıkıntılarını yaşamıştır. Balkan felaketinin dehşetini, İstanbul’u dolduran ve sefalet içinde yüzen balkan göçmenlerinin acılarını içinde hissetmiştir. 1.Dünya Savaşında bizzat savaş alanında bulunmuş, Yemen cephesinde İngilizlere esir düşmüştür. İngilizlere tutsak olduğu günlerde esaret yaşamının bütün çile ve sıkıntılarını çekmiştir.

Böylece olgun ve hayatın sıkıntılarına dayanıklı bir kişilik kazanmıştır. Esaret günlerinde Yüce Allah’a esaretinin sona ermesi halinde Kur’an’a hizmet sözü vermiştir. Bu sözünü esaret sonrasında İstanbul’a dönüşünden itibaren tutmuştur. Kendisini Kur’an hizmetine adamış ve bunda üstün derecede başarılı olmuştur. Cumhuriyet sonrası Türkiye’de uzunca bir süre kesintiye uğratılan din eğitim ve öğretimi boşluğunu kendi çapında doldurmuştur.

Söz konusu eğitim boşluğu nedeni ile ehil Kur’an okuyucularından yoksun kalması olası cami mihraplarını imamsız, ezan okunan minareleri müezzinsiz bırakmamak amacıyla yüzlerce, binlerce gencin eğitim görmesine imkan sağlamıştır. Onun bu konuda Türkiye’de ikinci bir örneği yoktur.

Kabri Kur’an nuruyla aydınlansın. Yüce Allah’ın geniş rahmeti onunla olsun.

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Kaynak:Kemal GÜRAN -20. YÜZYILDA KIZILCAHAMAM - ÇAMLIDERE’DE YETİŞEN ÜNLÜ HAFIZLAR - ESYAV




0 Yorum - Yorum Yaz

  

 HAFIZ  İBRAHİM  OKUR   

 Çevre halkı arasında “Akkaya’lı Kuru Hafız” namı ile bilinen Hafız İbrahim Okur, 1874 yılında Çamlıdere İlçesinin Akkaya Köyünde dünyaya geldi.

 Hafız İbrahim Okur, aynı köyde yaşayan “Sadıkoğulları” lakabı ile ünlü bir ailedendir.Akkaya Köyü, aşağı ve yukarı mahalleleri bulunan iki mahalleli bir köyidi. 10-12 haneden ibaret olan Aşağı Akkaya, Çamlıdere Bayındır Barajı’nın yapımı ile ortadan kalkmıştır. Hafız İbrahim Okur bu mahallede dünyaya gelmiştir.

 

Hafız İbrahim Okur’un anne tarafından ilme olan temayülü, dayılarının köylerini terk ederek ilim tahsili için İstanbul’a veya başka diyarlara gitmelerine neden olmuştur. Nitekim dayılarından Ankara’lı Hafız Halil Efendi olarak tanınanı İzmir Karşıyaka Reşadiye Mahallesi’nde; diğer ikisinin de Beypazarı ve Nallıhan’daikamet ettikleri sonraki yıllarda anlatılan rivayetlerden anlaşılmaktadır.Hafız İbrahim Efendi de dayılarının yolunu tutmuş; ilim tahsili için memleketiniterk edip, Beypazarı ve İstanbul’a uzanan tahsil hayatına yönelmiştir.Hafız İbrahim Okur, henüz çocuk denilecek bir yaşta üç kuruş para ile Beypazarı üzerinden İstanbul’a gitmiştir. O, İstanbul’a vardığında, orada muhtemelen kendisi gibi okumaya giden dayısı tarafından memleketine geri gönderilmiştir.Hafız İbrahim Efendi İstanbul’dan geri gönderilişi sonrasında, Kur’anokumayı ve ilk hatmini Beypazarı’nın Uruş Köyünde yapmıştır. Daha sonraki günlerde köyüne döndüğünde, ailesinin fakru zaruret içinde olması, Onun İstanbul arzusunun hep canlı kalmasına neden olmuştur. Bir mevlit merasimi sonrası,aynı köyden Godal’ın Hasan adındaki kişinin vermiş olduğu üç kuruş para, Onuyeniden İstanbul yoluna düşürmüş ve ikinci kez bu ilim ve irfan şehrine gitmesineneden olmuştur. Hayatında hep şükranla ve hayırla andığı kişiler arasında kendisine yol parası vererek İstanbul’a gitmesini sağlayan ve orada hafız olmasınaneden olan Godal’ın Hasan için her hafta Cuma günü Kur’an okuyarak ruhuna ithaf eder ve vefa borcunu ödemeye çalışırmış.

 Hafız İbrahim Efendi’nin İstanbul’daki öğrenim hayatı hakkında fazla bilgiyesahip değiliz. Onun çocuklarına sık sık tekrarladığı, Fatih’te okuduğu ve icazetaldığı hocanın Hafız Nuri Efendi olduğu ve 15-20 yıl kadar istanbul’da kaldığı,bir camide de imam-hatiplik yaptığı yönündeki bilgilerden ibarettir.   Onun İslam dünyasında “aşere- takrib” denilen okuma usulü üzere hafız olduğu, yaniKur’an’ı Kerim’i meşhur on okunuşu ile hıfz ettiği ve yaklaşık altı saatte ezberinden okuduğu anlatılır.

Hafız İbrahim Efendi, İstanbul’da eğitimini bitirdikten sonra köyüne dönmüştür.Köyüne döndükten sonra o dönemdeki adı ile Şeyhler (halk arasındakiadı Şıhlar) günümüzdeki adı ile Çamlıdere’de imamlık yapmış ve pek çok hafız yetiştirmiştir. Çamlıdere’nin önde gelen muteber kişilerinden olan Hacı Vasıf Efendi, Hafız İbrahim’in güzel Kur’an okuduğunu duyar ve imam olması içinköylerine yani Çamlıdere’ye davet eder. O dönemde Çamlıdere’de yani Şeyhler’dekavuklu kavuklu hocalar bulunmakta; dini konular hararetle tartışılmaktadır.Hacı Vasıf Efendi’nin davet mektubu üzerine Çamlıdere’ye giden Hafız İbrahim Efendi; oradaki hocaların yanında adeta çocuk gibi kalmaktadır. O, Çamlıdere’ye vardığında Kayabaşı Mahallesindeki Hacı İbrahim Ağa’nın konağına gider.Henüz Hacı Vasıf Efendi’yi tanımamaktadır. İkindiden evvel geldiği odada, abdestalıp “Vakı’a Suresi”ni okumaya başlar. O sırada odaya giren Hacı Vasıf Efendi, okunan Kur’an’ı dinler ve fatihadan sonra kendisine; “Ne var Hafız Efendi! Zenginlikte gözün mü var?” diye sorar. Hafız İbrahim Efendi de “Hocamgenciz, Allah’tan ilim de isteriz, mal da isteriz.” der. Hacı Vasıf Efendi,kim ve nereli olduğunu sorduğunda; Akkaya’lı olduğunu söyler ve tanışma faslından sonra birlikte ikindi namazı için camiye giderler. Büyük Cami’de akşamve yatsı namazını kılarlar. Tellal herkesi akşam İbrahim Ağa’nın konağına daveteder. Çünkü orada akşam imam tutulacaktır. Akşam Çamlıdereliler odaya toplanırlar.Hafız’a imamlık ücreti olarak ne istediği sorulur. O da verdiği cevapta;“Hocam ilmin kıymetini kim bilir? İlim sahibi bilir. Siz bilirsiniz. Burada bukadar alim var. Buyurun, siz taktir edin” der. Sonradan kendisinin anlattığına göre, yanında oturan kürklü kavuklu bir hoca, böğrüne dürterek fısıltı halinde bin lira istemesini söyler. Hafız İbrahim Efendi yine kendi ifadesi ile; “Kalbime danıştım,bu kadar sene İstanbul’da kaldım, bizim memleket taşlık bir memleket,bu parayı burada veremezler diye düşünüp, kalbimin sesini dinleyipkabul etmedim. Ve onlara siz ne verirseniz kabul ederim dedim, bunun üzerineHacı Vasıf Efendi dua ederek beni imam tuttu.” demiştir. Böylece Hafızİbrahim Efendi’nin Çamlıdere’deki imamlık dönemi başlamıştır.

Hafız İbrahim Efendi’nin Kızılcahamam ve Çamlıdere civarında görev yaptığı yerler arasında Şorba’nın merkezi olan Pazarköy de bulunmaktadır. O,orada hem Ali Ağa’nın yaptırdığı camide imamlık yapmış; hem de kaza merkeziiken açılan Rüştiye Mektebi’nde yani bugünkü karşılığı ile Ortaokul’da din eğitimivermiştir. Bunun ne kadar sürdüğü ve hangi tarihler arasında gerçekleştiği,anlatılan rivayetlerden öte geçmemektedir. Hafız İbrahim Efendi, Güdül’ün SorgunKöyünde de imamlık yapmıştır.

Kur’an’ı Kerim Eğitimine Desteği

  Hafız İbrahim Okur, Çamlıdere, Sorgun, Pazarköy ve benzeri yerlerdei mam-hatiplik yaptığı yıllarda Kur’an’ı Kerim eğitimine de büyük katkılarda bulunmuştur.İmamlık yaptığı köyden ve çevreden gelen çocukları hafız yapmıştır.Çamlıdere’de yetiştirdiği hafızlar arasında Kızılcahamam Yukarı Cami imamlığınıuzun süre devam ettiren “Tellioğlu Hafız” namı ile ünlü hafızı bilhassa belirtmekgerekir. Hafız İbrahim Okur, kendi köyünde kaldığı yıllarda da hem kendiçocuklarını, hem köyünün çocuklarını ve hem de çevre köylerden gelen çocukları,(evinin taban katındaki bir yerde) hafız yapmayı gizli gizli sürdürmüştür.

 

   Menemen Olayından Sonra Soruşturma Geçirmesi

 Hafız İbrahim Okur’un hayatı hakkında anlatılan önemli olaylardan biri deMenemen Olayı sonrasında sorgu için köyünden alınıp, götürülmesidir. Yaklaşıkon günlük bir sorgu dönemi geçirmiş ve daha sonra serbest bırakılmıştır. Anlatılanlaragöre bu sorgunun etkisini uzun süre üzerinden atamamıştır.

 

   Evliliği ve Çocukları

 

  Hafız İbrahim Okur, eğitim hayatını tamamlayarak köye döndükten kısa birsüre sonra çevre köylerden Yediören Köyü’nün mahallelerinden Eseler (Isalar)Mahallesinden ve Kadıoğulları ailesinden Fatma hanım ile evlenmiştir. Bu evliliktenHilmi, Cevdet, Kazım, Abdülhalim ve Nazım adlı oğulları ile Ayşe ve Hayriye isimli kızları dünyaya gelmiştir.

 

    Ölümü ve Defni

 Hafız İbrahim Okur, 1945 yılında Yüce Allah’ın geniş rahmetine kavuşmuş,köyünden ve çevre köylerden katılan cemaatin iştiraki ile kılınan cenaze namazından sonra köy mezarlığında defni yapılmıştır. Yüce Allah kabrini Kur’an’ınnuru ile aydınlatsın.Makamını cennet eylesin.


(Not: Hafız İbrahim Okur hakkındaki bilgiler, oğullarından Hacı Abdülhalim Okur, kızı Hayriye Çınar ile damadı Süleyman Çınar’ın, Doç .Dr. Hüseyin Çınar’a verdikleri mülakatla tesbit edilmiştir.) 




0 Yorum - Yorum Yaz

  

HAFIZ HALİL OKUR

 Hafız Halil Okur, 1885 yılında Çamlıdere’de doğdu. Babası yörede “Cılak” namı ile bilinen Ahmet Efendi’dir. Hafız Halil Okur, ilk eğitimini Çamlıdere medreselerinde aldı. Öğrencisi Rıza Çöllüoğlu’nun ifadesine göre; Hafız Halil Okur’un ilk hafızlık hocası Akkaya’lı meşhur “Kuru Hafız”dır. Hafız Halil Okur daha sonra İstanbul’a gitti ve Fatih Medresesine girdi. Fatih Camii Baş imamhatibi “Arap Hafız” namı ile bilinen Rasim Efendi’ye öğrenci oldu. Arap Hafız 1938 yılına kadar yaşamıştı. Halil Okur’un hocasına büyük saygısı vardı. Sağ olduğu sürece her yıl onu ziyaret ederdi. Dar’ul Hilafe Medresesine girdi. Bu aradaKur’an okumadaki yeteneğinigeliştirmek için “AŞERE-TAKRİP” dersleri aldı. 

Görevleri

Hafız Halil Okur, İstanbul’da eğitimine devam ederken, Kur’an’ı Kerim okumadaki becerisi göz önünde bulundurularak Fatih Camiine “Sûrehan” olarak atandı. O zamanlarda “Sûrehan” olarak atananlar görevli oldukları camilerde sabah namazında “YASİN-İ ŞERİF”, öğle namazında “FETİH”, ikindi namazında “MÜLK” surelerini okumakla görevli idiler. Hafız Halil Okur, bir süre hocası Fatih Camii imamı Arap Hafız’a vekalet de etmiştir. Damadı Mehmet Mandal’ınanlattığına göre; bir ara Çamlıdere halkı arasında çeşitli ihtilaflar olmuş.

Halk bu ihtilafları ancak Hafız Halil Okur’un ortadan kaldırabileceğini düşünüyormuş. İstanbul’a bir heyet göndermişler. Hafız Halil Okur’u Çamlıdere’ye dönmeye ikna etmişler. Halil Okur Hocaya Çamlıdere halkının büyük sevgi ve saygısı vardı. O kahveye girdiği zaman çıt çıkmazdı. Bütün halk saygı ile onu dinlerdi. Hafız Halil Okur, Çamlıdere’ye döndükten sonra aralıksız hem Merkez Camii imam-hatipliği hem de Belediye Başkanlığı yapmıştır. O yıllarda bu iki görevin bir kişide birleşmesi mümkünmüş. Hafız Halil Okur bu iki görevi 1950 yılına kadar birlikte yürütmüş. 1950 yılında Merkez Camii imamlığını öğrencisi Ziya Tığlıoğlu’na bırakmış. 1955 yılında vefat edinceye kadar Belediye Başkanlığı’n devam etmiştir.

Kur’an Okuma Yeteneği ve Kur’an Eğitimine Hizmetleri

Hafız Halil Okur, yörede örneği az bulunan Kur’an okuyucularındandı.Kur’an okuma konusunda İstanbul’da iyi bir eğitim almıştı. Öğrencisi Rıza Çöllüoğlu’nu anlattığına göre:

- Halil Okur Hoca derviş yapılı idi. Sanırım Hacı Bayram’a intisabı vardı.Kur’an okurken kendini kaybederdi. O kadar duygulu okurdu.

Çamlıdere’li Hafız Fahri Tığlıoğlu anlatıyor:

- İstanbul’a Nuruosmaniye Kur’an Kursu’na öğrenci olmak için gitmiştim.Hafız Hasan Akkuş benim İstanbul’a geliş sebebimi öğrendikten sonra Hafız Halil Okur’u kastederek İstanbul Çamlıdere’de, niçin buraya geldin?” dedi.Hafız Halil Okur’un öğrencisi Rıza Çöllüoğlu da onun İstanbul’un birinci sınıf Kur’an okuyucuları arasında olduğunu söylüyor ve şöyle diyor:- Ben anlayan bir kişi olarak söylüyorum. Ankara ile İstanbul arasında Hafız Halil Okur’un yerini dolduracak bir adam yoktu. O, Arap Hafız’ın bir numaralı talebelerindendi. Hoca Efendi, her şeye geniş ve güzel bakabil bir insandı.Hafız Halil Okur, Belediye Başkanlığı ve Merkez Camii İmam-Hatipliği yapmakla yetinmemiştir. Resmi din eğitim ve öğretiminin yok edildiği 1930’lu  yıllarda Çamlırede’den ve çevreden gelen çocukları hafız yapmak, onlara Kur’an talim ve tecvidi öğretmek için de çaba harcamıştır. Ancak dönemin koşulları gereği yönetimin takip ve baskısına uğramıştır. Bunun üzerine çevre köylerden gelen öğrencilerini köylerine göndermek ve eğitime son vermek zorunda kalmıştır. Ancak öğrencisi Rıza Çöllüoğlu’nda üstün yetenek gördüğü için Onu köyüne göndermemiş, öğrencisi Ziya Tığlıoğlu’na emanet etmiştir. Böylece Rıza Çöllüoğlu Kur’an eğitimine Ziya Tığlıoğlu’nda devam edebilmiştir.

Ankara Valisi meşhur Nevzat Tandoğan Hafız Halil Okur’u severmiş. Vali Tandoğan, Çamlıdere’de Halil Okur’u ziyarete gelmiş. Bu ziyaret, Hoca Efendi’yi Çamlıdere yöneticilerine karşı çok güçlendirmiş.

Öğrencisi Rıza Çöllüoğlu anlatıyor:- Hafız Halil Okur, dışa açık değildi. Çamlıdere Köyü’nün imamı idi. Belki 20 yıl imam-hatiplik yaptı. Kadrosu yoktu, halk verdiyse aldı, vermediyse hiçbir şey söylemedi. Çok onurlu bir insandı. Para ile okutmaya karşı idi. Kendi yapmadığı gibi başkasının da yapmasını istemezdi.

Evliliği ve Çocukları

Hafız Halil Okur, Çamlıdere’ye geldikten sonra Hacı Emin kızı Naciye Hanım’la evlendi. Bu evlilikten Sabiha, Muazzez ve Aliye isimli üç kızı oldu. Müftü kızı dul Fatma Hanım’la ikinci bir evlilik yaptı ise de bu hanımdan çocuğu olmadı. Halen kızı Aliye Hanım Mehmet Mandal’ın eşi olarak hayattadır. Diğer kızları vefat etmişlerdir.

Hafız Halil Okur’un Yeğeni Ali TAŞKAN

Damadı Mehmet Mandal’ın anlattığına göre, Hafız Halil Okur’un Ali Taşkan isimli hafız bir yeğeni varmış. Ali Taşkan’ın sesi çok gür ve güzelmiş. Okuduğu ezanla ve Kur’an’la gönülleri ürpertirmiş. Bir ara Ankara Bağlum’da köy bütçesinden imam-hatiplik yapmış. Sesi çok güzel ve yüksekmiş. Okuduğu ezan Keçiören sırtlarından duyulurmuş. Hafız Ali Taşkan ara sıra Ankara’ya da gelirmiş. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki, Ali Taşkan’ın Kur’an okumasını çok severmiş. Bu nedenle cami görevlilerine emir verir, “Çamlıdere’li hafız gelirse haberim olsun” dermiş. Ali Taşkan verem hastalığına yakalanmış, 1936 yılında 36 yaşında iken vefat etmiş. Yüce Allah ondan rahmetini esirgemesin.

Hafız Halil Okur’un Vefatı ve Defni

Hafız Halil Okur, 5 Temmuz 1955 günü Yüce Allah’ın rahmetine kavuştu. Çamlıdere ve çevre halkının geniş katılımı ile cenaze namazı Merkez Camii’nde kılındı ve Çamlıdere Mezarlığı’na defnedildi. Kabri Kur’an nuruyla aydınlansın.

 

Hafız Halil Okur’un Kızı ve Emekli İmam-Hatip Mehmet Mandal’ın

Eşi Aliye Mandal’ın Babası İle İlgili Hatıraları:

- Babam Hafız Halil Okur’un annesi vefat edince ve 4 kardeşi ile yetim kalmış. Küçük yaşta İstanbul’a gitmiş. İstanbul’da Fatih Camii’nde kalmış. Fatih Camii’nde Hafız Hasan Akkuş Hoca ile beraber Filibe’li Arap Hoca’dan ders almış ve Fatih Camii’nde müezzin olmuş. Çamlıdereli hemşehrileri babamı Çamlıdere’ye getirmişler. Amcasının kızı Naciye Hanım ile evlilik yapmış ve bu evlilikten 3 kızı oldu. 3 kızdan ikisi yetmiş beş yaşlarına kadar yaşadılar ve vefat ettiler. Babam cumhuriyetin ilk yıllarında bir süre Meclis Umumi Azası olarak görev yapmış. Kızılcahamam merkezi Pazar nahiyesinden, bugünkü merkeze taşınınca babam bir süre de Kızılcahamam Belediye Başkanlığı yapmış. Çamlıdereliler babamın Kızılcahamam’da Belediye Başkanlığı yapmasını istemiyorlardı ve Onu Çamlıdere Belediye Başkanı olarak görmek istiyorlardı. Bu istek üzerine Çamlıdere Belediye Başkanlığı ve Merkez Camii İmamlığı yapmaya başladı.

 

Babam Halil Okur, Kızılcahamam Belediye Başkanlığı’ndan ayrılıp, Çamlıdere Belediye Başkanlığı’na dönerken “Seyh Ali Es-Semerkandi”nin bir manevi yönlendirmesine de muhatap oluyor. Bunun üzerine babam İstanbul’dan ve Ankara’dan ilişkisini tamamen kesiyor ve Çamlıdere’ye yerleşiyor. Çamlıdere’ye yerleştiği gece tekrar Şeyh Ali Semerkandi Hazretlerini rüyasında görüyor ve kendisine “seni tebrik ederim, sen burada kal,senin mezarın benim yanımda olacak, gel sana yerini göstereyim” diyor. Babama rüyasında mezarın kazılacağı yeri göstermiş, biz o zamanlar küçüktük bize ileriki zamanlarda, yaşımız biraz daha ilerlediğinde, mezarının yerini Şeyh Ali Semerkandi Hazretlerinin gösterdiği yeri göstererek, “benim mezarımın yeri burası olacak, buradaki ağacı çıkaracaksınız” diyerek, bu günkü yeri göstermişti, Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.

Babam âlim bir insandı. Babamın hayatı ilim, yetim büyütme ve hayır işleri ile geçti. Belediye Başkanı olduğu zamanlarda imkanlar kıttı. İş yapılacağı zaman babam kendi giderdi; yol yapılacaksa gider yol çalışmasına katılır, su gelecekse gider suyu getirirdi. Babamın küçük bir heybesi vardı, o heybede küçük bir cezve, fincan ve seccadesi vardı, onları koyar iş yapılacak yere gider, çalışır namazını kılar, akşam eve dönerdi. Allah rahmet eylesin.

 

Belediye’ye su deposu için yer kazacakları zaman işçiler arasında Bekir Hoca diye bir işçiye para vermeyi unutmuş mu yoksa Belediye’denpara mı çıkmamış bilmiyorum, yüreği sızlamış ve o gece rüyasında yine Şeyh Ali Semerkandi Hazretlerini görüyor. Kendisine “derhal o garibanınparasını öde” dediğini anneme anlatmıştı. O gün sabah erkenden Belediye’ye gitmiş ve Bekir Hoca’ya parasını hemen vermiş. Babam o zamanlardaböyle çalışırdı, insanlarla böyle geçinirdi. Babam Hafız Halil Okur’un Çamlıdere’de iyi hizmetleri oldu ve gözü dünya malında değildi.

Bir süre Çamlıdere Müftülüğü yapan, halen Gerede İlçe Müftüsü, Çamlıdere’nin Ahatlar Köyünden Kemal Cengiz, Hafız Halil Okur hakkında şu bilgileri veriyor;

- Hafız Halil Okur, uzun süre Çamlıdere Belediye Başkanlığı yapmış. Ben, kendisi hakkında daha çok Çamlıdere halkından ve babam Yaşar Cengiz’den duyduklarımla bilgi sahibi oldum.

Babam, yörede tanınan bir inşaat ustası idi. Hafız Halil Okur, belediyede inşaat işi olduğu zaman rahmetli babamı çağırır ve belediyenin inşaat işlerini ona yaptırırmış.

Hafız Halil Okur, sabah ezanı ile kalkar, sabah ezanından sonra akşama kadar çeşitli ortamlarda halkla görüşür, ilçenin çeşitli işlerini halkla, özellikle ilçe esnafı ile ve ileri gelenlerle danışarak yürütürmüş. Hafız Halil Okur, bazı işleri için İstanbul’a gidecekmiş. İlçe esnafından bazıları da İstanbul’a gideceklermiş. “Birlikte gidelim” demişler. HafızHalil Okur, onlara demiş ki; İstanbul’a kadar tüm yol harcamaları, gidiş- dönüş bana ait, İstanbul’da size ait. Bu şartlarımı kabul ederseniz birlikte gidelim” demiş. Yol arkadaşları kabul etmişler, Çamlıdere’den yola çıkmışlar. Gerede’ye  varmışlar. Gerede’de  gecelemek gerekmiş. Geredeliler, Hafız Halil Okur’u tanıyorlar. Okur Hoca, camide bir Kur’an’ı Kerim okumuş, cemaatin adeta kulaklarının pası silinmiş. Camiden çıkmışlar.Geredeliler namazdan sonra Halil Hoca’nın etrafını çevirmişler.Hoşgeldin faslından sonra, Gerede halkından biri “Hocam, bu gece bize buyurun, misafirim olun.” Bir başkası, “Hocam, bize buyurun, misafirim olun” demeye başlayınca; Halil Okur Hoca, evlerine buyur eden Geredelilere “benim yol arkadaşlarım da var, onlar ne olacak?” diye sormuş. Geredeliler “aman hocam, onlar da misafirimiz olur, siz merak etmeyin” demişler. Halil Hoca, bir evde, yol arkadaşları da başka evlerde misafir olmuşlar. Ertesi gün yola devam etmişler. Aynı olay İstanbul yolu üzerindeki, Bolu, Düzce, Adapazarı ve İzmit’te de devam etmiş. İstanbul’a gidiş-dönüş süresince hep birlikte hiç yol harcaması yapmadan gidip-gelmişler. Her uğradıkları köy, kasaba ve şehirde halk onları misafir etmek için adeta yarışmışlar.

Hafız Halil Okur, resmi görevleri dışında Çamlıdere’de yıllarca Merkez Camii İmam-Hatipliği yapmış. Sayısız Kur’an’ı Kerim hafızı da yetiştirmiştir. Onun Kur’an’ı Kerim’e verdiği emeklerle Çamlıdere ve çevresinde Kur’an’ın ışığı hiç eksilmemiş. “O, Çamlıdere’nin hem dünya, hem de dünya ötesi liderliğini yıllarca başarı ile yürütmüş bir halk kahramanıdır” desek yeridir.


Kabri, Çamlıderede Şeyh Ali semerkandi Hazretlerinin kabrinin yakınında bulunmaktadır.
Makamı cennet olsun.



20. YÜZYILDA KIZILCAHAMAM - ÇAMLIDERE’DE YETİŞEN ÜNLÜ HAFIZLAR  KAYNAK : ESYAV www.kizilcahamamhaber.com sitesinden alınmıştır.




0 Yorum - Yorum Yaz
 
Ebu Bekir Sıdkı Efendi
(D.1260 / 1844 - Ö.1311/1893)
  
Ebu Bekir Sıdkı 1260/1844 yılında Çamlıdere'de doğdu.
Şeyh Ali Semerkandi'nin soyundan gelen Hacı Ali Efendi'nin oğludur.
Çamlıdere İslam Sıbyan mektebinde ilk dini tahsilini tamamladı. Diğer dini ilimleri de Çamlıdere'de öğrendikten sonra, İstanbul'a gelerek Fatih Camii'nde din ve usul ilimlerini okuyarak bu medreseden 1878'de icazet aldı.
Feraiz ilminden de icazet aldıktan sonra, 34 yaşında 1877'de Çamlıdere köyü Dershanesinde Molla vazifesi ile ders okutmaya başladı.
1295/1878'de yüksek maaşla Yabanabad (Kızılcahamam) Müftülüğüne tayin oldu.
Daha sonra iptidai hariç ve 130711889 da hareket-i hariç Bursa Medresesi müderrisliğine nail oldu.
Memleketi olan Kızılcahamam - Çamlıdere (Yabanabad) bölgesinde bir çok ilim adamı yetiştirdiği anlaşılan Ebu Bekir Sıdkı Efendi, güzel ahlaklı, doğru ve takva sahibi bir alim olarak tanınmakta olduğunu, Başbakanlık Arşivindeki Sicil kayıtlarından öğrenmekteyiz.
Ebu Bekir Efendi'nin 1329/1911' den sonra vefat ettiği anlaşılmaktadır.

Kaynak: Kamil ŞAHiN. Araştırmacı- Yazar. Kızılcahamam ve Çamlıdere'de Hayvancılık. Tarihte ve Günümüzde Kızılcahamam-Çamlıdere Yöresi Sempozyumu. 21-22 Ekim 1995.


 ÇAMLIDERE BÖLGESİNDE YETİŞEN MUTASAVVIF VE ALİMLER
AHMET HULİSİ EFENDİ
(D. 1271/1854-Ö. 1321/1894'den sonra)

Konumuza geçmeden önce, arşivlerimizde bulunup da istifade edebildiğimiz belgeler hakkında, kısa bir açıklamada bulunmak istiyoruz.

Önce Başbakanlık Arşivinde bulunan XIX yüzyıl ile XX yüzyılın başlarına ait, 92137 Sicilli Ahval dosyasından ancak 26126 sicili tetkik edebildik. Bunlar içerisinden de, Kızılcahamam- Çamlıdere ve Pazar yöresinde yetişmiş olan ulema ve mutasavvıf1ann sicillerini ayırdık.

Ayrıca İstanbul Müftülüğü Şer'iye Mahkeme Sicillerinde bulunan Kızılcahamam Müftülüğüne ait, kayıt ve dosyaları tetkik ettik.

Bunlara ilave olarak Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde bulunan 486 nolu Sarı Ani Muhasebe, Siyakat defterindeki XVIII-XIX yüzyılları kapsayan ve Çamlıdere'de türbesi bulunan Şeyh Ali Semerkandi hazretlerinin soyundan gelen mutasavvıfları tespit etmeye çalıştık.

Bu mütevazı çalışma ile, ilerde Kızılcahamam - Çamlıdere bölgesinde yetişen ilim adamlarıyla ilgili, daha geniş bir çalışma yapacaklara yardımcı olmaktan öteye bir düşüncemiz yoktur.

Ahmet Hulusi 1271/1854 yılında Çamlıdere ilçesinde dünyaya geldi.

Şeyh Ali Semerkandi'nin soyundan gelen Hacı Ali Efendi'nin oğludur.

İlk tahsilini Çamlıdere İslam-Sıbyan Mektebinde yaptı.

Din ve usul ilimlerini de Çamlıdere'de öğrendikten soma, İstanbul'a gelerek Eğinli Hafız İbrahim Şevki Efendi'nin derslerine devam edip 1302/1884'de icazet aldı.

Daha soma Mekteb­i Nüvvab'a girip, dört sene burada okuduktan soma Şahadetname alarak 1297/1879'da kaza kadılığı görevine başladı.

1296/1878 Aydonat kazası, R.1299/1883'de Bozcaada kadılığı, l302/1884'de 700 kuruş maaşla Eğri, Edirne Keşan ve 1887' de İnebahtı kadılığı görevlerinde bulunduktan soma, dördüncü rütbeden Mecidi nişam ile tahif olundu.

1307/1891 'de 1250 kuruş maaşla, Cezair Bahr-ı Sefid İstanköy kazası kadılığında bulundu.

1311/1893'de Edirne Müderrisliği Ruus-i Hümayununa tayin oldu. Ahmet Hulusi'nin bir çok yerlerde kadılık ve müderrislik görevlerinde bulunduktan soma, 1312/1894' den sonra vefat ettiği anlaşılmaktadır.

Ahmet Hulusi Efendi. Şeyh Ali Semerkandi'nin soyundan gelen, aynı zamanda iyi yetişmiş bir alim olarak, halkın sevgi ve itimadını kazanmış bir zat olduğu, Başbakanlık Arşivi Sicilli Ahval Dosyasındaki kayıtlardan öğrenilmektedir.


Kaynak: Kamil ŞAHiN. Araştırmacı- Yazar. Kızılcahamam ve Çamlıdere'de Hayvancılık. Tarihte ve Günümüzde Kızılcahamam-Çamlıdere Yöresi Sempozyumu. 21-22 Ekim 1995.



0 Yorum - Yorum Yaz
 

 ŞEYH ALİ SEMERKANDÎ HZ. (K.S) ATFEDİLEN

«SACAYAĞI»

 

  

Evliyaullah'tan Şeyh Ali Semerkandî Hazretlerine ait ve O'nun ke­ramet eserinden ve alâmetlerinden    olan "Sacayağı"

"Sacayağı" Ateş üzerine tencere, kazan ve benzeri gibi kap oturtmaya yarıyan üçgen şeklinde üç ayaklı (demir, çelik ve emsali maddeden yapılmış) des­tek görevini yapan eşyaya  denir.

Evliyaullah'tan Şeyh Ali Semerkandî Hazretlerine ait olan ve O'nun ke­ramet eserinden ve alâmetlerinden bulunan bir sacayağı da Çamlıdere'de «Şeyh Ali Semerkandî Külliyatında» mevcut ve mahfuz idi. 

Bu sacayağı özellikle manevî açıdan diğer sacayaklarına benzememek­te, Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri'nin hatırası olarak asırlardır korunup elde tutulmakta, halk tarafından ziyaret edilmekte, bu konuda dikkati çe­ken rivayetler belgelenmekte ve sacayağının manevî bir müessirat içinde bulunduğu gün ışığı gibi ortada gözükmektedir.

Sacayağı Şeyh Ali Semerkandî'nin malzemelerinden ve eşyalarından biridir, onun keramet alâmetidir.

Çatak'tan attığında Çamlıdere'ye düşmüş, bir ayağı kırılmış ve bundan böyle Şeyh Ali Semerkandî'nin Çamlıdere'de kalmasına vesile olmuştur.

Kırık ayak Sacayağının bir parçası olarak ya­nında bulunmaktadır.

Vaktinde ilgililer Sacayağını kontrol ve tetkik etmişler, fakat muayene esnasında kesin bir teşhis koyamamışlardır. 

Şeyh Ali Semerkandî'nin türbesi olsun, Sacayağı olsun, suyu olsun ve diğer nakledilen kerametleri olsun, hayat öyküsü olsun alınacak ibret ders­leri ile dolup taşmaktadır.

Türbesi, suyu ve Sacayağı görülmeli, onlardan ibret dersi alınmalıdır. Türbenin kabir ziyareti usulü tahtında ziyareti ya­pılmalı, İslâm'ın kabul etmediği bidatı seyyielerle hareket etmemelidir. 

Çeşitli konularda makamların, belirli yerlerin, türbelerin ve kabirlerin ziyaretçileri önceden bilgili hale geldikten, imanlı âlimlerden ziyaret usul­lerini öğrendikten sonra ziyaretlerini icra etmeleri gerekir.

Halkın bu ko­nuda inandırıcı bir şekilde dikkati çekilmeli, âlimler irşad görevlerini za­manında ve zemininde yerine getirmiş olmalıdırlar.

Sacayağı günah ve sevap tartan bir terazi değildir «Onun içinden geçen günahsız, geçemeyen günahkârdır» diye bir kayıt ve bir emir yoktur.

Böyle bir düşünceye hiç bir Müslüman itibar etmemelidir. İslâm dinine aykırı bir harekette bulunmayı amaçlayan Sacayağı hakkında yanlış hareket ederek Şeyh Ali Semerkandî'nin ruhunu hiç bir kimsenin incitmeye hakkı yoktur.

Şüphesiz Sacayağı saygı ile ziyaret edilir ve keramet alâmeti olan bu harikadan ibret alınır.

 

Bilhassa Şeyh Ali Semerkandî Hazretlerinin geride bıraktığı ve hediye ettiği hatıralar batıl görüşlerin kabarıp gitmesine, is­tismar konusu edilmesine terk edilemez. Bu kıymetli hatıralara sahip çıkıp hak olan bir seviyede tutmak gerekir.

 

Çataktan atınca Sacayağı kırılmış idi

Onun için burada kalmış idi

Başına çok şeyler gelmiş idi

Kendi mevt olup suyu şifâ kaldı.

 

Şeyh Ali'yi ziyaret yaparlar

Gelip Sacayağına bakarlar

Meraklanıp sorarlar

Hem ondan ibret alırlar.

 

Sacayağı (manen) mücevherdir paha biçilmez

Şeyh Ali'ye aittir inkâr edilmez

Andaki hikmet nedir bilinmez

Sahibi (H. 862 de) mevt olmuş bir şey denilmez.

 

Ne demirdir, ne bakır, ne toprak

Ne çekiç görmüş, ne örs; olmuş elle sıkmak

Marifettir onu böyle yapmak

Kıymetini bilir bunu yapan ancak.

 

Sacayağına asla olmaz tapmak

Taparsan olur yoldan çıkmak

Ondan ancak gerek ibret almak

Olmaz ona da kem gözle bakmak.

 

 


Daiyane (Sacayağına ait belge): H. 1290 (yüze yakın  imza ve mühür tahtında). Kaynak: Hüseyin AŞIK -Şeyh Ali Semerkandi (k.s) Hayatı be Menkıbeleri  İlim Yayınları

 
 
 

 

 



0 Yorum - Yorum Yaz

 

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİNİN 

MENKIBELERİ

 

Birinci Menkıbe Baba Cihangîr-i Semerkandî rivayetiyledir. Baba Cihangîr, Şeyh’in mürîdi olup Mekke ve Medîne’de mücâvir olduğu zamanlar O’na 157 sene hizmet etmiş ve çok kerâmetlerini görmüştür. Onun ifadesine göre Şeyh’in yaşı 360 yıl 6 ay 7 gündür. Kadir gecesinde, taharet-i kâmile üzere iken fecirden önce vefat ettiğinde yanında bulunmuş ve cenazesinde, ervâh-ı evliya, ricâl-i gayb, Hızır ve İlyas ile beraber namazını kılmıştır.

 

Şeyh Ali Semerkandî (ks)’nin sağlığında âdeti, daima mescide mu’tekif, gündüz oruçlu ve gece de ibadette olmak şeklinde imiş. Her namazdan sonra Kur’an hatmedip, zühd ve takva, riyâzet ve ezkâr, tesbih ve ibâdet edermiş. Beş vakit namazı, gizli olarak Beyt-i Mükerreme’de kılar imiş ve tayy-ı mekân edib, evvela sabah namazını Ka’be’de kıldıktan sonra Semerkand’da olan mescidinde güneş doğmadan önce hazır olurmuş. Kuşluk’tan sonra talebeye aklî ve naklî ilimlere ait dersler okutur, öğle namazından sonra Kur’an öğrenenlere Kur’an okuturmuş. İkindi namazından sonra, muhaddis ve müfessirler toplanıp ders okurlar ve faydalı şeyler tahsil ederlermiş. Akşam namazından sonra, yüz rekat namaz kılınır, Yatsı namazından sonra Fecir okununcaya kadar da tefsirin telifi ile uğraşılırmış. Teheccüd vaktinde de yüz rek’at namaz kılarlarmış. Bahru’l-‘Ulûm’u telif ederken de her gece Makâm’ı İbrâhim’de hazır olunur tefsir orada tahrir edilirmiş. Her bir âyetin tefsirinden sonra Zemzem-i Mübârek ile gusl edip, on iki rekat namaz kılar, sonra yine bir âyetin tefsirine başlarmış. Sabaha ise Karaman’daki mescidinde olurmuş. Zira Hz. Pîr’in melekiyeti beşeriyetine galib imiş.

Hz. Pîr Semerkand’da iken, bir Kadir gecesi, evine bitişik olan mescidinde minbere çıkarak çok latifeler eyler. Âsâ-dârlık görevini deruhte etmekte olan Baba Cihangîr, Şeyh’e bir kimsenin geldiğini ve onun mescide girdiğini görür. Cihangîr de mescide girer ve sonra kapıda bekleyen yeşil atlara binerek beraberce kısa zaman sonra Mescid-i Aksâ önüne inerler. Orada iki rek’at namaz kıldıktan sonra yine atlara binip kıza zamanda Medîne-i Münevvere’ye gelirler. Sonra, Kabr-i Mükerreme ziyaretine varılır ve orada on iki rek’at namaz kılınır. Hz. Peygamber (sav) kabrinden zuhur edip, Semerkandî’nin Evliyaya ”Kutup” olduğunu ve Enbiya’ya vâris olduğunu söyler. 

Daha sonra Ka’be-i Mükerreme’ye gelirler ve orada Ricâl-i Gayb’in efradı, Şeyh’i baş seccadeye oturturlar. Namaz’dan sonra dua edilir ve Şeyh’e mürîd olanların ve tarîkatine girenlerin bağışlandığı müjdesini alırlar. Daha sonra, çeşitli hediyeler alarak, Veysel Karânî kabrine gelirler ve O da kabrinden çıkıp çeşitli müjdeli haberler verir. Sonra Serendîb dağına gelirler ve Makâm-ı Âdem (a.s)’de on iki rek’at namaz kılarlar ve orada da bir çok müjdeli haberler ile Hz. Âdem (a.s)’in du’âsını alırlar.Sonra ata binerek bir adaya gelirler.Orada bir mağaradan yeşil giyinmiş 40 nefer kimseler çıkıp el bağlarlar. Hz.Pîr’in atının üzengisine yapışarak attan indirip mağaraya alıp bir seccadeye oturturlar. Hazır olan bir cenazeyi kaldırmasından sonra Şeyh’e “Kutbu’l-Aktâb” olduğu müjdesini verirler. Şeyh, hazır olanlara vaaz ve nasihatlerde bulunup bir hayli cevahir ve hikmetler saçtıktan sonra erenlere veda edip atına binerek kısa bir zamanda Semerkand’a gelir. Dervişlerin hala zikrullah ile meşgul olmakta oldukları görülür. Şeyh, yeşile bürünmüş kişinin Hızır olduğunu, cenazesi kılınan kişinin de”Kutb-ı A’zam” olduğunu belirtir ve onun seccadesinin kendisine kaldığını belirtir.

İkinci Menkıbe Hoca Rasûl (Rasûl Semerkandî) rivayetiyledir. Şeyh Ali Semerkandî (ks)’nin Medîne-i Münevvere’de türbedar olduğu sırada, Hoca Rasûl ona mürîd olmayı arzular. Fakat arada mesafe farkı olduğu için bu durum mümkün olmamaktadır. Hoca Rasûl senenin birinde hacca niyet eyler ve bu maksatla hazırlıklara başlar. Bir Cuma gecesi yine ibadet ve tatta bulunup Şeyh’in yardımını dilediği bir sırada, Şeyh arslana binmiş olarak çıkagelir ve onu da arslana bindirip kısa zamanda denizi geçerler ve Medîne’ye gelip Ravza-i Mutahhara’ya gelirler. Hac zamanı Ka’be’ye gelerek haccın menasikini yerine getirdikten sonra, yine Medîne’ye dönerler. Hoca Rasûl orada 40 sene Şeyh’in hizmetinde bulunur. Bu arada, Şeyh Hz. Peygamber’in emriyle Karaman’a giderek, orada bulunan şahısların irşad ve telkini ile görevlendirilir. Bir Cuma gecesi; meleklerin, ruhların, Hızır’ın ve Ricâl-i Gayb’ın refakat ve iştirakiyle Medîne’den yola çıkılır ve Fecir’den önce Karaman’a getirilip Lârende yakınlarında bir yere indirilir. Karaman diyarından da olan Ervâh-ı Şuhedâ, Ervâh-ı Evliya, Ervâh-Süleha,  Hz. Pir‘i ziyarete gelirler. Hz. Pîr’in çeşitli ilimlerden haber vermesi üzerine de hepsi O’na bende olurlar. Altı ay sonra da Hz. Şeyh kendisinin ölümünün yakın olduğunu belirterek, Hoca Rasûl’ü halife olarak Semerkand’a gönderir ve kendisi de bir tefsir yazmaya memur olduğunu belirtir. Hoca Rasûl’ü gözlerini kapatmak suretiyle kısa bir zamanda Semerkand’a gönderir.    

  Üçüncü menkıbe, Şeyh İbrahim Taşkendî rivâyetiyledir.Şeyh Ârif-i Kürdî, bir gün bir rüya görür ve rüyada gördüğü şeyleri uyanıkken de görür. Dicle kenarında, havada bir seccade üzerinde duran yeşil imâmeli bir Pîr,kendisine bir nazım okur.O esnada, Ârif-i Kürdî gördüğü rüyayı hatırlar.

 

Pîr, kendisinin zamanın Kutbu olduğunu, Ârif-i Kürdî’nin kendi defterine kaydolduğunu, kendisinde emânet nasîbinin bulunduğunu belirterek ortadan kaybolur. Bir hafta inzivâda kalan Ârif-i Kürdî, sekizinci gün yine Dicle kenarında daha önce geldiği makama gelir ve orada korkunç bir arslanı durur görür. Arslan ona yaklaşıp sırtına binmesini söyler.”Bismillah” diyerek arkasına biner ve arslan yatsıya kadar gittikten sonra, Medîne-i Münevvere’ye gelirler. Ârif, Ravza-i Mutahhara’ya gelip ziyaret eder ve 12 sene kendisi ile beraber kalır.Bir gün,ol Pîr, Ârif-i Kürdî’yi alarak bir kuş suretine bürünüp,onu da kuşun toynağında tutarak havada götürür ve 360 makam geçerler. Sonra bir makama gelirler ve Şeyh onu orada bırakır ve o 360 gün o makamda eğlenir. Daha sonra, Şeyh yine kuş suretine gelerek, onu tekrar makamına götürür. Medine’den sonra haccın menâkisini yerine getirirler ve yine Medîne’ye gelirler. Şeyh, kendisinin Hakk’ın emri ve izni ile Karaman’a gönderildiği, kendisini de irşad için Tebrîz’e gönderileceğini söyler. Sonra, Medîne’den Tebrîz’e giderken bir arslan onu alıp Tebrîz’e götürür.Yolda, çeşitli hayvanlara binmiş insanlar görürler ve arslan bunların da Kutbu’l Aktâb Seyyid Ali Semerkandî’nin ziyaretine gidenler olduğunu söyler.Arslan, Ârif-i Kürdî’yi Tebrîz’e getirir. Onu Tebrîz halkı karşılar ve kendisinin geleceğini Şeyh’in haber verdiğini bildirerek, onu şehre girdirirler. Ârif-i Kürdî orada Şeyh’in haberlerini alır. 

Şeyh Ali Semerkandî, Semerkand’da bulunduğu bir sırada, bir bahar mevsimi gezinti maksadıyla dostlarıyla beraber Semerkand haricine çıkarlar. O esnada, at üzerinde ölü gibi yatan bir hastayı taşıyan birkaç atlı gelir ve hastanın 27 senedir felçli olarak yattığını ve akrabalarının kendisinden ümitlerini kestikleri için bir viraneye bıraktıklarını, ölüm halinde iken de, yalnız bırakmamak için başında beklemeye karar verdiklerini, bir gün o viraneye bir derviş gelerek bu kişinin ancak Evliyaullah’tan Şeyh Ali Semerkandî tarafından iyileştirilebileceğini söyleyip kendilerini Semerkand’a gönderir. Hastayı getirenler bu olayı anlattıktan sonra, Şeyh dua eder ve hasta gözlerini açarak hastalıktan şifa bulur. O sırada üç atılı gelip Şeyh’e hürmet edip, kendilerini Mülûk-ı Seb’a’nın gönderdiğini ve o hastaya musallat olan ifriti tutup getirdiklerini söylerler. İfritten hastayı bırakmasını isterler fakat o hastayı bırakmaz. Bunun üzerine, Şeyh’in huzuruna geldiklerini belirtirler. Pîr, ifritten hastayı bırakmasını ve İslam’ı kabul etmesini istese de, ifrit bunu kabul etmez. Hz. Pir yine dua eder. Sonra, ifriti bir ateş sarar ve yanmış, kömür olmuş bir köpek şekline dönüşür. Mülûk-ı Seb’a’nın adamları Şeyh’in ayağını öperek giderler ve o hasta da tamamen iyileşir. O kişi, 40 gün daha zaviyede kalarak tarikatın adab ve erkânını öğrenip, memleketine döner.

 

Bir yıl sonra, yine bir bahar gününde Semerkand dışında gezintiye çıkılır ve bahçenin ağaçlarının kurumuş olduğu görülür. Şeyh, o civarın bahçıvanlarından bahçenin niçin bu hale geldiğini sorar. Bahçıvanlar, geçen helak olan ifritin, bir dinsiz oğlunun olduğunu ve gelip bahçeyi kuruttuğunu söylerler. Ancak; bir dervişin buraya gelerek bahçeyi Şeyh Ali Semerkandî (ks)’nin eski haline döndürebileceğini söylediğini belirtirler. Şeyh, dua eder ve O’nun abdest suyunu ağaçların dibine dökerler. Daha sonra, kıbleden yedi atlı gelip Şeyh’in elini öperler ve bahçıvanın düşmanını Kaf dağında bulduklarını ve huzura getirdiklerini söylerler. Çok çirkin birisi olan ifritten Şeyh durumu sorar. İfrit, aslında Şeyh’in kendisine zarar vermek istediğini fakat başaramadığı içinde bahçıvanı bu hale getirdiğini söyler. İfritten Müslüman olmasını isterler, fakat o kabul etmez. Şeyh yine dua edip, ifritin kulağına ezan ve ikamet okur ve derhal kalbinde iman nuru dalgalanıp, kelime-i şehadet getirerek Müslüman olur. Hz. Pîr, dua eder ve abdest suyunu ağaçların dibine dökerler. Ağaçlar yeniden yeşillenir ve orada hazır bulunanların tamamı Şeyh Hz.’ne muhib ve mürîd olurlar.


 Kaynak;http://semerkandivakfi.com sitesinden alınmıştır.

 

 

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİ

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ KÜLLİYESİ 

Ankara vilayetine bağlı Çamlıdere kazasının kabristanında mevcut bulunan türbesinde mütevellileri, halifeleri, müridanı ve gönüldaşları ile yatan Şeyh Ali Semerkandi Hicri 720 ve Miladi 1300 senesinde İsfahan’da doğdu.Hz. Ömerü’l-Faruk’un dördüncü batından zuhur eden nesline mensup torunudur.Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallellahü aleyhi ve selleme ulaşan akrabalığı vardır. Babası muhterem Yahya efendidir.Küçük yaşlarda ömrünün tamamını Allah Teala Hazretleri’nin yolunda geçirmek için varlığını bu mübarek yola adadı.Kendini tam yetiştirdi, pişti, kemale erdi ve veliler listesine girdi; manevi yönden ind-illahi’de yüksek mertebelere ulaştı, takdir topladı ve yetkililer (görevler) aldı.Mana ikliminin ve mana aleminin sultanlarından oldu.Mekke’ye, Medine’ye teşrif etti, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in manen iltifatına mazhar oldu, onun manevi evladı olma şerefine erişti.Çin Hindi’ne gitti, sonra ülkesine döndü, babası, annesi ve kardeşleri ile görüştü.“Bahru’l-Ulum” adındaki tefsir kitabını yazdı.Her çeşit ilme vakıftı, her yerde ve İslam dünyasında tanınıp ün yaptı.İrşat için üzerine vazife yüklendi. Rum diyarı bulunan Anadolu’ya hicret etti.Konya ve Karaman’a geldi.Benzeri kentlere uğradı.Karaman beyi dahil devlet erkanına nasihat edip ders verdi.Pek çok ülkelere, kentlere sefer etti.Hatta karyelerde bulundu.Alanya’ya ve Alanya’ya yakın yerlere gitti, oralardan Örenşar’a (Eskipazar’a) geldi.Osmanlı imparatorluğu paytahlarından Bursa’ya götürüldü.Bursa padişahı, vüzerası, uleması ve ahalisi ile görüştü.Örenşar’a geri avdet etti, dünya ile ilgili makam ve meta’da gözünün olmadığını hissettirdi.Örenşar’dan Kızılcahamam’a bağlı Çatak karyesine geldi.Anadolu’da mütevazi ve sade yaşayışı ile (halkın derdi ile hemdert) keramet ehlinden mübarek bir zat olarak bilindi: Gelip geçmiş bazı zevat gibi İslam’a ve insanlara yaptığı hizmetlerinin aşkı içinde dönüp dolaşırken müsait bir zaman ve zeminle karşılaşıp evlenemedi.Çamlıdere’ye geldi ve buraya ömrünün son bölümünü geçirmek üzere yerleşti.Çamlıdere’nin insanlarına iltifat etti, bunlarla beraber gönül gönüle yaşamak istedi.Çamlıdere’nin pak neslini manevi evladı (ehli) olarak ilan etti.Başta “Şifalı Mübarek Çekirge Suyunu” başka bir deyimle “Sığırcık Suyunu”, “İbret Dersi veren Saçayağını”, “Keramet Emmarelerini” ve “Benzeri Hatıralarını” bırakıp Hicri 862, Miladi 1442 senesinde 142 yaşında iken Çamlıdere’de irtihal etti.Bazı yerlerde bu zatın namını ve öyküsünü taşıyan türbelerde yatan zevat bu zatın namı ile yaşamış bulunan halifelerdir.Veya gelip geçmiş emsali (isim benzeri) bir başka mübarek zatlardır.Yahut sefer ettiği zamanlarda ikamet eylediği yerlerdeki makamatı türbeler temsili ile yadedilmektedir”.Kabri Çamlıdere"de bulunan, Çamlıdere"ye çok emeği geçen, Çamlıdere"ye adını veren (resmi kayıtlara göre Osmanlı dönemindeki adı Şeyhler, bu isim halk arasında bazen Şıhlar şeklinde kullanılmakta), geçmişte adına eğitim kurumları yaptırılan, halen O"nun adını taşıyan bir öğrenci yurdu ve bir adet Yatılı Bölge Kur"an Kursu bulunan bu değerli şahsiyetin varlığı geçmişte olduğu gibi günümüzde de  Çamlıdere için büyük önem taşımaktadır. 

Arifibillah Şeyh Ali Semerkandi’nin hayatı gerçekleri dile getiren olay ve harikalarla doludur.( Rahmettullahi aleyh).Bu kadar tanınması, bu kadar yerlerde isim yapması onun ne kadar büyük bir veli olduğunu ve onun ne kadar meşhur bir zat bulunduğunu sergiliyor.  

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ’NİN BÜYÜK DEDESİ

Şeyh Ali Semerkandi’nin büyük dedesi Hz. Ömer Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamın ikinci halifesidir (4).Hz. Ömer’in lakabına “Faruk” derler (5).Hz. Ömer Müslüman olunca ilk defa olarak Kabede alenen namaz kılındı.O gün Kureyş reisleri: “İşte kavmimiz ikiye bölündü” dediler.Rasul-i Ekrem de Hz. Ömer’e “Faruk” lakabını verdi.   Hicret zamanında her Müslüman Mekke’den gizli gizli çıkarıldı.Yalnız Hz. Ömer alenen çıktı. Kılıcını kuşandı, yayını omzuna, oklarını eline aldı ve Kureyş ileri gelenleri Kabe’ye gitti.Kabeyi yedi defa dolaşarak ziyaret etti, iki rekat namaz kıldı, sonra da Kureyş ileri gelenlerine beddua etti ve yanlarından geçerken: “Anasını ağlatmak, evladını yetim, karısını dul bırakmak isteyen varsa arkamdan gelsin” deyip Mekke’den çıktı.Arkasından gitmek şöyle dursun ağzını açan bile olmadı.Hz. Ömer hem cesur, hem yiğit, hem alim, hem akıllı ve hem tedbirli idi.Uzun boylu ve iri gövdeliydi.Gözlerinde biraz kırmızılık vardı (6).   Peygamberlerden sonra beşeriyetin efdalı Ebu Bekiri’s-Sıddık Hazretleridir.Hz. Ebu Bekir’den sonra beşeriyetin efdalı Ömerü’l-Faruk Hazretleridir (7).Hz. Ömer Ciharyar-i Güzin’dendir.Yani Peygamberimiz Hz. Muhammed’in başlıca seçkin dört dostundan biridir(8).   Hz. Ömer aynı zamanda “Hulefa-i Raşidin” dendir.Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’ye “Ciharyar-ı Güzin”, “Hulefa-i Raşidin” ve “Hulefa-i Erbaa” denir (9).Bu dört kıymetli zevat efdaliyet sırasına göre Peygamber Efendimiz’in Hilafet Makamında bulunan değerli kimselerdir.Hulefa-i Raşid’in hilafet zamanları toplam olarak 30 (otuz) sene devam etmiştir (10).Zira Peygamber Efendimiz: “Hilafet (-i adile) benden sonra 30 (otuz) sene devam eder” buyurmuştur (11).   Hz. Ömer hilafet zamanlarında adalet,emn ü eman, hayr hasene ve ihsan ile yeryüzünün döşenmesini temin ederek sayılmayacak kadar fütühat ve zaferleri ile İslam’ın gözünün ışık veren parlak lambası olmuştur.Bu bakımdan İslam’a hizmeti pek büyük bir yer kaplar.Ömerü’l-Faruk’un adil davranışları ve adil hükümleri bütün dünyayı hayran bırakmıştır.  

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ’NİN BÜYÜK ATASININ ÖRNEK HAREKETLERİ   Hz.

Ömer’in sireti, kerameti ve ahbarı çoktur.Bu zatı mübarek bilmek, onu adaletle anmak ve medhetmek gerekir.Bytü’l-maldan elini çekmiş idi.Bu konuda örnek hareketleri vardı.Az yemek yer, yamalı, sade fakat temiz elbise giyerdi.Bir oturuşta yedi veya dokuz lokmadan fazla yemek yememiştir.İnsanların derecelerine  göre milyonlarca mal taksim ederken kendisi orta halli bir muhacir gibi kemali tasarruf ile geçinirdi.Hatta birgün hutbe okunurken gömleğinin on iki yerinde yama olduğu görülmüştür.   Hz. Emirü’l-Mü’minin her işe dikkat eder, ilgi gösterir ve bizzat ihtimam eylerdi.Emniyet ve asayişi muhafaza için sokaklarda gezerdi.On küsur yıl halifette (İslam Hükümetinde) kaldı, hergün ona bir müjde gelirdi.Gaza ederlerdi, zamanında fetihler devam ederdi.Mallar, ganimetler gelirdi.Sanki Cihan fetih ışığı altında idi.Hz. Ömer genel olarak kafirleri zelil etti, Arap ve Acem O’nun emerine itaatte bulundu.Hakkaniyetle hareket ederek toplanan mallarla şehirler bina etti, divan kurdu, malları, ganimetleri takdir edilen ölçüler içinde dağıttı.   Hz. Ömer’in sevk ve idaresi altında kumanda edilen İslam ordusu kuzey cephesinde Ceyhun kenarına, Azerbeycan’a, Doğu cephesinde Hinde, Bahreyn cephesinde Umman’a, Şam cephesinde Rum haddine kadar vardı.Hz. Ömer bu kadar imkanlar karşısında zerre kadar halini değiştirmedi.Ne yemekte, ne giymekte ve ne söylemekte büyüklük taslamadı, kibirlilik etmedi, ibadetinde kavi, her işinde muhkem idi.   Peygamber Efendimiz: “Hz. Ömer hayatta iken İslam’ın nurudur, dünyadan gidince Cennetin kandili olur” buyurmuştur.Böyle bir yüce müjdeye mazhar olan Hz. Ömer’in şu sözü ne güzeldir: “Din bilgisi olmayan bir kimse sakın bizim pazarımızda alış-veriş etmesin.Sonra yanlışlıklar eder, hesaba çekilip azar işitir” demiştir.   Yemen yolu üzerinde içi ateşle dolu bir kuyu vardı.O kuyunun yanına varanlar yanıp telef olurlardı.Hz. Ömer bunu duydu.Gidip kuyunun başına vardı.Eline aldığı tokmağı kuyuya vurdu.Ve: “Ey kuyu! Sen Hz. Ömer’in tokmağından korkmazmısın.Ümmet-i Muhammedi ne diye yakarsın?” dedi.Bunun üzerine kuyudaki ateş hemen kaybolup gitmiştir.   Medine civarında bir ateş peyda oldu, halk korku içinde kaldı.Hz. Ömer bir saksı içine “Ey ateş! Allah’ın izni ile sakin ol!” yazıp saksıyı ateşin karşısına koydu ve ateş söndü.Halk korkunun verdiği dehşetten kurtuldu.   Medine-i Münevvere’de birbiri ardından zelzele olmuş idi.Bundan dolayı halk korku içinde kalmıştı.Hz. Ömer elindeki asası ile yere vurarak: “Allah’ın izni ile dur” demiş ve zelzele durmuştur.   Hz. Ömer’e bir cahil kişi fena sözler söylemişti.Bu cahil kişi maymun şekline girmiştir(12).Hz. Ömer’in nasıl bir zat olduğuu, Cenabı Allah’ın indinde ne büyük bir mertebede bulunduğunu kabul etmemek mümkün değildir.   Şeyh Ali Semerkandi işte Hz. Ömer gibi büyük bir zatın torunudur.Ali Semerkandi Hazretlerine  imrenmemek mümkün mü?...   Hz. Ömer az yemek yemekle, yamalı, sade fakat temiz elbise giymekle küçülmemiş, yok olup gitmemiş, Allah katında büyümüş, büyüklüğün zirvesine ulaşmıştır.Büyüklüğün çöp tenekesi gibi mide doldurmakta, tantanalı elbise giymekte olmadığını göstermiştir.   “ Üste başa bakma   İçindekine bak ”.  

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ’NİN DOĞUP BÜYÜDÜĞÜ VE İRTİHAL ETTİĞİ YER

  Şeyh Ali Semerkandi Hicri 720, Miladi 1300 tarihinde İsfahan’da doğmuş (13), irtihalı ise Ankara vilayetine bağlı Çamlıdere kazasının Hicri 862, Miladi 1442 yılında vuku bulmuştur(14).Vefatı esnasında Şey Ali Semerkandi 142 yaşlarında idi.Bir zamanlar Karaman (Larende) halkının ilgilileri bu konuyu takip edenler Konya’da mahkeme olmuş, mahkeme (heyet-i kuzat) tarafından Şeyh Ali Semerkandi’nin Ankara vilayetinin Çamlıdere kazasında yattığına dair karar verilmiştir (15).1225 tarihinde “Berat” da Ömerü’l-Faruk Hazretlerinin evladından Şeyh Ali Semerkandi’nin Çamlıdere (Şeyhler) de medfun olduğu kaydedilmiştir bulunmaktadır.Bundan böyle Şeyh Ali Semerkandi’nin Ankara vilayetinin Çamlıdere kazasında yattığına dair delil bir değil, pek çoktur, ve işaretler az değildir.   Arifibillah Şeyh Ali Semerkandi’nin türbesi Çamlıdere’nin kabristanını şereflendirmektedir. Bu mübarek zat İsfahan’da doğup büyüdükten, Semerkant gibi ilim irfan membaından ve o civarlardan lazım olan tahsilini tamamladıktan sonra irşat için ülkeden ülkeye, beldeden beldeye gitmiş ve seferlerde bulunmuştur.Ömrünün hitamında Çamlıdere’de vefat eylemiştir.Kendisine bağlı mütevellileri, halifeleri ve müridanı ile (zatından hariç tamam on kişi olmak üzere) şahsına has türbesinde yatmaktadır.Bir tarafında yedi, bir tarafında üç bulunuyor.Bunlar üçler, yediler olarak vasıflandırılıyor.Kendisi ile beraber türbede toplam on bir kişidirler.   Çamlıdere dikkat ve ilgi çekici bir maziye sahip ve ünlü bir menkule maliktir.Zikri geçen veliyi bağrını açıp sinesinde taşımaktadır.Maddi ve manevi hallerin kucakladığı Çamlıdere, toplanıp derlenmesi gereken ve halka gerçek yönleri takdim edilmesi icab eden rivayetlerle dolup taşmaktadır.   Çamlıdere daha önceleri sıra ile “Kuzuören, şeyhler (şıhlar)” isimlerini taşımış, ilçe olunca “Çamlıdere” ismi ile isimlendirilmiştir.Çamlıdere Anadolu’nun uzak ve yakın geçmişini temsilen ortaya koyabilecek evsaftadır.  

 

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ’NİN YAKINLARI   Şeyh Ali Semerkandi’nin kardeşlerinin olduğu biliniyor, iki veya üç erkek kardeş oldukları rivayet ediliyor (16).Hz. Ömer İsfahan’ın fütuhatında oğlunun birini oraya bırakmış, orada yerleşip kalan Hz. Ömer’in oğlu İsfahanlı bir kız ile evlenmiş idi.Şeyh Ali Semerkandi bu sülaleden zuhur etti.   Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri’nin kardeşlerinden birinin adı Kebir Ahmet (yani Seyyid Ahmed-i Kebir) idi.H. 720 tarihinde İsfahan’da doğan Şeyh Ali Semerkandi kardeşi Ahmet ile hayata mukaddes bir gaye doğrultusunda bakıyordu.Annesi babası temiz pak bir nesilden gelmişler, çocuklarının Allah yolunda veli ve mürşid olduklarını görmüşlerdir.   Büyüyüp giden Şeyh Ali Semerkandi ermişlerin yolunda idi, ilahi aşk ile yanıp tutuşuyor ve çocuk çağını İsfahan’da geçiriyordu.20 yaşına ulaşınca kendinde bir başkanlık hissetti.40 sene mağarada ibadet etti.Çilehaneye girdi, çilehane usulünü itaatle takip edip neticeye başarı ile vardı.Kemale erip olgunlaştı.Kendisine ilham gelmeye başladı.   Zaman ilerliyor, seneler geçiyordu.Şeyh Ali mana aleminin sultanlarına karıştı, sahib-i keramet oldu ve velayet yetkisini aldı.Onun için artık bütün rahmet ve bütün imkan kapıları açılmış oluyordu.Zaman geldi, gün oldu Mekke ve Medine’ye gitti, Rasül-ü Ekrem’e (manen) hizmet etti, onun türbedarı oldu, hatta Efendimiz tarafından manevi evlatlığa kabul edildi(17).   Velileri için keramet yetkisi vardır, ve kerametin sınırı yoktur.Bu bakımdan Şeyh Ali Semerkandi’nin keramet yetkisi altında çok şeylere mazhar olmuş bulunacağı yolundaki rivayetlerini inkarla değil imanla karşılamak icab eder.     Enbiya güneştir, veliler kamer   Manzume-yi alem bunlarla döner    Kamili bulmakmış alemde hüner      Andan gafil olan bigane düşmüş  (18).  

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ İLE İLGİLİ İSİM, MAKAM VE HAL BENZERLİĞİ   Yeryüzüne gelen insanların isim bakımından olsun, türlü tutum ve davranış bakımından olsun, hatta makam ve mevki bakımından olsun, kişilerin görüş ihtilafları ve açık, kesin bürhan yokluğu sebebi ile zaman zaman birbirlerine zan ve tahmin açısından benzetildikleri vaki olan bir durumdur.Bundan böyle Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri’nin ismine benzer ismi taşıyan zatlar muhtelif beldelerde ikamet edip yaşamış olabilirler.Aynı hal ile de hallenmiş bulunabilirler.Bu arada bazı yerlerde bu zata izafe edilen kabir ve türbeler bu zatın makamı, yahut bu zatın halifelerinin medfun bulunduğu yer olmaktadır.   Şunu açıkça belirtmek gerekir ki Şeyh Ali Semerkandi’nin ismi Türkiye’nin yani Anadolu’nun bazı yerlerinde bazı türbelere ve bazı makamlara yöneltilerek yadedilir.Hatta İslam aleminin birçok yerlerinde de geçer.Yalnız muhtelif yerlerde Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri’nin ismini taşıyan türbelerde yatan zatlar bu zatın halifeleridirler.Öteden beri bu zatın ismi altında hatırlana gelmişlerdir. Şeyh Ali Semerkandi muhtelif ülkelere kendi adına iş gören, hareket eden halifeler tayin etmiş, onlara manen direktifler vermiştir.Onlar bu zatın namı ile yaşamışlardır.Yahut aynı isim tahtında başka bir veli aynı hal ile hallenerek oralardan gelip geçmiştir ne malum (19).   Şeyh Ali Semerkandi sağlığında “Babaresül” adında bir zatı kendisi adına faaliyet göstermesi için halife tayin edip “Zeyne” beldesine gönderiyor.Zeyne Osmanlı İmparatorluğu döneminde Konya’ya bağlı idi.Sonraki dönemde kentlerin idari şekli değişmiş, bugün “Zeyne” “Sütlüce” adını alıp kasaba olmuş ve Mersin vilayetinin kazası bulunan Gülnar’a bağlanmıştır.Elan Zeyne karyesinde yatan zat, Şeyh Ali Semerkandi’nin kendisi değil, zikri geçen halifedir, Evliyaullah’tan olup mübarek büyük zatlardan biridir.Yanında belirli birtakım yatırlar bulunmaktadır.Zeyne bölgesinde Evliyaullah’tan Babaresül ile ilgili değişik hayli pek çok zuhur eden kerametler anılmakta, öyküsü dillerde dolaşmakta ve manzume halinde hikayeleri nakledilmektedir. Şeyh Ali Semerkandi’nin manen familyesine dahil olmasından ileri geliyor.Bundan böyle Çamlıdere kazasında medfun Şeyh Ali Semerkandi ile Zeyne’de medfun Babaresül arasında kesin olarak bir benzerlik bulunmamaktadır. Şeyh Ali Semerkandi’nin Çamlıdere’deki öyküsü başka, Babaresül’ün Zeyne’deki öyküsü başkadır.   Babaresül Zeyne’de evlenmiştir, çocuk sahibi olmuş, annesi yanında yatıyor, Anadolu’da doğmuştur.Hatta Anadolu’dan şarka gitmiş, Mısır’a kadar seyahat etmiştir.Aksine Şeyh Ali Semerkandi Şark’tan Anadolu’ya gelmiş, hiç evlenmemeiş, evladı yoktur ve daha başka halleri ile Zeyne’deki yatan zata hiç benzememektedir.Fakat bazı menkıbelerin Çamlıdere’den Zeyne’ye götürülüp getirilmesi, araya fasılaların girmesi ile iki zatın hayat öyküsünün bazı yönleri ihtilata uğramıştır.   Çamlıdere’de Şeyh Ali Semerkandi Külliyesi’nde mevcut belgeler Şeyh Ali Semerkandi’nin Çamlıdere’de medfun bulunduğunu kesinlikle ilan ediyor.Şunu belirtelim ki Zeyne’de yatan zatın ismi de Ali olabilir, Semerkant’a sefer etmiş, orada tahsil görmüş, ve birtakım yerlere sefer etmiş ve kerametleri görülmüş olabilir.Hatta veliler arasındaki hal ve keramet benzerliği de cereyan etmiş bulunabilir.Lakin Zeyne’deki yatan Ali, Çamlıdere’deki yatan Ali değildir.Karaman’da Anadolu’nun ve Türkiye’nin bazı kentlerindeki, İslam aleminin bazı ülkelerindeki medfun nice nice adı Ali olan veliler arasındaki benzerlik böyle bir yorum, böyle bir izah ve böyle bir hüsnüzandan vabeste değildir.   Osmanlı İmparatorluğu döneminde devletten (Hazine-i Hassadan) Çamlıdere’ye 45 (kırkbeş) bin kuruş gelir.30 (otuz) bin kuruşu Çamlıdere’de sarfedilir, 15 (on beş) bin kuruşu Zeyne’ye gönderildi.Hatta “Sığırcık Suyu” nun bulunduğu yerlerden tahsil edilen vergiler Çamlıdere’ye sevkedilirdi.Buna benzer icraat harfiyen tatbik edilirdi.  

 

Şeyh Ali Semerkandi’nin Çamlıdere’de tefsiri, memkıbeleri ve benzeri kayıtları vardı. Vaktile bu eserler o devrin Osmanlı padişahına götürülmüş, padişah memnun kalıp ilgi göstermiş ve eserleri kendine takdim edenlere ikram ve izzette bulunmuştur.Padişahın etrafındaki devlet erkanı ve o günün Şeyhü’l-İslam makamında bulunan İslam alimi ve öbür ülema yakınlık duyup Şeyh Ali Semerkandi’nin Çamlıdere’de yattığını tasdik ederek kayıtlara intikal ettirmişlerdir.   Padişahlıkça gönderilen tahsisat H. 1330 senesine kadar Çamlıdere’ye gelmiştir.Umumi harp çıkıp seferberlik ilan edilince herşey sona erdi, tahsisat kesildi.Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu belini doğrultamadı, olanlar oldu, ülkenin çehresi değişti, eserler olsun, kayıtlar olsun bilinmezlik içinde tarihin meçhul sayfalarına gömülüp gitti.   Şeyh Ali Semerkandi ile ilgili “Barü’l-Ulüm” adında gayri matbu tefsir vardır.Hatta zatına has menakıbı var idi, belirli zevat tarafından görülüp okunmuştur.Fakat M. 1926 tarihinde büyük bir yangın çıkıp birkaç ev hariç Çamlıdere’yi yer ile bir etti.Yangın karşısında herşeyini (kül olup) savrulmaya terkeden Çamlıdere Şeyh Ali Semerkandi hakkındaki eserleri ve kayıtları da (birkaçı hariç) ateşler içinde kül olup gitmekten kurtaramamıştır.Onun için deniliyor ki zikri geçen kıymetli zatın yazılı ve kıymetli belgeleri, menkıbeleri evlerle birlikte yanmış ve kaybolmuştur (20).Lakin eldeki belgeler yeteri kadar tatmin edicidir.    

 

  Yeryüzünün çeşitli yerlerinde Enbiya’nın ve Evliya’nın, bu arada birçok zevatın kendi adlarına atfen anılan makamların olduğu şüphesizdir.Evliya’dan Şeyh Ali Semerkandi’nin Çamlıdere’deki türbesi makamı değil, asıl kabridir.Bu türbede bizzat kendi zatı (naşı) bulunmaktadır.İlgili resmi belgede Çamlıdere (yani Şeyhler karyesin) de medfun olduğu kaydedilmektedir (21).Yanında bulunan ve kendisine komşuluk eden diğer on kişi ile berzah alemine buradan katılmış bulunmaktadır.   Yeryüzünde aynı isim ve aynı ünvanı taşıyan binlerce insan gelip geçmekte, bu insan kitlelerinin içinde pek çok meşhur zatlar bulunduğu ve bunların hatıralardan çıkarılmadığı için yerleri, yurtları ve kabirleri belli sınırlar içinde muhafaza edilmektedir.Aksine Peygamberlerin ekserisi dahil bazı meşhur zatların hayatlarının tamamı, nerede yattıkları ve nüfus hüviyetleri bilinmektedir.  

 

  Arifibillah Şeyh Ali Semerkandi’nin bir hayli kerameti zahir olup elan bilinmekte ve muhtelif rivayetlerle nakledilmektedir. Bu zattan bahseden ve bahsettiği memul bulunan eserler mevcuttur.Tefsiri, Mübarek Suyu, saçayağı ve emsali nakiller, menkıbeler, belgeler meydandadır.Mahalli halkın arasında Şeyh Ali Semerkandi ile ilgili kayıtlar yapanlar, bilgileri zaptedenler olmuş, bizzat gerçeği ifade eden olaylara (kerameti yansıtan harikalara) şahit olanlar bulunmuştur.Bu eşhası yakinen görmek suretile ellerindeki ne dillerindeki dökümanlardan gerekli nakilleri yapmak her zaman mümkündür.Yani günümüzde  Şeyh Ali Semerkandi ile aranan bilgiler mahalli halk arasında canlı ve taze olarak yaşamakta, bazı emareler tevatüren ortada görülmektedir.   Bir başka hususu dahi hatırlatmak gerekir ki Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri’nin Çamlıdere’de medfun bulunduğuna dair mahalli ve mübarek suyun bulunduğu yeri çevreleyen bölgede yaşayan Müslümanlar arasında kesin ittifak vardır.   Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri Beni Adem’den mübarek bir zattır.Doğup büyümüş, yaşamış, uzunca bir ömür sürmüş, dünyanın çilesini çekmiş, takdir buyrulan ömrünü tamamladıktan sonra Çamlıdere’de vefat eylemiştir.O da bir insan idi, fakat seçkin insanlardan idi.Yer, içer, gezer, yatıp uyur ve istirahat ederdi.Şüphesiz Cenab-ı Allah’ın sevgili kullarının  listesinde yer alıyordu.Evliyaullah’tan olarak bu alemde gözükmüş, sofi ve derviş kıyafetinde İslamiyet’in yayılmasına candan ve derun-i dilden hizmet etmiştir.   Sırtına alıp dünyanın altında ezilen insanları sık sık görmek mümkün, lakin Şeyh Ali Semerkandi ne dünyayı sırtına sarmış, ne de dünyanın altında kalıp ezilmiştir.Dünya hayatını manalı olarak değerlendirmiş, daima alçak gönüllü bulunmuş, dünyanın maddi zenginliği ile övünmemiş, işe yaramayan bütün isteklerini yenmiş, nefsine hakim olmuş ve mütevazı insanların hayat seyrini takip etmiştir.   Şeyh Ali Semerkandi dünyanın üstüne binip onu binek yapmamış, dünyaya Şeytan’ı sevdiren, nefisleri azıtan hizmetlerde bulunmamış, dünya ona meşru istikamette hizmet etmiştir.Onun için Cenabı Allah’ın pek kıymetli kulu Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri çekinmeden, büyük bir cesaret şevki ile herşeyini Hak yolunda cömertçe feda edip harcamıştır.   Şeyh Ali Semerkandi (Kaddesallahü Sirrahü) uzun boylu, iri yarı idi.Nurani yüzlüydü.Buğday renkliydi.Kırmızı benizliydi.Elleri büyükçe olup bıyıklı ve ak sakallıydı.Beyaz sakalı ve beyaz elbisesi ile şeklen ve manen efrad-ı beşer için ne güzel bir nümune idi.Elini öpmek isteyenler onun eline kapanmaya kalkarlar, fakat O Büyük Veli Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri elini geri çekerdi.Nurani yüzü, buğday renkli benzi ve ak sakalı ile inananlara iltifat eder, tanışmak için ziyaretine gelenleri yanında bulunanlara takdim ederdi.Dostça gelenlere ilgi gösterip muhabbetle bakardı.Uzun boy üzerinde nurani yüzlü, buğday renkli ve ak sakallı Şeyh Ali Semerkandi inananların hayalinde ve gönlünde her zaman dolaşmakta, bundan böyle ünü dünyaya yayıldığı için unutulmamaktadır (22).   İslamı bihakkın yaşayarak, ilahı aşk ile yani Adem atamızdan miras olarak kalan aşk ile hayatını manevi cihazla renklendiren Şeyh Ali Semerkandi tavazu babında yükseklerin yükseğine çıkmış, kemale ulaşmış, iman nuru ile coşmuş, herkesin imdadına koşmuş ve rabbimiz’in katında alem-i İsalm’ın yakından tanıdığı büyük bir veli olarak Kainatta iz yapmıştır.Kavlini, fiilini ve halini Peygamberimiz, Efendimiz iki cihanın fahri, sultanı Muhammed Mustafa sallellahü aleyhi vesellemin sünnetlerine tıpatıp tabi kılan Şeyh Ali Semerkandi Rasül-i Ekrem’den her kulun erişemeyeceği kıymetli yakınlık görmüştür.Bu durum Şeyh Ali Semerkandi için rütbelerin en büyüğüdür.  

Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri bugün manevi evlatlarım diye tanımladığı Çamlıdere insanının kendisi için yaptırdığı türbesinde yatmaktadır.   Mübarek zatın adına 13.05.1996 yılında Çamlıdere’de Şeyh Ali Semerkandi Vakfı adında bir vakıf kurulmuştur.  

Ankara’nın bu şirin ilçesine hem otobandan hem de E5’ten ulaşım mevcuttur.Otoban-Çamlıdere bağlantısı 10 km, E5-Çamlıdere bağlantısı ise 16 km’dir ve tüm bu bağlantılar asfalttır.Çamlıdere-Ankara arası her iki yoldan da ortalama 100 km’dir.  

Ekler : (1)   Bakara suresi,  ayet: 221 (2)   Rum suresi,  ayet: 50 (3)   Makasıdü’t-Talibin, s. 170, ist-1306 (4)   Berat (ilamat-i Şer’iyye), Yabanabat-1225.“Çamlıdere’de Şeyh Ali Semerkandi Külliyesinde mahfuzdur”. (5)   Tarih-i Tabei, c. 3 s. 146, İsatnbul-1328. (6)   Menakıb-ı Ciharyar-ı Güzin, s. 190-191, İst-1966. (7)   Kenzül-Akaid, s. 94, İstanbul-1316. (8)   Mirkat-i Akanid, s. 59, İstanbul-1333. (9)   Akaidü’l-İslam, s. 81, İstanbul-1300. (10)   Şerh-i Akanid, s. 27, İstanbul (bilatarih). (11)   Akanid’l-İslam, s. 81, İstanbul-1300. (12)   Menakıb-ı Ciharyar-i Güzin, Tarih-i Taberi, Kısas-ı Enbiya ve Tevar-i Hülefa. (13)   Şeyh Ali Semerkandi (K.S.) Hazretlerinin Manzume ile Menkıbesi (Çamlıdere’de Şeyh Ali Semerkandi Külliyesinde).Bekir Sıdkı Ertekin. (14)   Kur’an Tarih, s. 213, İstanbul. Tefsir Dersleri “1967-1968” ders dönemi, s. 359, (İstanbul-Yüksek İslam Enstitüsü).Müderris: Mehmet Sofuoğlu. (15)   Merhum Halim Baki Kunter’in elindeki belgeden nakil: Çamlıdere halkından ibrahim oğlu Necati İlhan. (16)   Merhum Hilmi Kaya’dan nakil: Kızılcahamam’da meskun, Hüseyin oğlu Raşit Ayhan. (17)   Şeyh Ali Semerkandi (K.S.) Hazretleri’nin Manzume ile Menkıbesi (Çamlıdere’de Şeyh Ali Semerkandi Külliyatında Mahfuz). BEkir Sıdkı Ertekin. (18)   Divan-i Kemali, s. 165, İstanbul-1957. (19)   Merhum dedesi Karakaşoğlu İsmail Efendi’den nakil: Çamlıdere’de Sakin Emin oğlu Ali Kaya. (20)   Nakil: Çamlıdere’de Sakin Ahmet oğlu Hasan Fazlı (pederi merhum Ahmedi Bircan’dan naklen). (21)   İlamat-i Şer’iyye (Berat) 1225, Yabanabat Kadılığı (Çamlıdere’de Şeyh Ali Semerkandi Külliyesinde Mahfuz). (22)   Alem-i nevmden nakilun: Çamlıdere’den Eşref oğlu Hacı Hasan Hüseyin Erşahin, Halil oğlu ibrahim Gürsoy, Buğralar’dan Musa oğlu Zuhuri Aşçı.  




0 Yorum - Yorum Yaz


 

   ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİ 

SIĞIRCIK/ÇEKİRGE SUYU 

 

Yaz mevsiminde, kadınlar tarlada ekin biçiyorlardı. Oralarda sığır otlatan Ali Semerkandî, namaz vakti girdiği hâlde abdest tâzeleyecek bir su bulamadı.

Âsâsını yere vurarak; "Çık, yâ mübârek!" deyince, yerden gövde kalınlığında bir su çıktı.
 
Sular, hızla meyilli arâzide etrâfa yayılırken, kadınlar bağırmaya başladılar.
 
"Su çıkarmanın da zamânı mı? Ekinlerimiz sular altında kalacak..." Bunun yanısıra, Ali Semerkandî'ye hakâret dolu sözler ettiler.
 

O da suyun çıktığı yere bakarak; "Ey mübârek su! Ne çıktığın belli olsun, ne de aktığın!" buyurdu.

Bu söz üzerine suyun çıktığı yer, kuyu ağzı gibi olup hareketsiz kaldı.

 

Çekirge Suyunun çektığı Yerin Videosu

O târihlerde Osmanlı pâyitahtı olan Bursa'da bir çekirge âfeti oldu. Her tarafı çekirge kaplamış, mahsûlleri ve çiçekleri harâb etmiş idi.

Bu âfetten kurtulmak için, zamânın zirâatçılarından çâre soruldu. Yapılan bütün araştırmalardan bir netice alınamayınca, âlimlere ve velîlere haber gönderildi.

Bu çekirge  âfetinden kurtulma çâresinin ne olduğu soruldu.   Bu haber, Çamlıdere'de yaşayan Ali Semerkandî'ye de ulaştı.

Ali Semerkandî hazretleri, dağda asâsıyla çıkardığı sudan bir miktâr Bursa'ya gönderdi.

Bu suyu, zarar veren haşerâtın bulunduğu bölgeye dökmelerini tenbih etti.

Suyu Bursa'ya götürdüler. Çekirge âfetinin bulunduğu bölgelere azar azar döktüler, çok kısa bir zaman içinde çekirgeler kayboldu. Mahsûller, bitkiler, çiçekler çekirgelerin istilâsından böylece kurtuldu.


Bir rivâyete göre bu su, bir kap içinde yüksek bir yere asıldı.

Allahü Teâlânın cc  izni ile suyun götürüldüğü yerde sığırcık kuşları toplanıp, bir anda çekirge sürülerini mahvettiler.

Pâdişâh, Bursa'nın çekirgelerden kurtulmasına vesîle olan Ali Semerkandî'yi Bursa'ya dâvet etti.

Ali Semerkandî Bursa'ya geldiğinde, Pâdişâh ona çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Pek fazla iltifât edip, Bursa'da kalmasını arzu etti.

Fakat Ali Semerkandî, nâzik bir ifâdeyle Bursa'da kalamıyacağını, bu ümmetin fakir olup, Resûlullah Efendimizi ziyârete gidemeyen insanların bulunduğu bölgede kalmak istediğini bildirdi.

Bunun üzerine Pâdişâh, bir istekte bulunmasını arzu etti. Ali Semerkandî de;

"Çamlıdere havâlisindeki tebanız çok fakirdir. Onları, askerlik ve toprak kirâsı mükellefiyetinden muaf tutmanızı arzu ediyorum." buyurdu.











 


Pâdişâh derhâl bir ferman yazdırarak, bundan sonra Çamlıdere havâlisinde bulunan kimselerin askerlik yapmayacağını ve toprak kirâsının alınmayacağını bildirdi.

O günden, İstiklâl Harbi sıralarına kadar Çamlıdere bölgesinden vergi alınmadı ve askere giden olmadı.  Bütün pâdişâhlar, o fermana riâyet ettiler.

Ayrıca, "Çekirge Suyu" ismi ile meşhûr olan sudan zaman zaman alınarak, çekirgelerin zarar yaptığı bölgelere götürüldü.


Bu su; hâlen Çamlıdere'nin kuzeyinde, Gerede'nin doğusunda  Çankırı'nın Eskipa­zar kazasına bağlı Sadeyaka köyünün «Şıhlar» mahallesinin sınırları içinde­dir. Mahallenin biraz ilerisinde müstakil olarak bulunuyor. Çekirge Suyu namı ile de maruf.


Kazım Atalık




0 Yorum - Yorum Yaz

OSMANLI ARŞİV BELGELERİNDEN

Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri’nin torunlarından Şeyh Ali ve evlatlarının berâtının yenilendiğine ve bütün vergilerden muaf olduklarına dâir ferman

Çamlıdere'de Ali Semerkandî'nin külliyâtında bulunan bu fermânın bâzı maddeleri şöyledir:

1) Çamlıdere'de bulunan müslümanlar, Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin mânevî evlâdlarıdır.
 
2) Yine bu bölgenin halkına askerlik mükellefiyeti yoktur.
 
3) Toprak kirâsından muaf tutulacaklardır.
 
4) Çekirgeleri yok eden Sığırcık suyu, Şeyh Ali Semerkandî ve onun mânevî evlâdlarına âittir...
Bu fermân, zaman zaman yenilenmiştir.

 

 

Fermân: Abdülmecîd Dönemi h. 06.07.1255 / m.15.09.1839


Konusu: Yabanâbâd Kazâsı’na tâbi Şeyhler Köyü’nde yer alan

Sığırcıksuyu’na mutasarrıf Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri’nin torunlarından Şeyh Ali ve evlatlarının berâtının yenilendiğine ve bütün vergilerden muaf olduklarına dâir.


Yazı Çeşidi: Fermân, dîvânî hat ile yazılmıştır. 19 satırdır.


Tuğrası ve Tezyinatı: Altınla çekilmiş tuğra, siyah tahrîrlidir. Tuğranın boşlukları, açık renk zemîne, koyu renk negatif motiflerle tezyîn edilmiştir. Halkârî kompozisyonuyla bezenen üçgen formun zemîni, birer sıra kurtçuklu pervâz ve cedvelle çerçeveye alınmıştır. Çevresindeki yarım goncalar degrade, tarama ve akıtma teknikleriyle boyanmıştır. Desen kırmızı, mavi tığlarla bitirilmiştir. Tuğların üst tarafında ve kompozisyonun tepesindeki şemse içinde, hatâîli simetrik klâsik tezhîb görülmektedir. Mavi dendanlarla çevrilen hatt-ı hümâyûnun çevresi, sıvama altın olup, üzerine, siyah negatif çiçekler yapılmıştır. Başlıktaki klâsik tezhîb, birer sıra zencerek ve kurtçuklu pervâzla çevrilmiştir. Tezhîb, kapalı form ve hatâîden müteşekkildir. Tığları, mavi ve kırmızı renkte negatif motiflerden müteşekkildir. Ayrıca, başlıkta ve şemselerde, zemîn rengi olarak fıstık yeşili kullanıldığı dikkat çekicidir. Satır araları, mücevher noktalıdır. Yazıda, siyah mürekkeb kullanılmıştır.

 

Gördüğü İşlem:


1-Hançerin üstünde, Pâdişâh’ın el yazısıyla yazılmış “Mûcebince amel oluna.”, (Gereği yapılsın.) ibâresi yer almaktadır.

 

2-Sol alt köşede, fermânın yazıldığı yerin kaydı vardır.

FERMANIN ÇEVİRİSİ

Vilayete bağlı Yabanabad kazası köylerinden Şeyhler köyünde defnedilmiş şeyh Ali es-Semerkandi hazretleri evladından olanların emlâk vesaire vergisiyle koyun ve keçi gibi hayvanlardan alınan vergi ve mahsulattan alınan vergiler karşılığı olarak otuz bin kuruş tahsis edildiği gibi bu defterde yazılmış emlâk ve arazinin kayda göre vergisi olan bin altı yüz elli altı kuruştan yalnız bin beş yüz yirmi iki kuruşa karşılık yine bu miktar ayrılan bedel olan ve her sene bu bedelin alınması ve geri kalanının kendilerinden sorulması ve ödetilmesiyle beraber çelebilerin emlâk ve kayıtlı araziden başka sonradan satın alınmış emlâk ve arazileri var ise onlardan ve bundan böyle satın alacakları arazi ve evlerden kıymet, ve içlerinde sanayi ve ticaretle meşgul olanlardan kazançlarının vergisinin alınması kurallara ve örfe uygun bulunmuştur.

Bu sebeple gereğinin yerine getirilmesi, adı geçen Şûrânın uygun görmesiyle bu sonucun padişah emrine de uygunluğu gösterilmiş ve bunun kabul olduğu ve desteklenebilir olduğu görünmüştür.

Bu durumun padişah emri ve izni ile olduğu ve gereğinin yapılmasının da Maliye Bakanlığına ve ilgili vilayete ve bu konudaki bilginin de İçişleri Bakanlığına gönderilmesi karalaştırıldı. Bu hususta emir ve ferman Padişah Hazretlerinindir.


Fi 4 Rebiülevvel Sene 1896

Fi 27 Ağustos Sene 1894


Dahiliye Dairesi Reisi Akif Bey (mühür)


Azadan Şerif Abdülrüşd/AzadanLütfi Efendi/AzadanRıza Bey


/AzadanMacid Bey/Azadan Sami Efendi


/AzadanKeçecizade Yahya Reşad/Azadan Aziz Bey


/Azadan İlyas/Azadan Abdullah Beşe/Azadan


İbrahim Behçet Bin Macid/Azadan Mansur Beşe


/Azadan Nureddin Bey

 



BELGE NO: 2


KİMDEN : Şeyh Hüseyin Efendiden


KİME: Padişaha


KONU : Şeyh Hüseyinin eskiden olduğu gibi resmi yazışmalarda vakıf mührünü kullanmasına ilişkin padişaha sunduğu dilekçedir.


BELGE: Başbakanlık Arşivi Genel Müdürlüğü-İstanbul
Cevdet Tasnif İktisat No: 1938

DEVLETLÜ İNAYETLÜ MERHAMETLÜ HAZRETLERİ SAĞ OLSUN


Arz-ı bendeleridir ki, Kankri Sancağında Yabanabâd kazasına tâbî ŞEYHLER nam karyede medfun Kutbü Arifîn Şeyh Ali Kuddise Sırruhul-Azîzin evlatlarından Sığırcık Suyuna memur Şeyh Hüseyin Efendi dâileri işbu arz-ı hâli mefhuktere ötedenberi vakf-ı mezburun zaviyedâr ve mütevellisi olanların gerek vezâif-i cihanı mahlullerinde ve gerek kasr-ı yedi zuhurlarında vakf-ı mezkur mütevellilerinin kaleminde mahfuz olan mühürlerine mutabık arzlarına olagelmişken bazı kimesnelerin hilaf-ı inha iştigallerine binâen zaviyedârlarının mühürlerine itibar olunmayıp zaviye-i mezkurun umûr-u hususu kadı arziyle rü’yet olunmak üzere ber-takrib isdar ittirilen emr-i şerifin kaydı terkin ve mukeddema tatbik içün hıfz olunan mührüne amel ve itibar olunmak üzere emr-i şerif sudurunu tahrir ve istida ider zaviyedarlık mezkur vazife-i muinesiyle mûma ileyh Hüseyn Efendinin üzerinde olduğu ve vakf-ı mezkurun mürtezika ve aziz müşarün ileyhin sâir evlatlarının iştikalarına binâen merkumun arzına amel ve itibar olunmak içün izzetlü reisül-küttâb efendi kullarının lamı mûcibince işbu sene-i mübareke Rebiülâhirinde virilen emr-i şerif kaydı badel-ihrac muktezası sual olundukta evlad-ı aziz müşarünileyhden sahib-i arz-ı hâl merkum Şeyh Hüseyin Efendinin ber vechi muharrer zaviye-i mezburun umûr ve hususu kadı arziyle rüyet olunmak üzere ahd-ı karîbte Anadolu muhasebesinden virilen emrin kaydı terkin ve mukaddem tatbik içün hıfz olunan mühre amel ve itibar olunmak istidasının tanzimi emr-i âliye menut idügi mevkufattan der kenar olmuştur. Malum-u devletleri buyuruldukta emr-i ferman devletlü saadetlü sultanım hazretlerinindir. Sene 12 C. 1191(1777).

 

METNİN ÖZETİ


12 Cemaziül-Ahir sene 1191/1777 yılı
223 yıl önce, Padişah I. Abdülhamit dönemi.
Çankırı Sancağına bağlı ŞEYHLER adındaki köyde medfun Şeyh Ali evlatlarından SIĞIRCIK SUYUna memur Şeyh Hüseyinin verdiği dilekçede:

Yukarıda adı geçen zaviye ve vakıfta zaviyedar ve mütevelli olanlar görev yaparken gerek varissiz vefat edip gerekse bu işten el çekmeleri halinde mütevelliler kaleminde muhafaza edilen mühürler kullanılarak yüksek makama yazışma yaparak, bazı kişilerin şikayeti üzerine bu yazışmalarda Kadının aracılığı istenmesi üzerine sadır olan irade-yi seniyye ve 1191 yılı Rebiü-ahir ayında Reisül-Küttab(Başkatip) tarafından verilen lamın silinip geçersiz olması isteği üzerine : Şeyh Hüseyin Efendinin adı geçen zaviye ve vakfın zaviyedar ve mütevellisi olduğu, eskiden olduğu gibi mütevelliler kaleminde muhafaza edilen mühürlere itibar edilip yazışmalarda kullanılması uygun görüldüğü, mevkufattan derkenar olduğu padişah hazretlerinin buyruklarından olmakla bu hususta gereğinin yapılması arz olunmaktadır.
13 C. Ahir 1191/1777de gerekli irade-yi seniyye verilmiştir.


METNİN ÇEVİRİSİ


Siz, devletli, inayetli, merhametli padişah hazretlerine bu dilekçeyi sunan kişi, Yabanâbâd ilçesine bağlı ŞEYHLER isimli köyde yatan: Kırklar (İlk kırk müslüman olan kişi)ın başkanı, Peygamberimizin ikinci Halifesi, Hz. Ömer (R.A.)ın evlatlarından, âriflerin kutbu, evliyanın büyüklerinden Şeyh Ali Hazretlerinin evlatlarından SIĞIRCIK SUYUna memur olup bu evliyaya ikram olarak merhameten padişah tarafından bütün vergilerden ve yükümlülüklerden bu Şeyh Ali Hazretlerinin tüm evlatları bağışlandığı gibi yukarıda adı geçen vakıf işleriyle de görevlidirler. Yüksek makamlarla yapılan yazışmalarda vakıfta muhafaza edilen mühür kullanılıyordu. Fakat bazı bozguncu kişiler fesat çıkarmak için bu mühre itibar edilmeyip, yazışmaların Kadı aracılığı ile yapılması için Anadolu Muhasebesine başvurarak oradan istedikleri yazıyı elde ittiler, onların böyle yapması benim zararıma oldu, beni mağdur ettiler. Halime acıyarak Anadolu Muhasebesinden alınan yazının geçersiz sayılıp kaydının silinmesi ve bu Ali kullarını sevindirmeniz için yüce padişah Hazretlerinin buyruklarından olmakla bu hususta gereği yapılarak elime bir berat-ı âlişan verilmesini istirham ederim.
Sığırcık Suyu Şeyhi :Hüseyin

NOT : 9 C. Sene 1191/1777de padişah tarafından gereği yapılsın emri ile bu dilek yerine getirilmiştir.

 



 

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ (KS) CUMA CAMİİ 

BERÇİN ÇATAK KÖYÜ 

Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri Örenşar beldesinden ayrıldı ve "ÇATAK" karyesine geldi .

Çatak köyüne teşrif eden Ali Semerkandî burayı benimsedi ve burada bir müddet iskan etti.
 
Çatakta ihtiyaca cevap verecek bir ibadethanenin yani caminin bulunmadığını gördü. Buraya mutlaka bir cami lâzımdı, müslümanların müşterek olarak beş vakit bir araya gelip namaz kılacakları yer ca­milerdir.
 
Ali Semerkandî bu hizmetlerin görülmesini üzerine aldı, hemen başladı ve kısa zamanda caminin yapımını sona erdirdi. Aslında camiler ve mescidler yeryüzünde Cenabı Allah'ın evleridir. Gerçek müminler camileri, mescidleri tamir ve ihya ederler. İmansızlar ise yakıp yıkarak harap ederler.
 
«Ariflerin meramı Huda'nın rızasıdır». 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
ALİ SEMERKANDÎ HZ. MAHLÛKLARA EMREDİP TAŞ GETİRTTİ 
 
Şüphesiz Cenabı Allah'a itaat eden velilere, muhterem âbidlere mah­lûklar itaat ederler.
 
îtaat edilecek mertebeye yükselenler basit ve günahkâr kişiler değildirler. Mahlûkat Allah'ın dostlarını Allah'ın izni ile tanıyıp mü­şerref olabilirler. Gerçek mânada iman ve inanç sahibi olmak lâzımdır, imansızlıktan kişiye bir fayda gelmez.
 
Rabbimiz velilere yetki vermekte, bir veli yetkisine dayanarak icab et­tiğinde kerametini göstermektedir.
 
Hayvanların dilinden anlayan, onlara emir veren ve onlara hükmeden veliler vardır. Ali Semerkandî hayvanların dilinden anlayan, onlara gerektiğinde emir verip hükmeden velilerden biri idi. Bu mübarek zatın bu halleri müşahede edilmiştir.
 
Çatak köyüne cami yapılırken büyük veli Şeyh Ali Semerkandî Hz. yabanî hayvanlara taş taşıtmış, onları bu caminin inşası hususunda hizmet görmeye yöneltmiştir.
Hayvanlar Ali Semerkandî'ye bihakkın itaat edip herhangi bir itirazda bulunmamışlardır. Canla başla çalışan hayvanların o gün yapılan çatak (cuma) camiine katkıları çok olmuştur.
 
Hayvanat Cenabı Allah'ın sevgili kuluna itaat etmeyi Cenabı Allah'a itaat etmek olarak telakki ediyor, onun işaretine dikkatle itina gösteriyor ve ona doğru koşuyordu. Çok geçmeden bahsi geçen caminin inşaatı sona erdi. Bundan hayvanlar dâhil herkes memnundu ve büyük hizmet görülmüş bulu­nuyordu.
 
Ö gün bugün Çatak'ta Cuma Camii mevcudiyetini korumakta, aynı yer­de Cuma namazının kılınması sürdürülmektedir. Ehli iman arasında bu du­rum unutulmayıp dilden dile söylene gelmiştir. Nasıl unutulabilir... Bu büyük zatın hatıratı, hizmet şevki ve irşat aşkı onu dünyanın fâni menfaatlerinden alıp Bekâ âleminin saadetine çekmiştir.
 
Kaynak:Hüseyin AŞIK Seyh Ali Semerkandi Haz. Hayatı ve Menkıbeleri İlim Yayınları 

BERÇİN ÇATAK  KÖYÜ

Şeyh Ali Semerkandî Hz.  (k.s) yaşadığı Eskipazar ilçesinden ayrılınca önce bu köye uğramış ve uzunca bir süre kalmıştır. Burada kaldığı sırada eskiden Cuma camii olarak kullanılan camiyi yaptırmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Berçinçatak, Ankara ilinin Kızılcahamam ilçesine bağlı bir köydür.

Köyün tarihi 1300'lü yıllara dayanmaktadır. Yaklaşık 700 yıllık bir tarihi vardır. Bu belgelerle tespit edilen tarihtir. Berçinçatak Köyü idari yönden "Berçin" adıyla Çankırı Vilayeti'nin Çerkeş Nahiyesi'ne bağlı olarak kayıtlarda mevcuttur.

Bu kayıtlar 937-1530 tarihleri arasında tutulan " 438 Numaralı Muhasebe-i Vilayet-i Anadolu Defteri" adlı Osmanlı kayıtlarıdır.

Ayrıca , 1300'lü yılarda yaşamış olan Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri'nin (1320-1457) köyde bulunan Cuma Camii'ni inşa ettiği , yine burada bir medrese kurduğu ve talebe yetiştirdiği bilinmektedir.

Çevre köylerin halkı bu camiide cuma namazlarını kılarlardı. Bu da köyün köklü bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. (Kaynak: wikipedi)

Berçin Çatak Köyünün bir önemi de, 1900 yıllarında halk tarafından kurulan ve müderrisliğini İbrahim Efendinin yaptığı medresedir. Bu medrese, Cuma camii yanında kurulu olarak kalmış.

Şey Ali semerkandi Hazretlerinin (k.s)  Berçin Çatak köyünde yaptırmış olduğu Caminin  Tamirat görmeden önceki hali

Berçin Çatak Köyü Şeyh Ali Semerkandî Cuma Camiinin Yenilenmiş Hali


Kazım Atalık 




1 Yorum - Yorum Yaz

 

 KABİR ZİTARETİNİN ADABI

Kabirler, insana ölümü ve ahireti hatırlatır. Bunun içindir ki, Efendimiz (s.a.v), daha önce, cahiliyye devrinden yeni çıkan Müslümanların kabir ziyareti sebebiyle bir takım bâtıl inanç ve âdetleri hatırlamalarını ve hataya düşmelerini önlemek için yasakladığı kabir ziyaretlerini "Sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim; artık şimdi onları ziyaret ediniz, çünkü bu size ahireti hatırlatır" hadisleriyle tavsiye ve emir buyurmuşlardır.


 Kabir ziyaretinin adabı nasıldır? Kabir zitaretinin ölüye faydası nedir?

  Mevzuumuzla alakalı olarak Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen diğer bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır:

"Resulullah (s.a.v), anasının kabrini ziyaret etti, kendisi ağladı, çevresindekileri de ağlattı. Sonra şöyle buyurdu: "Rabbimden anam için istiğfar etmeyi istedim, izin vermedi. Kabrini ziyarete izin istedim, verdi. Kabirleri ziyaret edin, zira bu size ölümü hatırlatır."

İbret almak, Allah'ı hatırlamak için erkeklerin kabir ziyareti cumhur'a göre menduptur. Kadınların kabir ziyaretine gitmeleri ise mekruhtur. Fakat, gayr-ı meşrû davranışlarda bulunmadıkları takdirde onlar için de caiz olduğu cumhurun görüşüdür.

Kabir ziyaretinden üç türlü fayda hasıl olmaktadır:

1- Ziyaret eden ölümü ve ahireti hatırlar.

2- Salih kişilerin kabirlerinin ziyareti, ruhlara inşirah verir.

3-Ziyaret, zaman zaman bundan haberdar olan ölülere ünsiyet bahşettiği gibi, ziyaret vesilesiyle edilen dualar ve okunan ayetlerden istifade etmelerini de sağlar.

Kadınların kabir ziyaretlerinin caiz olup olmadığı konusunda ihtilâf edilmiştir. Ancak Hz. Aişe ve Hz. Fatıma'nın kabirleri ziyaret ettikleri göz önünde bulundurularak meşru dairede olmak kaydıyla ziyaretlerinde sakınca olmadığı ve onların da ibret alma ihtiyacında oldukları düşünülebilir.

Ölüler kendilerini ziyaret edenlerden haberdar olurlar mı?

Bedir savaşında harbin sonunda Kureyş'den ölenler bir kuyuya dolduruldu. Allah Resulü onlara hitap ederek: Ey filan oğlu filan ve falan oğlu falan! Allah ve Resulünün size va'd ettiklerini gerçek buldunuz mu? Ben Allah'ın bana va'd ettiğini gerçek buldum, dedi. Hz. Ömer: Ey Allah'ın Resulü! Ruhsuz cesetlere nasıl hitab ediyorsunuz? diye sorunca Peygamberimiz: "Benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duyamazsınız. Şu kadar var ki, onlar cevap veremezler." buyurdu.

Peygamber Efendimiz bir kabrin yanından geçerken yanındakilere "Selam size ey mü'minler yurdunun sakinleri!" diyerek selam vermelerini emir buyurmuşlardır. Selam anlayana verileceğine göre ölüler kendilerini ziyaret edenleri tanıyorlar demektir. Müdakkik alimlerden birisi olarak tanınan İbn Kayyım el-Cevziyye de ölülerin özellikle Cuma ve Cumartesi günleri ziyaret edip dua edenlerden ve çocuklarının güzel davranışlarından duydukları sevinci nakleder.

Kişi kabrin başında kolayına gelen Kur'an ayetlerinden okur. Kabirde Kur'an okunması sünnettir. Çünkü Kur'an okumanın sevabı orada olanlara ulaşır. Ölü de hazır olan gibidir. Onun hakkında da Allah'ın rahmeti umulur. Kur'an okumanın peşinden kabulünü umarak ölüye dua edilir. Çünkü dua ölüye fayda verir. Kıraatin peşinden yapılan dua kabul olunmaya daha yakındır.

Kabri ziyaret eden kimsenin Yâsin suresini okuması müstehaptır. Çünkü Hz. Enes'ten rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Her kim kabristana girer de Yâsin'i okur ve sevabını ölülere bağışlarsa, o gün Allah Teâlâ onların azabını hafifletir. Kendisinin de bu kabristandaki ölüler sayısınca sevabı olur. Yine Hz. peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize Yâsin suresini okuyun." Bir kısım Hanefîler, bu hadise dayanarak "Kişi amelinin sevabını bir başkasına bağışlayabilir, ameli -kıraat, namaz, oruç, sadaka veya hac- hangi çeşitten olursa olsun fark etmez" diye hükmetmişlerdir.

Kabir ziyareti yapılırken ölünün yüzüne doğru dönülerek selam verilmeli ve dua edilmelidir. Bu esnada kabri öpmekten, yüzünü gözünü sürmekten ve etrafında dönmek (tavaf) den sakınılmalıdır. Çünkü bu gibi davranışlar bid'attır ve dinde yeri yoktur.


Kaynak:izafet.com

 

 

 

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz

 

ÇAMLIDERE'YE VE ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİNİN TÜRBESİNE  ULAŞIM

Şeyh Ali Semerkandi hazretlerinin  Çamlıdere'de bulunan türbesine  karayoluyla (Özel araçla) iki yoldan ulaşım mümkündür.

1-Ankara/İstanbul OTOBAN  yolundan  Çamlıdere gişesi geçilerek ulaşılabilir. Çamlıdere-Ankara arası  otobandan  yaklaşık 100 km mesafede  olup,Otoban-Çamlıdere bağlantısı  (Türbeye kadar) yaklaşık 10 km dir.  Bağlantı yolunun tamamı asfalttır. 

2-Ankara istikametinden  sırasıyla Kazan ve Kızılcahamam ilçelerini geçtikten sonra  Çamlıdere levhası  sapağından  sola dönülerek ulaşım sağlanabilir.  Ankara - Çamlıdere arası  E5' tende  yaklaşık 100 km olup, E5-Çamlıdere bağlantısı ise  yaklaşık 16 km’dir. Bağlantı yolunun tamamı asfalttır.

İstanbul istikametinden ise Bolu-Gerede ilçesinden  sonra  Çamlıdere sapağından  türbeye ulaşılmaktadır.

Ayrıca Ankara-Çamlıdere arası çalışan minibüslerle de Çamlıdereye ulaşabilirler. Minibüsler Ankara’dan sabah 07.00 - 05.30 arası, Çamlıdere’den ise 07.30-17.10 arası çalışmaktadır. Minibüsler  Kazan, Kızılcahamam güzergahını izleyerek Çamlıdere'ye ulaşmaktadır. Minibüsle gitmek istiyenler  0312 753 12 12 - 0312 753 15 15 - 0546 713 12 12  -  telefon numarasını arayarak detaylı bilgi alabilirler.

ŞEYH ALİ SEMERKANDİ HAZRETLERİ (K.S) TÜRBESİ

YERLEŞİM PLANI

 

 




1 Yorum - Yorum Yaz
 

ŞEYH ALI SEMERKANDI HAZTERLERİNİN  (K.S) 

HAYATI

 

 

 

Şeyh Ali Semerkandî, Hicrî 720 / Miladî 1320 yılında İsfahan’da doğmuştur. Babası Yahya Efendi’dir. İkinci Halife Hz. Ömer’in torunlarındandır.

Küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i ezberledi ve çeşitli kıraatlere göre okumasını öğrendi. Tahsilini Semerkant’ta tamamladıktan sonra Buhara’ya giderek Alâeddin Buharî’nin talebesi oldu ve dinî ilimler ile tasavvufta kemale erdi.

Kendisine “Mekke’ye doğru” denilince harekete geçerek yolculuğa çıkıp Mekke’ye kadar geldi. Mescid-i Haram’da 14 yıl İmam-Hatip olarak görev yaptı. Medine-i Münevvere’ye giderek Peygamber Efendimiz (S.AV.)’in kabrinin bulunduğu Ravza-ı Mutahhara’da 7 yıl türbedarlık yaptı.

Ayrıca Şam, Kudüs ve Irak’ta ilim, irşat ve öğretim faaliyetlerinde bulundu. Daha sonra bu mübarek zat, Hz. Peygamber ( S.A.V.)’den aldığı manevî bir işaret üzerine Rum diyarı olan Anadolu’ya hareket etti. Beraberinde bulunan velilerin her birini ilgili yerlere yerleştirip, kendisi de Konya’ya gitti.

Karaman, Bozkır ve benzeri yerlerde ikamet ederek gerekli irşat görevlerinde bulunan Şeyh Ali Semerkandî, devlet erkânına nasihat ederek onlara yol göstermiştir.

Şeyh Ali Semerkandî, irşat görevi için geziyordu. Konya ve çevresindeki hizmetlerini tamamlayıp Alanya yoluna düştü. Kendisine ait bir asanın, bir hırkanın ve benzeri eşyaların Alanya’da saklı bulunduğu nakledilmektedir.

Alanya ve havalisini denetiminden geçirdikten sonra Alanya’dan ayrıldı. Uzun bir yolculuğun ardından günümüzde önce Çankırı’ya, sonra da Karabük’e bağlanan ve o zamanki adı “Örenşar” olan Eskipazar’a kadar geldi.

Eskipazar’da ikamet etmeye niyetlenen büyük veli, irşat hizmetlerini çeşitli vesilelerle halka aktarmaya çalışıyordu. Burada, onun kerametinin bir eseri olarak, duasıyla yerden bir su çıkmış; suyun ulaştığı yerde meydana gelen başları ve karınları beyaz “Sığırcık Kuşları” ziraî mahsule zarar veren haşaratı yok etmiştir.

 

Bu arada Osmanlı Devleti’nin başkenti, o günlerde İslâm âlimlerinin ve evliyanın merkezi haline gelen Bursa idi. Bursa’da ekili alanları çekirge sürülerinin işgal etmesi üzerine, halkın çaresiz kaldığını duyan Şeyh Ali Semerkandî, yanında bulunan bu mübarek sudan bir miktar o bölgeye göndererek, çekirgelerin yok olmasını sağladı.

Padişah bu iyilik karşısında onu Bursa’ya davet etti. Şeyh Ali Semerkandî’nin Bursa’ya teşrif etmesinin ardından Padişah Murat Hüdavendigâr, bu büyük zatın yanı başında vezir olarak bulunmasını istedi. Çünkü onu çok beğenip, sevmişti. Vezirler de aynı istekte bulundular.

Ancak her ne teklif ettilerse Şeyh Ali Semerkandî, bunların hiçbirine iltifat etmedi. Yalnız Padişah’tan yöre halkının vergi ve askerlikten muaf tutulmasını istedi. Padişah da bir ferman yazdırarak bu isteği kabul etti ve bu sayede İstiklâl Harbi yıllarına kadar Çamlıdere Bölgesi’nden vergi alınmadı, askere giden olmadı.

Şeyh Ali Semerkandî, Bursa’daki işinin ve görevinin sona erdiğini anlayınca, vedalaşıp buradan ayrılarak Örenşar’a döndü. Böylelikle hiçbir dünyalığa değer vermediğini ve irşat vazifesini yerine getirmek için halkın içinde yaşamaya devam edeceğini gösterdi.

Örenşar’da Sadeyaka Köyü’nün “Şeyhler” mahallesine bitişik topraklarda bulunan mübarek suyun yanına gelen Şeyh Ali Semerkandî, suyun civarında geçireceği son anlarını yaşıyordu. Çünkü Örenşar semtinden ayrılma zamanı yaklaşıyordu.

Örenşar’dan ayrılan Şeyh, Ankara’nın Kızılcahamam ilçesine bağlı Çatak Köyü’ne geldi. Burayı benimseyen ve burada bir müddet ikamet eden Şeyh Ali Semerkandî, Çatak’ta ihtiyaca cevap verecek bir caminin bulunmadığını gördü.

Bu eksikliğin giderilmesini üzerine aldı ve kısa bir sürede caminin (Cuma Camii) yapımını tamamladı. (Bugünkü adı Berçin Çatak olan köyde bu camii hâlâ mevcuttur, ancak sonradan yapılan tadilatlar nedeni ile tarihi dokusu bozulmuştur. Camii, köyün biraz dışında kaldığı için, sadece Cuma Namazları bu camide kılınmaktadır.)

O zamanlarda Çamlıdere küçük bir köydü. İçinden geçen kuru derenin sağ yamacında “Yayalar” adı verilen 30–40 hanelik bir köy ile derenin sol kısmında 8–10 hanelik bir topluluk vardı. Bu kısım “Kuzören/Kuzviran” adı ile anılırdı.

Şeyh Ali Semerkandî, önce Yayalar Köyüne gelip yerleşmiş, daha sonra ise Kuzören/Kuzviran yakasına geçerek burada ikamet etmiştir. Şeyh Ali Semerkandî’nin ismine atfen buraya “Şeyhler” adı verilmiştir.

Buraya yerleştikten sonra mülk edindiği ½ hisselik çiftlik yeri ile bir değirmeni vakfederek bir zaviye kurmuş; bu vakfın idaresini ve kullanımını evlatlarına bırakmıştır.

O zamana kadar tenha bir köy olan Şeyhler, zamanla çok gelişip büyümüş, Yayalar Köyü de buraya katılarak Şeyhler’in bir mahallesi haline gelmiştir. “Şeyhler” ismi, asırlarca buranın adı olarak kalmış, daha sonra ise Çamlıdere olarak değişmiştir.

Önceleri Çorba’ya / Pazar’a bağlı olan Çamlıdere, Hicrî 1314 / Miladi1895 yılında bucak olmuş, Hicrî 1326 / Miladi 1907 yılından önce de belediye teşkilatına kavuşmuştur.1915–1916 yıllarında Kızılcahamam’a bağlanmış ve nihayet 27.11.1955 tarihinde 6191 sayılı kanunla ilçe olmuştur.      

İlçede Bayındır, Buğralar, Bükeler ve Peçenek gibi Oğuz boylarının isimlerini taşıyan köylerin bulunması, bu köylerin Orta Asya’dan gelen Türkler tarafından kurulduğu kanısını uyandırmaktadır.

Hanefi Mezhebi’nden ve Nakşibendî Tarikatı’ndan olan Şeyh Ali Semerkandî, uzun yıllar Şeyhler Mahallesi’nde ikamet ederek, Çamlıdere’yi ilim, irfan ve fazilet merkezi haline getirmiştir.

Hicri 862 / Miladi 1458 yılında, yaklaşık 142 (Hicri) yaşında vefat eden Şeyh Ali Semerkandî, Çamlıdere mezarlığının orta yerine defnedilmiştir. Türbesi hâlen burada olup, halkımızın ziyaretine açıktır.

1978 yılında restore edilen Türbe’de, Şeyh Ali Semerkandî’nin yanında 10 kabir daha bulunmaktadır ki bunlardan yedisinin arkadaşlarına, üçünün de sırdaşlarına ait olduğu rivayet edilmektedir.

Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması yolunda büyük bir rolünün olduğuna inanılan Şeyh Ali Semerkandî, Hak ve gönül dostu olarak bilinmektedir.


Bu araştırma Çamlıdere İlçe Müftülüğünce hazırlanmıştır.

 

 

Çok zekî ve pek akıllı idi. Küçük yaşda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve muhtelif kırâatlere göre okumasını öğrendi. Genç yaşında; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde pek yüksek derecelere kavuştu. Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam, Kudüs, Irak, Semerkand, Çamlıdere gibi pekçok beldelerde İslâmiyeti öğretmek, emr-i mârûf nehy-i münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için dolaştı.


Ali Semerkandî, tahsîlini tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i muazzamada yıllarca imâmlık yaptı. Orada, insanları Ehl-i sünnet îtikâdına uygun bir îmân ile yaşamaları, ibâdetlerini sünnet-i şerîfe uygun yapabilmeleri için çok çalıştı. Mânevî bir işâret ile Medîne-i münevvereye geldi. Orada Resûlullah efendimizin mübârek türbelerinde yedi sene kadar türbedârlık hizmetinde bulundu.

Bir gün rüyâsında, Peygamber efendimizin kerîmeleri Fâtımâ vâlidemizi gördü. Rüyâda;

"Yâ Ali! Resûlullah'ın huzûruna git. Seni mânevî evlatlığa kabûl buyuracak!" dedi.

Ali Semerkandî uyanınca, hemen Resûlullah'ın mübârek huzûruna koştu. Mübârek kabrinin karşısına geçip, diz üzerinde edeble oturdu. Başını önüne eğerek, murâkabe hâlinde beklemeye başladı.

Bir müddet sonra Ravda-i mutahheradan Resûlullah efendimizin;

"Buyur yâ Ali! Seni mânevî evlâdım olarak kabûl ettim. Kıyâmete kadar bu mûcizem bâkî kalsın. Yâ Ali! Öyle bir beldeye git ki, fakirlikleri sebebiyle beni ziyâret edemeyen ümmetim, seni ziyâret etsinler. Sen benim evlâdım olduğun için, sana yapılan ziyâreti bana yapılmış gibi kabûl ederim."

mübârek sözlerini işitti. Bu sözleri, büyük bir zevk ile dinleyen Ali Semerkandî hazretleri, sevincinden ağladı ve cenâb-ı Hakk'ın verdiği bu nîmetten dolayı şükür secdesi yaptı. Anadolu'ya gitmesi gerektiğini anladı ve hemen harekete geçti.


Ali Semerkandî   bugünkü Ankara'nın Çamlıdere havâlisine geldi. (Çamlıdere'nin eski ismi Şeyhler olup, bu zâta izâfeten verildi.) Çamlıdere'ye bir derviş kıyâfetinde gelen Ali Semerkandî, oradaki insanların çok fakir olduğunu görerek, işâret buyurulan yerin burası olduğunu mânevî keşf ile anladı. Buradaki insanların irşâdı, Allahü teâlânın emirlerini bildirmek, yasaklarından sakındırmak için yıllarca çalıştı. Pekçok talebeleri oldu. İslâmiyeti yaymak için çalıştı.


Bulunduğu bölgeye ilk geldiği günlerde, köylülerin sığırlarını otlatacak çobanları yoktu. Arıyorlardı, fakat çobanlığa kimse yanaşmıyordu. Ali Semerkandî hazretlerinin de büyüklüğünü anlamış değillerdi.

İnsanların bu sıkıntısını gören Ali Semerkandî onlara; "Sığırlarınızı otlatabilirim. Bu işten dolayı sizden ücret talep etmiyorum." buyurdu.

Köylüler bu habere çok sevindiler. Köylerine yeni gelen, herkese dinden îmândan bahseden bu zâta dediler ki; "Biz, sığırlarımızla birlikte, buzağılarını da otlattırmak istiyoruz. Eğer buzağıların, annelerini emmeden otlamalarını sağlarsan memnûn oluruz." O da kabûl etti.

Ertesi gün inekleri ve buzağıları bir arada otlatmaya götüren Ali Semerkandî, otlak yerinde sığırlara dönerek; "Ey inekler ve buzağılar! Akşama kadar berâberce otlayınız. Yalnız buzağılar, annelerini emmesin, anneler de yavrularını emzirmesin!" dedi.

Bu söz üzerine, akşama kadar inekler buzağılarını emzirmedi. Buzağılar dahî annelerini emmek için uğraşmadı. Akşam merak içinde bekleyen köylüler, ineklerin memelerini süt ile dolu görünce hayretten şaşırıp kaldılar. Böylesini ne işitmiş ne görmüşlerdi. Bunun, Ali Semerkandî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu ve onun büyük velîler arasında yer aldığını anladılar.


Ali Semerkandî, bir gün kırda sığırları otlatırken, bir kurdun, bir öküzü öldürmek için hazırlandığını gördü. Hemen yanlarına varıp, kurda; "Ey kurt! Bu öküzü öldürmek için kimden izin aldın?" deyince, kurt dile gelip; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bu öküz benim nasîbimdir. Allahü teâlânın izni ile bunu öldürüp yiyeceğim." dedi. O da; "Ey kurt!Öküzün sâhibine durumu anlatayım. Haberi olsun ki, bize bir kabahat bulup dil uzatarak âhiretini yıkmasın. Bugün müsâade et, yarın gel." buyurdu. Kurt, peki diyerek oradan ayrıldı.

Akşam durumu öküzün sâhibine anlattı. Fakat öküzün sâhibi, Ali Semerkandî hazretlerinin büyüklüğünü idrâk edemiyenlerden idi. Onun bu anlattıklarının olamayacağını söyleyerek, ertesi gün öküzü yine gönderdi. O gün kurt, yine gelip öküzün başına dikildi. Hâdiseyi tâkib eden Ali Semerkandî, kurdun yanına gelip; "Mâdem ki yiyeceksin, hiç olmazsa derisini delik deşik etme de, sâhibinin işine yarasın!" dedi. Kurt, öküzü öldürüp, derisine zarar vermeyecek şekilde etini yedi.

Akşam, öküzün yerine derisinin geldiğini gören öküzün sâhibi, doğruca Ali Semerkandî'nin yanına koşup, durumu sordu. Hâdiseyi öğrenince, inanmayıp Ali Semerkandî'ye uygun olmayan sözler söyledi ve ertesi günü kâdıya şikâyet etti.

Kâdı, her iki tarafı dinledikten sonra, Ali Semerkandî hazretlerine; "Şâhidin var mı?" diye sordu. O da; "Orada bu hâdiseyi gören ağaçlar ve kayalar şâhidimdir." der demez, hâdisenin geçtiği bölgeden bir gürültüdür koptu. Kayalar ve ağaçlar harekete geçmiş, kâdı efendinin bulunduğu yere doğru geliyordu.

Herkes korkudan kaçmaya başladı. Bunun üzerine Ali Semerkandî hazretleri; "Ey kayalar ve ağaçlar! Olduğunuz yerde durun!" buyurunca, durdular. Kâdı ile dâvacı ve inanmayan kimselerin hayretlerinden akılları gideyazdı. Ali Semerkandî'nin büyüklüğünü kabûl edip, onun talebelerinden oldular.

Yaz mevsiminde, kadınlar tarlada ekin biçiyorlardı. Oralarda sığır otlatan Ali Semerkandî, namaz vakti girdiği hâlde abdest tâzeleyecek bir su bulamadı. Âsâsını yere vurarak; "Çık, yâ mübârek!" deyince, yerden gövde kalınlığında bir su çıktı.

Sular, hızla meyilli arâzide etrâfa yayılırken, kadınlar bağırmaya başladılar: "Su çıkarmanın da zamânı mı? Ekinlerimiz sular altında kalacak..." Bunun yanısıra, Ali Semerkandî'ye hakâret dolu sözler ettiler.

O da suyun çıktığı yere bakarak; "Ey mübârek su! Ne çıktığın belli olsun, ne de aktığın!" buyurdu. Bu söz üzerine suyun çıktığı yer, kuyu ağzı gibi olup hareketsiz kaldı. 

Sığırcık uyunun çıktığı yerin videosu


O târihlerde Osmanlı pâyitahtı olan Bursa'da bir çekirge âfeti oldu. Her tarafı çekirge kaplamış, mahsûlleri ve çiçekleri harâb etmiş idi. Bu âfetten kurtulmak için, zamânın zirâatçılarından çâre soruldu. Yapılan bütün araştırmalardan bir netice alınamayınca, âlimlere ve velîlere haber gönderildi.

Bu çekirge âfetinden kurtulma çâresinin ne olduğu soruldu. Bu haber, Çamlıdere'de yaşayan Ali Semerkandî'ye de ulaştı. Ali Semerkandî hazretleri, dağda asâsıyla çıkardığı sudan bir mikdâr Bursa'ya gönderdi. Bu suyu, zarar veren haşerâtın bulunduğu bölgeye dökmelerini tenbih etti.

Suyu Bursa'ya götürdüler. Çekirge âfetinin bulunduğu bölgelere azar azar döktüler, çok kısa bir zaman içinde çekirgeler kayboldu. Mahsûller, bitkiler, çiçekler çekirgelerin istilâsından böylece kurtuldu. Bir rivâyete göre bu su, bir kap içinde yüksek bir yere asıldı. Allahü teâlânın izni ile suyun götürüldüğü yerde sığırcık kuşları toplanıp, bir anda çekirge sürülerini mahvettiler.

Şeyh Ali Semerkandi Hazretleri tarafından çıkarılan Sığırcık Suyunun çekirge afetini nasıl yok ettiğini    tanık olmuş birisinden izleyebilirsiniz.  

 

Pâdişâh, Bursa'nın çekirgelerden kurtulmasına vesîle olan Ali Semerkandî'yi Bursa'ya dâvet etti. Ali Semerkandî Bursa'ya geldiğinde, Pâdişâh ona çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Pek fazla iltifât edip, Bursa'da kalmasını arzu etti. Fakat Ali Semerkandî, nâzik bir ifâdeyle Bursa'da kalamıyacağını, bu ümmetin fakir olup, Resûlullah efendimizi ziyârete gidemeyen insanların bulunduğu bölgede kalmak istediğini bildirdi.

Bunun üzerine Pâdişâh, bir istekte bulunmasını arzu etti. Ali Semerkandî de; "Çamlıdere havâlisindeki tebanız çok fakirdir. Onları, askerlik ve toprak kirâsı mükellefiyetinden muaf tutmanızı arzu ediyorum." buyurdu. Pâdişâh derhâl bir ferman yazdırarak, bundan sonra Çamlıdere havâlisinde bulunan kimselerin askerlik yapmayacağını ve toprak kirâsının alınmayacağını bildirdi.

O günden, İstiklâl Harbi sıralarına kadar Çamlıdere bölgesinden vergi alınmadı ve askere giden olmadı. Bütün pâdişâhlar, o fermana riâyet ettiler. Ayrıca, "Çekirge Suyu" ismi ile meşhûr olan sudan zaman zaman alınarak, çekirgelerin zarar yaptığı bölgelere götürüldü. Bu su; hâlen Çamlıdere'nin kuzeyinde, Gerede'nin doğusunda, Eskipazar'ın güneyinde bulunmaktadır.


Çamlıdere'de Ali Semerkandî'nin külliyâtında bulunan bu fermânın bâzı maddeleri şöyledir: 1) Çamlıdere'de bulunan müslümanlar, Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin mânevî evlâdlarıdır. 2) Yine bu bölgenin halkına askerlik mükellefiyeti yoktur. 3) Toprak kirâsından muaf tutulacaklardır. 4) Çekirgeleri yok eden Sığırcık suyu, Şeyh Ali Semerkandî ve onun mânevî evlâdlarına âittir... Bu fermân, zaman zaman yenilenmiştir.


Ali Semerkandî, 1457 (H.862) târihinde Çamlıdere'de vefât etti. Türbesi Çamlıdere kabristanının ortasında bulunmakta, ziyâret edenler, ondan çok feyz almaktadırlar. Türbesinin kapısından girilince tam karşıda olan büyük sandukalı kabir ona, etrâfındaki kabirler de talebelerine âittir.

1)Esmâ-ül-Müellifîn;c.1,s.733
2)İslâm Âlimleri Ansiklopedisi;c.11,277
3) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.370




9 Yorum - Yorum Yaz
@

NİYET HAYIR AKIBET HAYIR


Hava Nasıl Olacak
Takvim
Üyelik Girişi